Eskiden sadece merkez vardı bir de köyler. İstanbul surların içinde korunaklı gerçek bir kentti; Yeşilköy, Arnavutköy, Hasköy, Vaniköy ise hakikaten köydü. Kentliler sur içinde yaşardı. Biraz da Üsküdar’da. Avrupai olanlar ise Pera’da. İstanbul sadece bundan ibaretti. Bursa da aynen böyleydi. Bir zamanlar bu kentin de surları vardı. Bugünkü Osmangazi ilçesi kentin merkeziydi. Bitinya Krali I. Prusias’ın kurduğu ve Osmanlı’ya başkentlik yapmış olan Bursa da şehir surlarıyla çevrelenmişti. Amasya da böyleydi, Manisa ve Edirne de, İzmir de diğerlerine benzerdi Amasya ve Diyarbakır da.
Hangi eski kente bakarsanız surun içinde yaşamanın bir ayrıcalık olduğunu görürsünüz. Türkiye’de olduğu gibi Avrupa orta çağında kentler surlarla çevriliydi. Köylüler çoğunlukla surların dışındaki çiftliklerde yaşardı.
Avrupa’da sur içinde yaşayanlara “burjuva” denirdi. Derebeylikler öncesinde böyle bir sınıf yoktu. Çünkü memleket sadece, sanatkarların toplandığı köy irisi kasabalar, feodal beylerin şatolarına yakın köyler ve savaşçıları barındıran kalelerden ibaretti.
Köylüler topraklarla birlikte alınıp satılan paryalardı. Aydınlanmacı düşünürler ve insan hakları savunucuları eski düzene itiraz ettiklerinde özgürlük fikri ortaya çıktı. Bu da derebeylerin sonunu hazırladı. Daha önceleri sadece askerlerin bulunduğu kaleler irileşip kent haline gelmeye başladı. Tekrar burjuvaya dönersek; Fransızca’dan dilimize geçmiş olan bu sözcüğün kökeni Latince “burgus”tan kaynaklanıyor. Burgus ise bildiğimiz kale burcu anlamına geliyor. Burjuvazi kelimesi de haliyle “kale burçlarının içinde yaşayan yurttaşlar” anlamına geliyor. Hamburg, Strazburg, Petersburg, Lüksemburg gibi şehirlerin sonundaki burg takısı da işte o Latince kökenden geliyor. Ne demek istediğimi anlamışsınızdır.
Avrupa medeniyeti kent uygarlığın dayanıyor. Kentler bozulmadan korunduğu için modern toplumun, yani bilginin ve görgünün de sürekliliği sağlanabildi. Üniversiteler, dev kütüphaneler, sanat galerileri, konser salonları, müzeler kentin ve dolayısıyla ülkenin içindeki hayatı zenginleştirip uygarlaştırdılar. Monarşilerden cumhuriyet yönetimine geçildiğinde kentlerdeki yapılar endüstrinin etkisiyle önemli oranda şekil değiştirdi ama şehirler ruhunu korumayı başardı.
Osmanlı’nın da belli belirsiz bir kentleşme politikası vardı aslında. Şehirlerin şekli belliydi. Süleymaniye örneğinde olduğu gibi merkezde külliyeler yer alırdı. Mahalleler cami, medrese, hamam, çarşı, darüşşifa gibi kompleksleri içinde barındıran külliyelerin etrafında gelişirdi. Köylerin ortasında bir çeşme ve bir çınar olurdu. Cami de ikindi vakti çınarın gölgesinin düşebileceği uzaklıkta bulunurdu.
Cumhuriyet ise bu konuda maalesef yaya kaldı. Bunda tarihsel sürecinde etkisi vardı kuşkusuz. Balkan Savaşı’nın ve Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda bütün coğrafyamız alt üst oldu. 1915’te yaşanan Ermeni sorunu büyük bir trajediyle noktalandı. Tokat, Sivas, Malatya, Diyarbakır, Erzurum, Erzincan, Gümüşhane, Kütahya, Kayseri, Mardin, Maraş gibi bir zamanlar içinde görkemli bir kent kültürü barındıran merkezler çöktü. Örneğin 1908’de yapılan bir araştırmada Diyarbakır’daki evlerde toplam 418 piyano olduğu ortaya çıkmıştı. Surlarla çevrili bu kentimiz tıpkı adı geçen diğer şehirlerimiz gibi 1915’te yaşanan tehcir olayı sonrasında kentsoylu Ermeni nüfusunu kaybetti. Bu, modern zamanlardaki kent tarihimizde yaşanan ilk büyük kırılmaydı.
Kurtuluş Savaşı sonrasında gelen bağımsızlığımızın ardından Lozan Antlaşması gündeme geldi. İkinci büyük kırılmayı da Lozan’ın şartlarından biri olan “mübadele”den ötürü yaşadık. 1023’te Lozan Antlaşması’na ek protokol uyarınca Türkiye’deki Rumların Yunanistan’a, Yunanistan’daki Müslümanların Türkiye’ye zorunlu göçü yaşandı. 1923-1924 yıllarında 2 milyona yakın Rum Yunanistan’a gönderildi, onlardan boşalan yerlere ise 500 bin civarında Türk geldi. Bu arada Türkçe’den başka dil bilmeyen ve konuşmayan 350 bin civarında Karamanlı Ortodoks Hıristiyan Türk de maalesef, memleketimizden yani ülkelerinden gönderildi.
Türklerden çok önce yerleşik hayata geçmiş olan Ermeniler ve Rumlar’ın gidişinin ardından kentlerin bel kemiği kırılmaya başladı. Diyarbakır, Kayseri ve Antep’teki eski kent alanlarına “Gavur Mahallesi” denmesi boşuna değildi. Çünkü şehrin çekirdeğini onlar oluşturuyordu. Tüccar ve yönetici Türk elitleriyle birlikte kentlerin egemenliğini elinde tutan bu kesim gidince sacayağının iki direği kırılmış oldu.
Şehirler 20 yıl boyunca aldıkları yaraları tedavi edebilmek için çırpınıp durdu. Yunanistan’da da durum aynıydı aslında. 1925’ten sonra gelen endüstrileşme atılımları sistematik götürülmedi. Örneğin İstanbul’un gözbebeği olan ve üç imparatorluğa payitahtlık yapmış bulunan Haliç ve çevresi 1936’da sanayi bölgesi ilan edildi.
Kapalı doklar, tersaneler, fabrikalar, atölyeler, irili ufaklı imalathaneler, balık ve sebze-meyve hali gibi işletmeler Haliç kıyı bandına yerleşti. İlerleyen yıllarda Kağıthane, Alibeyköy ve Küçükkköy derelerinin kıyıları da fabrikalarla dolup taştı. Gelişen endüstrinin insan gücü ihtiyacı da artınca İstanbul’da nüfus patlaması yaşandı.
Süleymaniye, Küçükpazar, Fener, Balat, Ayvansaray, Kasımpaşa, Hasköy, Tarlabaşı, Galata ve Perşembe Pazarı bölgeleri şekil değiştirdi. Süleymaniye, Zeyrek gibi Osmanlı şehir uygarlığının eşsiz örneklerini içinde barındıran yerleşim alanları, küçük bir kasabada bile yaşamadan şehre ve endüstriye intikal eden köylülerin işgaliyle talan edildi.
Eskiden tek ailenin yaşadığı göz kamaştırıcı ahşap konaklarda çok çocuklu sekiz on aileler yeni hayat kurdular. Zaman içinde bu konaklar birbiri ardına yanmaya ve yıkılmaya başladı. Konaklardan boşalan arsalara derme çatma hanlar ve apartmanlar yapıldı. Bin yıllık ahşap uygarlığımız, keşmekeşe ve betona yenik düştü. Tarlabaşı, Fatih (özellikle Fevzipaşa Caddesi’nin iki yakası), Samatya, Kumkapı, Langa, Fener ve Balat’ın kagir yapılarını da aynı akibet bekliyordu.
Son kalan Rum nüfus da 6-7 Eylül 1955 ve 1974’te yaşanan Kıbrıs Savaşı sonrasında uçup gitmeye koyuldu bu şehirden. Haliç kirlenince, bu su yolunun çevresindeki köklü İstanbullu aileler banliyölere taşındı. Şişli, Harbiye, Etiler, Bakırköy, Levent, Kadıköy, Ataköy gibi yeni yerleşim alanları türedi ya da oradaki küçük yerleşim alanları beton tarafından yutularak palazlandı. Peyami Safa’nın “Cumbadan Rumbaya” ve “Fatih-Harbiye” romanları işte tam o zamanlarda yazıldı. Peyami Safa, çözülen eski kent kültürü, yıkılan bir uygarlık ve yeni hayat arasındaki çelişkileri kaleme almıştı. Reşat Nuri Güntekin’in “Yaprak Dökümü” de aynı dönemin, yani büyük çözülmenin ve çürümenin trajedisini anlatıyordu aslında.
Kentin soyluları şehir merkezlerinden çekilince, Yılmaz Karakoyunlu’nun deyimiyle, “Bir günlük çıkarı için bin yıllık eseri bir gecede yakabilenlerin” dönemi başladı. Aslında İstanbul, tarih boyunca hep göç almıştır kuşkusuz. Ama göçmenler her zaman kentin kültürü içinde eritilebilecek, kentlileştirilebilecek oranlarda kalmıştır. Son devirde ise Anadolu’nun ücra köylerinden dalga dalga İstanbul’a akın eden kalabalıklar, bir yandan kentin çevresindeki hazine ve vakıf arazilerine gecekondular kurarken, diğer yandan tarihi kent parçalarını işgal etmeye başladılar. Ve trajedi başladı.
Şehzadebaşı Külliyesi’nin darüşşifası oto tamir atölyesine dönüştü, aynı külliyenin medresesi batakhane oldu. Tarlabaşı ülkenin en büyük suç yuvası oldu. Kumkapı yağmalandı. Küçükpazar’ın eski konakları bekar odalarına evrildi. Eyüp Sultan’ın kıyı sarayları bir bir devrildi. Mimar Sinan’ın mezarının duvarlarına kaçak dükkanlar yapıştırıldı. Süleymaniye’nin ahşap konakları birbiri peşi sıra tutuşturulup otoparkçıların eline geçti.
Tarihimizin en önemli sembollerinden biri olan ve içinde Topkapı Sarayı’nı da barındıran Suru Sultani talan edildi. Sultan surlarının içine devlet matbaası, Zührevi Hastalıklar Hastanesi ve askeri öğrenci yurtları inşa edildi.
Anadolu’nun soylu kentleri de aynı kadere boyun eğdi. Mardin gibi bir mücevher kaçak yapılaşmanın etkisiyle neredeyse kaybolup gidecekti. Bursa Osmangazi’de bünyesinde dört cami ve bir hamam barındıran Kızyakup Mahallesi’ndeki Kamberler semtinin ortasına kerhane kuruldu. Kayseri’nin eski taş konaklarının kesme taşları tanesi elli kuruştan satılarak Antalya’da türedi zenginlerin sahil evlerinin inşasında kullanıldı. Diyarbakır’daki dünyanın en eski kiliselerinden biri önce kalaycıların eline geçti sonra da ayyaşların barınağına dönüştü. İzmir’in eski kent merkezi olan Basmahane semti, çoğu şekilsiz oteller ve illegal randevuevleri marifetiyle gözden düşürüldü. Eski Gümüşhane’nin merkezi olan Süleymaniye Mahallesi tamamen terk edilip hayalet kente dönüştü.
Samatya’nın, Süleymaniye’nin, Kuşdili’nin, Kurtuluş’un, Galata’nın, Fener ve Balat’ın ışıkları bir bir sönerken uzaklarda çok çok uzaklarda kurulan Bahçeşehir, Ataşehir, Göksu Konakları, Halkalı Konutları, Ataköy, Zekeriyaköy gibi site-semtlerin lambaları parlamaya başladı. Uygarlığımızın temeli olan eski kent parçaları can çekişirken, kendine şehir süsü veren banliyölerde yeni bir hayat kuruldu…
Haftaya: Peki nasıl kurtulacak kentlerimiz ve uygarlığımız?
Kentsoylular,lüks daireler için arsa ve eski evlerini müteahhitlere verdiler.Sonra da komşularını beğenmeyip şehir dışındaki arazilere gözdiktiler.Şehirlerdeki dairelerini satıp bu aldıkları arsaları talan etmeye koyuldular.Yerel yönetim ve inşaat sektörü de bu gelişmeleri destekledi.Kimse işin ekonomik,sosyal,güvenlik ve çevre boyutunu düşünmedi.Sonra ağlaşıp durdular suyumuz yok elektiriğimiz kesiliyor,hırsızlık arttı diye.Bu aç gözlü tüketim bu hızla desteklenip pompalanırsa ülke çöplüğe dönecek.Yakında ekip biçecek tarla kalmayacak.Ormanlar zaten madencilere pazarlanıyor.Gerçekleri görelim 3-5 milyon için geleceğimizi tüketmeyelim.Benden sonrası tufan anlayışı gelecek nesillere yapılan en büyük kötülüktür.