Büyükelçi, eskilerin deyişiyle sefir-i kebir, Fransızca “mon cher”, günümüzde bazılarının “Monşer”(!) diyerek küçümsediği, uluslararası düzeyde devletlerin önemli bir görevini üstlenmiş kişilerdir.
Büyükelçi olmak öyle kolay bir iş değildir; siyasal eğitimini almanın yarı sıra engin bir kültürü, bir veya birkaç dil bilmesi gerekir. Bütün bunların yanı sıra dünya tarihini, siyaseti, ekonomiyi ve kültürel etkinleri de bilmek zorundadır. Hadi şunu büyükelçi atayalım demek de bu kadar basit olmamalıdır. Büyükelçi bir devletin başka bir devletteki en üt düzeydeki temsilcisidir. Büyükelçinin görev yaptığı Büyükelçilik binası ise o devletin toprakları sayılır.
Büyükelçilik saygın bir görevdir. Hiçbir zaman hafife alınmamalıdır.
Büyükelçiler temsil ettikleri ülkenin devlet başkanının imzasını taşıyan bir nevi güven mektubu olan itimatnameyi görev yapacakları ülkenin devlet başkanına özel bir törenle takdim ettikten sonra görevlerine başlarlar. Bundan sonra da görev yapacağı ülkelerin hükümetlerinden “agreman” denilen onayı alırlar.
Büyükelçilerin görevleri yalnızca devletini temsil değildir; bulunduğu ülke ile kendi devleti arasında siyasi, askeri, ekonomi, toplumsal kültür ve sanat gibi ilişkileri sürdürmek ve geliştirmektir. Görev süresi sona erdiğinde yerine gelen büyükelçi, kendi devlet başkanının imzasını taşıyan itimatnameyi sunarken, önceki büyükelçinin geri çağrıldığını belirten mektubu da iletir.
Türkiye’nin son derece önemli işler yapmış büyükelçileri olmuştur. Bunlardan birisi de II. Dünya Savaşı yıllarında Türkiye’nin Paris Büyükelçisi olan Behiç Erkin’dir. Fransa’da hem Nazilere hem de onlarla işbirliği yapan kukla Vichy hükümetine karşı çıkarak, oradaki TC vatandaşı 20.000 Yahudi’yi kamplara gönderilmekten kurtarmıştır. Bugün kendisini kaç kişi hatırlar bilemem ama Emir Kıvırcık onunla ilgili “Büyükelçi” isimli bir kitap yazmıştı. Bugün Kudüs’teki “Yad Vaşem Soykırım Müzesi”nde Behiç Erkin’e ait ayrı bir bölüm vardır.
Onun gibi nice değerli büyükelçilerimiz Türkiye’yi yurt dışında temsil etmişlerdir. Yıllar öncesi Almanya’nın Dışişleri Bakanlığınca birkaç müze müdürü arkadaşımla Almanya’ya resmi olarak davet edilmiştik. O günlerde Yunanistan ile aramız kıta sahanlığından ötürü açıktı. Bonn Büyükelçimiz Oktay İşçen, bize bir öğle yemeği vermiş, Yunanlılardan yana iki alman milletvekilini de davet ederek onları Türkiye’nin haklı olduğu konusunda ikna etmişti. Bir kaç yıl sonra İstanbul’da Alman Başkonsolosluğunun bir davetinde kendisiyle karşılaşmıştım, emekli olmuştu. Emekli olduktan sonra kendisinden yararlanılıp, yararlanılmadığını sorduğumda hayır yanıtını vermişti, ama kırgın olduğu belliydi.
O günlerdeki görevim nedeniyle İstanbul’daki yabancı devletlerin protokol listesinde olduğumdan onların davetlerine katılmış ve başkonsolosların bazıları ile yakınlık kurmuştum. Hiç unutamadıklarımdan birisi de Sovyetler Birliği’nin İstanbul Başkonsolosu Yuri (soyadını hatırlayamıyorum) idi… Mükemmel Türkçesinin yanı sıra Türkiye’nin tarihinden, siyasetinden, kültüründen, ekonomisinden öylesine çok şey biliyordu ki, şaşmamak elde değildi. Bir gün kendisine bu kadar güzel Türkçeyi ve bizim memleketimiz hakkında bu kadar bilgiyi nasıl edindiniz diye sorduğumda; cevabı “Biz üniversitelerimizde siyasal bölümü okumaya başladığımız andan itibaren hangi ülkede görev yapacağımız belirlenir ve ona göre eğitiliriz.”
Onun bu sözleri üzerine, onlar öyle yetişiyor ama bizimkiler nasıl yetişiyor diye düşünmüştüm!..
Büyükelçi diye söze başladığıma göre; son günlerde ABD’nin Ankara Büyükelçisinden bahsetmemek olmaz.
ABD Büyükelçisi Francis Ricciardone sözleriyle bir anda gündeme geldi, hükümetin şimşeklerini üzerine çekti. Büyükelçi F.Ricciadone Ankara’da gazetelerin temsilcilerine ne demişti; “Uzun süre hapiste olan milletvekilleri var. Suçları bile belli değil. Askeri yetkililer aynı şekilde. Onlara bu ülkeyi koruma görevi verilmiş, ama terörist diye hapse koyuldular. Profesörler, eski YÖT Başkanı demir parmaklıklar arkasında. Tam anlaşılamayan suçlamalar. 16 yıl önceki çalışmalarla ilgili belirsiz suçlamalar var. Hüküm öncesi uzun süren mahkemeler, şeffaflık, eksikliği gibi hatalar… Halkın mahkemelere güveni tam olmalı.”
F.Ricciardone’nin bilmediği bir şey vardı; bizde “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” diye bir Atasözünün olduğudur!..
Büyükelçi’nin iktidarı kızdıran bu sözleri üzerine hükümetten, yandaş basından ağır sözlerle eleştiriler anında geldi. “Haddini bilsin”, “acemi elçi” diyenlerin yanı sıra ismini “akordiyone” diye yazarak alaya alınların yanı sıra, “müstemleke valisi” çağrışımları bile yapıldı. Ne garip ki, büyükelçinin bu konuşmasında “Türkiye’nin yeni bir anayasa yaptığını, biz de elimizden gelen desteği vereceğiz” demesi geri palanda kalmıştı!
AKP Sözcüsü H.Çelik “ABD Büyükelçisi haddini bilmeli. Nasıl bir ülkenin yargı sistemiyle ilgili ahkâm kesersiniz? Bu hakkı size kim veriyor? Biz Sayın Ricciardone’yi kendi sınırları içinde kalmaya davet ediyoruz. Sözlerini hoş karşılamıyoruz, ayıplıyoruz, kınıyorum” diyerek anlaşılan hükümet adına tepkisini dile getirmiş…
H.Çelik tepkisini dile getirirken, daha önce de Cumhurbaşkanı’nın, Meclis Başkanı’nın ve Başbakan’ın da buna yakın sözleri vardı. Söylenenler yanlışsa onları düzeltme yoluna neden gitmedi? Gidemeyeceğini herkes biliyor. Oysa aynı Büyükelçi 2012’de Türk hükümetine övgüler düzmüştü:
“ABD’nin İran ve bölge ülkelerindeki politikalarında, AKP hükümetinin yürüttüğü diplomasi önemli rol oynuyor. Bölge halkı Türkiye’den ilham alıyor.”
F.Ricciardone bu sözleri söylediğinde Türkiye’nin iç işlerine karışmış sayılmıyor, eleştirince mi iç içişlerimize karışıyor?
Demokrasi böyle bir şey, öven de, eleştiren de çıkar. Demokrasi tarihini, terminoloji, metotlu düşünmeyi bilmek ve tarih bilincine sahip olmak ayrı bir konudur. Siyasilerimizin bunları bilmeleri gerekir. Zamanla toplumsal barış, karşıdakinin fikirlerini, ne demek istediğini anlayacak ve öğreneceğiz.
Hiç unutmam yıllar öncesi İstanbul’da Bulgaristan’ın bir başkonsolosu vardı; Kendisi edebiyatçıydı. Bir gün diplomatlık nasıl bir şey dediğimde “Sizde Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Zoraki Diplomat” diye bir roman var, ben de zoraki diplomatım” demişti…
Ecdadımız diye övündüğümüz Osmanlı’nın güçlü dönemlerinde padişahlar onları birkaç ay sonra kabul eder, o zamana kadar bir zamanlar Çemberlitaş’taki Elçi Hanı’nda kalırlardı. Osmanlı’nın son zamanlarında ise yabancı elçilerin emirleri doğrultusunda hareket ederler, Galata’daki yabancı bankerlerden kredi almak zorunda kalmışlardır.
Kısacası diplomasi, demokrasi güzel şeyler ama öğrenene kadar epey zorlukları vardır.
erdemyucel2002@hotmail.com