1
Mayıs
2025
Perşembe
ANASAYFA

SENİN DEMOKRASİNİ SEVSİNLER

Bir ülkede yöneticiler tabii ki en üst derecede saygı veya ayrıcalık görmeye layıktır.


Ama bu saygı ve ayrıcalık onların “görevleriyle sınırlı” olmalıdır.

Bu sınırı aştıklarında kanunlar, her vatandaşa olduğu gibi, onlara da aynen uygulanır.


İşte size, yöneticilerin “kral” olarak görülmediği ülkelerden birkaç örnek:


Kraliyetle yönetilen ancak demokrasinin işleyişinden kimsenin kaygı duymadığı İngiltere’nin o dönemki Başbakanı Tony Blair ve eşi Cherie, 6 Temmuz 2000 akşamı sokakta sarhoş olarak polise yakalanan ve taşkınlık yaptığı için bir süre gözaltında tutulan 16 yaşındaki oğulları Euan’la birlikte, ertesi gün polis karakoluna gittiler.


Karakol amirinin Euan’a azar ve nasihatlerini birlikte dinleyen aile, çocuklarına sahip çıkmaları yönünde uyarılarak karakolu terk etti!


Başbakan Blair, oğlunun bütün diğer vatandaşlar gibi yaptığının bedelini ödeyeceğini söylemişti.


Başbakan olmak bir şeyi değiştirmiyordu, sorumsuz bir baba, sabah sabah karakol amirinden azarını işitip, Başbakanlık Binasına doğru yola koyulmuştu bile!


İkinci örneğimiz de İsrail’den:


İsrail Başbakanı Ehud Olmert, hakkındaki “yolsuzluk iddiaları” nedeniyle 14 Kasım 2008 tarihinde mali polis tarafından tekrar sorgulandı!


Polis, halihazırda başbakan olan Olmert’in evinde ve Başbakanlıktaki makamında daha önce defalarca arama yapıp delil aramıştı!


/ / /

Kendini "padişah" gibi gören yöneticilere bir ders olur umarız?


Ne diyelim?


Darısı başımıza!

/ / /

Kim ne derse desin, Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan, siyasi kariyeri ve performansıyla, Türkiye’de demokrasinin herkese “siyasi eşitlik” sağladığını gösteren bir “fenomendir”!


Eşinin hem teorik hem de pratik katkılarıyla da şekillendiği kanaati uyandıran “şahsi hırs ve hedeflerini” akıllıca ortaya koymuş ve siyasetin hırçın dalgalarını usta bir sörfçü gibi kullanarak, herkesi kıskandıracak bir şekilde “veliler ve deliler diyarı” diye anılan Kasımpaşa’dan çıkıp, tarihin tanıklığında, Türkiye Cumhuriyetinin en etkili koltuğuna oturmayı başarmıştır.


Zaten kendisini bu baş döndürücü başarısının getirdiği “süper ego” etkisine kaptırmış olacak ki; en ufak bir eleştiriye tahammül edemediğini zaman zaman gazetecileri, çevresindekileri ve hatta sırası geldi mi vatandaşın bizzat kendisini azarlayarak göstermektedir.


Tavrını beğenmediklerine bu ülkeyi terk edip başka ülkelere gitmeyi tavsiye etmesi alışkanlık haline geldiği gibi, kendisini yüzüne karşı eleştiren bir çiftçiyi “Ananı da al git” diyerek kovalaması hafızalara yer etmiştir.


“Pragmatik” (fırsatları iyi değerlendiren) yönü daima ön plana çıkmış olan Erdoğan’ın asla, bir gün ismi bile hatırlanmayan siyasetçilerden birisi olmayacağı bugünden bellidir.


Ne ona gönül verenler ne de ondan sonsuz nefret edenler açısından…


/ / /



Bir başka “pragmatist” olan Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet anlayışı, doğal olarak, bu topraklarda daha önce 624 yıl hüküm süren bir imparatorluğun yönetsel mirasını taşıdığı için; devletin “elit sınıfını” oluşturan siyasetçiler ve bürokratlar için demokrasi, daha çok, yabancıları tatmin etmek için “vitrine konulan bir süs eşyası” niteliği taşımaktadır.


Atatürk’ün, Cumhuriyet’in ilanından vefatına kadar, 15 yıl kadar kısa bir sürede gerçekleştirdiği inkılâplar da Türk halkının “Avrupa icadı” demokrasiyi özümsemesi için yeterli olamamıştır. 


Avrupa halkları, Türklerin aksine, demokrasiyi “bedelini ödeyerek” elde etmişlerdir.


Bugün Amerikan halkının övünç kaynağı olan ve günlük hayatlarında tatbiki olarak da yaşadıkları “özgürlükler”, geçmişlerinde yaşadıkları kanlı iç savaşların sonucudur.


Türk halkı ise (bize has) demokrasiye, herhangi bir talebi olmadan, egemenler tarafından “bahşedilmesi” suretiyle kavuşmuştur.


Bu yüzden de demokrasiyi içselleştirme, günlük hayata geçirme; temel hak ve özgürlükleri tanıyıp bilme ve bu haklara sahip çıkma açısından, Türklerle Avrupalılar ve Amerikalılar arasında dağlar kadar fark vardır.


Demokrasinin bazen de “devlet otoritesine mutlak itaatsizlik” olarak algılandığı Türkiye’de, Türk insanının hakkını arayacağı en üst makam, ne ilginçtir ki, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’dir!


SSCB’den ayrılan devletlerde bile, devlet karşısında sahip olunan bireysel özgürlüklerin, çok kısa sürede benimsendiği gözlemlenmektedir.


/ / / 


Her millet kendi ordusuyla gurur duyar ve varlığının devamı için ordusuna güvenir.


Ancak, orduyu devleti yönetme konusunda zaman zaman göreve davet eden veya ordunun iktidarı kendiliğinden ele almasını yadırgamayanlar, hatta sevinçle karşılayanlar, herhalde sadece Türklerdir?


Türk halkının bir kısmı, hatta çoğunluğu bile denebilir; demokratik yollardan seçtiği siyasetçisine tam anlamıyla güvenmediği için; ülkenin idaresini, “en çok güvenilen kurum” olan orduya havale etmekte pek bir sakınca görmez!


Demokrasinin, bireysel hak ve özgürlüklerin vatandaşın ayrılmaz bir bütünü olarak benimsenmesi yerine, “seçimlerde oy vermek” gibi basit bir eyleme dönüştürülmesi, siyasilerin ve halkın pek seslerini çıkarmadığı bir olay haline gelmiştir.


/ / /

Türkiye’nin devlet yönetim şekli kısaca şöyledir:


Demokrasi, devletin yürütme, yasama ve yargı erklerinin iş birliği içinde çalışmasını ve birbirini denetlemesini ve dengelemesini öngörür.

TC Anayasası, bu denetim ve dengeleme sistemini kurmak için “erklerin ayrılığı (birbirinin işleyişinden bağımsızlığı)” sistemini benimsemiştir. 


Belli aralıklarla yapılan genel seçimlerde, yasama erkini oluşturan meclisin üyeleri, yani milletvekilleri seçilir.


Mecliste en fazla sandalyeye sahip olan partinin genel başkanına da Cumhurbaşkanı tarafından hükümeti kurma görevi verilir.


Hükümet, devlet sisteminin işleyişinden Cumhurbaşkanına ve TBMM’ne karşı sorumludur.


Cumhurbaşkanı, yürütmenin başı olmakla birlikte, idarenin (hükümetin) işlemleri açısından sorumsuzdur. Hükümet, icraatlarının sorumluluğunu kendi başına üstlenir.


Hâkimler Anayasa gereği “dokunulmaz” ve “bağımsızdırlar”.


Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Sayıştay ve Danıştay ise özlük hakları Adalet Bakanlığı’nca düzenlenmekle birlikte, tayin – atama, disiplin işlemleri ve terfileri bağımsız bir kuruluş olan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nca yapılır.


Ayrı ayrı işleyiş sistemlerine sahip bu erkler, mükemmel bir birlikteliğe sahip olamasalar bile, devletin işleyişinde birbirlerini dengeleyen ve denetleyen mekanizmalar olarak ortaya çıkarlar.


Doğal olarak, buralarda alınan kararların ve icra edilen işlemlerin her zaman herkesi memnun etmesi mümkün değildir.


/ / /


Siyasi partiler, vatandaşların hükümet etmeye talip olmak için kurdukları örgütlenmelerdir.


Fakat yakın tarihimizden de hatırlanacağı gibi, siyasi parti liderleri, bu koltuğu bir kez ele geçirdiklerinde, bir daha asla bırakmak istememektedirler.


Parti içi demokrasiyi yok eden “lider sultası” hemen tüm siyasi partilerin sorunudur.


Milletvekili veya belediye başkan adayı olmak parti genel başkanının iki dudağı arasındadır.

Zaman zaman parti liderinin “demokrat” görünmesini sağlayan çarpıcı şovlar gündeme gelse de düzen aslında pek değişmemektedir.


Ne yazık ki, aradan geçen 85 yıla rağmen, seçilmişlerdeki saltanat hevesi ile halktaki saltanat sahibine hayranlık duyma hevesinde değişen en ufak bir şey olmamıştır.


Kendisini “Müslüman-Demokrat” olarak nitelendiren Başbakanımız Tayyip Erdoğan’ın en son demokrasi manevrası da Hindistan’da ortaya çıktı:


Bu gezi esnasında, batıda olduğu gibi, seçimlerde partisinin ikinci olması halinde genel başkanlığı bırakacağını beyan etti!


Bu ifadede, halka seçimlerle ilgili Özalvari bir tehdit mesajı vermek kaygısı var mıdır bilinmez ama demokrasinin kendisi tarafından nasıl algılandığına dair güzel bir örnektir:


Kendisi her zaman yöneten olmalıdır. (Eğer olursa) ana muhalefetin demokrasinin işleyişindeki rolü, kendisini kesmeyecektir.


Ya da bu yolu daha önce keşfeden MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye olduğu gibi, kendi elleriyle yetiştirdiği parti delegeleri, tazelenen lider olarak doğal olarak yine kendisini seçeceklerdir.


/ / / 


Bu koltukların niçin bu kadar “vazgeçilmez” olduğunu, yaşanmış bir örnekle açıklayalım:


Ali Kırca’nın Sabah Gazetesi’nde yayınlanan 19 Nisan 2003 tarihli “Özal’ın ağladığı an” başlıklı yazısı, bir liderin ruh halini çok güzel anlatmaktadır.


Özal Cumhurbaşkanı olmuştur, hastadır. Tedavi için yine Houston’a gelmiştir.


Daha önce Başbakan iken de geldiği ve koridorları adeta Türk işadamlarından geçilmeyen bu hastaneye, Cumhurbaşkanı iken tek bir kimse bile ziyarete gelmemiştir.


Çünkü artık “rant dağıtan” Başbakanlık makamında bir başkası oturmaktadır. İnsanlar şimdi onun etrafında dönüp durmaktadır.


Demek ki, tüm o ilgi ve alaka, Özal’ın kişiliğine değil, makamına yapılmıştır!


Cumhurbaşkanlığı en yüce makam olmakla birlikte, icracı yönü yoktur. O yüzden, etrafında vefa gösterecek kimse de kalmaz.


Özal o an yanında bulunan Ali Kırca’ya dertlenir ve hislenerek ağlar.


İşte bu duruma düşmemek için bazı Türk siyasetçisinde ölene kadar siyasetin içinde kalma eğilimi vardır.


/ / /


Başta milletvekilleri olmak üzere, bir takım devlet görevlileri ve bürokratlar, bir “dokunulmazlık” yani “yargılanamazlık” zırhı altındadırlar.


İdarenin kötü niyetli kimselerce sabote edilmesinin önüne geçmek için böyle bir “bağışıklık sistemi” kurulmuş olması çok doğaldır. Ancak bu bağışıklık sistemi, idare üzerindeki denetim mekanizmalarını etkisiz hale getirecek şekilde işletilmemelidir.


Anayasa gereği kurulan merkezi ve yerel denetim mekanizmaları, tam bağımsızlıkları sağlanamadığından, denetim görevini gereği gibi yerine getirememektedir.


Hal böyle olunca da belediyeler tarafından defalarca sökülen ve yenilenen kaldırım taşlarının hesabını kimse soramamaktadır.


Halkın boğazından kesilen paraların nasıl harcandığı; seçilmiş siyasilerle, onlar tarafından atanmış bürokratların insafına ve vicdanına kalmaktadır.


Kamu yönetimi ve harcamalarında şeffaflık esas alınmadığından, halk, yönetimi doğrudan denetleyemediği için, memnuniyetini veya memnuniyetsizliğini bir dahaki seçimde tercihini ortaya koyarak belli etmekle yetinmek zorunda kalmaktadır.

Feramuz Erdin / KENTHABER
Yayın Tarihi : 26 Kasım 2008 Çarşamba 16:48:49
Güncelleme :26 Kasım 2008 Çarşamba 19:29:43


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
Teoman Törün IP: 85.103.111.xxx Tarih : 26.11.2008 18:55:53

Demokrasilerde, "birey eşitliği" kavramı sindirilip, en önemli değer yargısı haline getirilmedikçe; milletimizin iliklerine işlemiş "Mirlik", "Şeyhlik", "Ulûl-ü emr", "seyyidlik", "beylik"i, "paşalık", "polislik", "vekil vükelalık"'ın yüksek otorite makamları olduğu duygularının kazınıp, bunların nimet yeri değil, hizmet mevkileri olduğu bilinçlere köklü olarak yerleştirilmedikçe, insanî gelişmişlik istatistiklerinin dibinde kalmakdan kurtulamayacağız. Ne yazık ki, Sayın yazarin belirttiği gibi, daha bu işin başında olduğumuz; uzun soluklu bir bedel ödememiz gerektiği anlaşılıyor


tunç abay IP: 88.232.183.xxx Tarih : 28.11.2008 13:30:41

tebrik ederim.çok güzel ve gerçekçi bir tesbit olmuş.biz sürü toplumuyuz,lider arayan,lider sultasından şikayet edip yine pervane olan kendine güvenmeyen birey anlayışından yoksun,hakkını hukukunu sorgulamayan,kaderci(kaderde varsa.....neye yarar üzülmek)gibi.hep bir çoban olacak ve dürtecek.biz hala buyuz malesef.


özcan öner IP: 85.102.43.xxx Tarih : 27.11.2008 16:59:48

Öncelikle bir hukukçu olarak unutulan demokrasi tanımını bu kadar özetle ve böyle mükkemelce anlattığınız için teşekkür ederim.Biz artık demokrasinin ne olduğunu gereklerinin neler olduğunu uygulamasını göremediğimiz için unutmaya başlamıştık.bu ülkenin en büyük devlet adamı olan sayın Özalın hayatından kesitler beni duygulandırdı,ayrıca sizin vasıtanızla bu ülkede hala tayyip erdoğandan acaba ikinci Özal olurmu beklentisininden ne kadar uzak olduğunu ve artık herkesin bu rüyadan hemen uyanması gerektiğini belirtmek isterim.İkinci bir özal yok ne yazıkki yok ve artık onun ruhunu bu beklentilerle incitmeyelim sizi tekrar tebrik eder ve hukukun birgün herkese lazım olacağını kimse unutmasın umarım önümüzdeki yerel seçimlerde bu hassasiyeti herkesin paylaşmasını temmenni ederim İYİ ÇALIŞMALAR


ramazan küçükoğlu IP: 88.250.231.xxx Tarih : 28.11.2008 23:04:20

ya bence hepsinin canı cehenneme makam korkanlar için makamdır bence iii yönetilmedikki saygı duyayım adam kayırma yolsuzluk vs hep vardı neyimiz tam ki nereden tutsan çürük çarık derme çatma işler 10 sene önce de öyleydi bence halkımız okumalı okumalı ve iyiniyet hakim olmalı yoksa sürer gider bu film çok izleriz bak avrupaya amerikaya