28
Mayıs
2025
Çarşamba
ANASAYFA

Öcalan nasıl getirildi?

İşadamı pasaportlu altı kişilik operasyon ekibi, seyahat sırasında kendi aralarında şakalaşırken, "Bizler, muz tüccarıyız. Muz cumhuriyetinden, Türkiye'ye muz ithal etmeye geldik" diyorlardı.

1999 yılında, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin zirvesinde bulunan üç şahsiyet; Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Bülent Ecevit ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, 4 Şubat Perşembe gününün son dakikalarında sınırlarımız dışında gerçekleşmesi planlanan çok önemli bir operasyon kararına imza atıyorlardı. Bu karar, PKK terör örgütünün yöneticisi Abdullah Öcalan'ı, bulunduğu bir Afrika ülkesinden Türkiye'ye getirmekti. Şimdi, Türkiye'yi bu karara sevk eden olayın dört ay öncesine dönelim... Öcalan, 9 Ekim 1998 Cuma günü, yaklaşık 20 yıldan beri yaşadığı Suriye'den sınırdışı edilmiş; Atina, Moskova, Roma, St. Petersburg, Minsk ve Korfu Adası arasında dolaşırken 1999 yılının şubat başında izini kaybettirmişti. Bu gelişmeler yaşanırken, Türkiye tüm siyasi, güvenlik ve diplomasi birimleriyle alarma geçmiş; ABD, İsrail ve pek çok Avrupa ülkesi gizli servisleri de terör örgütü yöneticisini izlemeye almıştı.

CIA'IN ŞEFİ: TESLİM EDERİZ

Cumhurbaşkanı Demirel'in 4 Şubat 1999 tarihli randevu defterinde, saat 17.30'da MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun'un ziyareti görünüyordu. Atasagun, Köşk'te, PKK liderine ilişkin takip hakkında son bilgileri veriyor, Öcalan'ın bir Afrika ülkesinde olabileceğini Cumhurbaşkanı'na arz ediyordu. MİT'in, Amerikalılarla bu konudaki işbirliği, bilgi alışverişi şeklinde devam etmekteydi. Onlar da Öcalan'ın peşindeydi. Demirel, Atasagun'a teşekkür ediyor, Köşk'ten ayrılan MİT Müsteşarı, Yenimahalle'deki çalışma ofisine dönüyordu. Aynı günün gecesi, CIA'nın Türkiye'deki İstasyon Şefi, MİT Müsteşarı'nı ziyaret ederek, "Başkan'dan izin çıktı. İsterseniz, Öcalan'ı size teslim edebiliriz" diyordu. Bu yeni gelişme, anında Cumhurbaşkanı ve Başbakan'a ulaştırılıyor, Demirel de gece yarısı Çankaya Köşkü'nde devletin zirvesini toplama kararı alıyordu.

ÜNİFORMASINI BİLE GİYMEMİŞTİ

Pembe Köşk, genelde geceleri çok sakin geçirirdi. Ancak 4 Şubat gecesi olağanüstü bir hal seziliyordu. Nöbetçi Yaver Deniz Yarbay Zafer Karakuşluoğlu ile nöbetçi doktor Aylin Cesur, Cumhurbaşkanı'nın makam odasını hazırlıyor, iç güvenliği sağlayan polisler de zirve toplantısına katılacak devlet büyüklerini karşılamak için önlem alıyorlardı. Köşk'te bir koşuşturmacadır başlamıştı. Cumhurbaşkanı'nın ikametgáhının da yer aldığı Pembe Köşk'e ön hazırlıkları yapmak için gece yarısı intikal eden Başyaver Kurmay Albay Reha Taşkesen'in ise üniformasını giymeye dahi vakit bulamayıp, spor bir kıyafetle geldiği görülüyordu.

BU TEKLİFE NE DİYORSUNUZ

Cumhurbaşkanı Demirel, aynı gün saat 17.30'da MİT Müsteşarı'nı, 18.00'de Genelkurmay Başkanı'nı, 19.00'da da Başbakan'ı kabul ederek kendileriyle haftalık olağan görüşmesini yapmıştı. Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu, Köşk'ten davet aldıktan sonra "Acaba bir yanlışlık mı var? Sayın Cumhurbaşkanı'nı birkaç saat önce ziyaret etmiştim" diyor ve emir subayına, "Köşk'ü arayalım, teyit alalım" talimatı veriyordu. Köşk'ten gelen cevap, "Cumhurbaşkanımız, olağanüstü toplantı yapacaklar" şeklindeydi. Olağanüstü gelişme, olağanüstü zirveyi gerektirdiği için Ecevit, Kıvrıkoğlu ve Atasagun, aynı gün ikinci defa Köşk'e ulaşarak, Atatürk'ün de kullandığı, Cumhurbaşkanlığı'nın tarihi makam odasında Demirel'le bir araya geliyorlardı. Cumhurbaşkanı, toplantıda ilk sözü MİT Müsteşarı'na veriyor, Şenkal Atasagun da gerekli açıklamaları yaptıktan sonra, Demirel toplantıda hazır bulunanlara "Bu teklife ne diyorsunuz?" şeklinde soru yöneltiyordu. Hem Başbakan, hem de Genelkurmay Başkanı, bu gelişme üzerine memnuniyetlerini ifade ediyor, Abdullah Öcalan'ı Türkiye'ye getirebilmek için hiçbir fedakárlıktan kaçınılmaması önerisinde bulunuyorlardı. Zirve, kararını vermiş, Öcalan'ın, Amerikalıların yardım edeceği bir operasyonla, o sırada bulunduğu bir Afrika ülkesinden Türkiye'ye getirilmesi konusunda anlaşmaya varılmıştı.

SAHTE PASAPORTLU İŞ ADAMLARI EKİBİ

Afrika'ya gidecek olan yolcuların pasaportu sahteydi. Kendileri hakkında verilen açıklayıcı bilgide, işadamı oldukları ifade ediliyordu. İşadamı pasaportlu altı kişilik operasyon ekibi, seyahat sırasında kendi aralarında şakalaşırken, "Bizler, muz tüccarıyız. Muz cumhuriyetinden, Türkiye'ye muz ithal etmeye geldik" diyorlardı. Yol uzun olduğu için, uçağa ikmal yapılırken, yakıt tankı tamamen dolduruluyor, ancak yolcuların gıda ikmali ihmal ediliyordu. Oysa, yaklaşık 6 saat boyunca uçulacak, bu arada herhangi bir havalimanından transit geçiş yapılmayacaktı. Yolcular ve mürettebat, meçhul bir operasyona gitmenin heyecanı içerisinde yemek ikmalini düşünmüyor, yanlarına Karpuzkaldıran askeri tesislerinden sadece sandviçler alıyorlardı.

HAVALANANLAR HEDEFİ BİLMİYORDU

Antalya Uluslararası Havalimanı'ndan sabah saatlerinde havalanan uçak, Yunanistan, Mısır ve Sudan hava sahalarını 6 saatte katettikten sonra Uganda'nın başkenti Kampala'ya ulaşıyor, meteorolojik şartlar gayet elverişli olduğu için Entebbe Havalimanı'na inişi sorunsuz bir şekilde gerçekleşiyordu. Uçaktaki yolcular Afrika'ya giderken adeta körleri ve sağırları oynuyorlardı. Birbirlerine nereye gittiklerini, ne yapacaklarını sormuyor veya soramıyorlardı. Belki ekip şefi biliyordu, ama üç kişilik mürettebat ile dört MİT mensubu ve bir askeri tabip, nasıl bir manzarayla karşılaşacaklarından habersizdi.

Uçakta bulunan MİT görevlileri, hem kabin içinden, hem de pencereden görüntüler alıyor, önce Akdeniz, ardından da Mısır Piramitleri ve uçsuz bucaksız Afrika çölleri yolcular tarafından merak ve ilgiyle izleniyordu. Gidiş yolculuğu sırasında herhangi bir güvenlik sorunu da söz konusu değildi. Uçak, Uganda, Kenya ve Tanzanya'ya kıyısı bulunan Victoria Gölü'nün hemen yanıbaşındaki başkent Kampala'nın Entebbe Havalimanı'na indiğinde, etraf günlük güneşlikti. Oysa Türkiye, o günlerde şiddetli bir kış yaşıyordu. Muz tüccarları olarak tanıtılan yolcular da, üstlerinden geçen Ekvator çizgisinin ayrıcalığından yararlanıp, yaz günlerini yaşamaya hazırlanıyorlardı.

PASAPORTLARINIZI TELEFONLARINIZI BIRAKIN

Nergis Havacılık'tan kiralanan uçak, kiralama sözleşmesinin yapılmasından sonra MİT Müsteşarlığı'nın emrine giriyor, ardından da üç kişilik mürettebatıyla Bursa'dan havalanıp, Ankara Etimesgut'taki Askeri Havaalanı'na iniyordu. Uçak, askeri alandaki bir hangarın önüne çekiliyor, üç kişilik mürettebat da, hangarın içinde bulunan salonda toplantıya alınıyordu. Toplantıyı MİT Müsteşarı yönetiyor, mürettebatı, amacı ve hedefi henüz açıklanmayan operasyona katılacak diğer personelle tanıştırıyordu. 9 kişilik operasyon ekibi; beş MİT mensubu, bir askeri tabip ve üç kişilik uçak mürettebatından oluşuyordu. Ekip şefi, MİT mensupları arasından seçilmişti. Şenkal Atasagun, hangardaki ofis bölümünde operasyona katılacak dokuz kişi ile tek tek görüşüyor, kendilerine başarılar diliyordu.

ÖNCE ANTALYA

Daha sonra ekip şefi, dış seyahate gidecek olan sekiz kişiyle birlikte ortak bir toplantı yapıyor ve kendilerine şu talimatları veriyordu: "Arkadaşlar, devlet adına çok önemli bir operasyona gidiyoruz. Şimdi, ailelerinizle telefon görüşmesi yapınız. Kendilerine, önemli bir göreve gideceğinizi, bu nedenle çok uzun olmayan bir süre boyunca onları telefonla arama imkánınızın bulunmayacağını bildiriniz. Daha sonra cep telefonlarınızı bize teslim ediniz. Sizin, yurtdışına yapacağınız bu seyahatteki güzergáhınızı ilerleyen günlerde açıklayacağız. Ama önce birlikte Antalya'ya gideceğiz. Görevimiz boyunca, program, tarafımdan yapılacak. Tüm ihtiyaçlarınız da yine tarafımdan karşılanacak. Şimdi, pasaportlarınızı da bana teslim ediniz ve ilk durağımız olan Antalya'ya gitmek için hareket emrini bekleyiniz. Tekrar hatırlatmak istiyorum ki, çok önemli bir dış göreve gidiyoruz. Görevde olduğumuz süre içerisinde, belirleyeceğim ve sizlere bildireceğim kurallara kusursuz bir şekilde uymanızı bekliyorum. Bu uyum, operasyonun başarısını da sağlayacaktır. Tanrı yardımcımız olsun..."

EMİR ONDAN

DÖNEMİN Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, PKK terör örgütüyle mücadele ve Öcalan'ın yakalanması için alınan kararları 30 Aralık 2008 Salı günü özetle şöyle anlatıyordu: "Son başbakanlığım döneminde, önce pek çok ülke liderine mektuplarla PKK terör örgütü konusunda aydınlatıcı ve uyarıcı bilgiler verdim. 1993 yılının ocak ayında ise Suriye'ye giderek, Hafız Esad'dan, PKK kamplarının dağıtılmasını ve örgüt elebaşısının Türkiye'ye teslimini istedim. O zat, o tarihte Suriye'nin Lazkiye şehrinde yaşıyordu. Hafız Esad, bunu inkár etti. Kendisine uzattığım ve üzerinde örgüt elebaşısının adresi ve telefon numarası bulunan káğıdı da alıp cebine koydu. 1997 yılının aralık ayında Türkiye Cumhurbaşkanı sıfatıyla İslam Konferansı Örgütü Zirvesi'ne katıldım. Bu zirvede, Suriye, Türkiye aleyhine karar tasarısı çıkarttırmak istedi, buna máni oldum ve konferansa katılan liderlere hitaben yaptığım konuşmada, 'Suriye'nin hareketi, ne komşuluğa, ne Müslümanlığa, ne de insanlığa sığar' dedim. Terör örgütünün elebaşısı, siyasi baskılarımız sonucu 9 Ekim 1998 günü Suriye'den sınırdışı edildi. Kendisini adım adım izletmeye başladık. 4 Şubat 1999 Perşembe günü, MİT Müsteşarı, haftalık olağan kabulüm sırasında, bu konuda yeni gelişmelerden söz etti. O zatın Amerikalılar tarafından izlendiğini, muhtemelen Afrika'daki bir ülkede barındırıldığını ifade etti. Aynı günün gece vakti, Amerikalıların müşahhas (somut) bir teklifini bize intikal ettirdi. Bu yeni bilgiye göre, teröristbaşının Kenya'da barındığı tespit edilmiş, istenmesi halinde bize teslim edilebilirmiş. Memnuniyet duydum. Daha sonra bu kararın bizzat Başkan Clinton'dan çıktığını öğrenecektim. Başbakan merhum Ecevit, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Sayın Kıvrıkoğlu ve MİT Müsteşarı Sayın Atasagun'u acilen görüşmeye çağırdım. Bu görüşmede, her şart altında o zatı teslim alma kararı verdik."

Korsan enkazı da Entebbe'deydi

Havalimanının terminal binasında koskocaman "Welcome to Entebbe International Airport" yazısı göze çarpıyordu. Bu havalimanı, yakın tarihimizdeki çok önemli bir hava korsanlığı olayını çağrıştırmaktaydı. Alan, filmlere dahi konu olmuştu. Havalimanında bulunan hurdaya dönüşmüş, devasa bir uçak enkazı, Türkiye'den gelen yolcuların dikkatini çekiyordu. Bu, 1976'da Filistinli hava korsanları tarafından saldırıya uğramış olan Air France uçağının enkazıydı. Aradan 23 yıl geçmiş, ama o enkaza dokunulmamıştı. Kimbilir o enkaz, belki de ibret alınması için orada tutuluyordu.

İkmalsiz uçak 200 bin dolara kiralandı

Müsteşar Atasagun, toplantı sırasında, Öcalan'ı getirebilmek için, ikmal yapmadan 10-12 saat uçabilen, uzun menzilli, sivil bir yolcu uçağına ihtiyaç olduğunu belirtiyordu. Toplantı başlamadan önce gerekli ön hazırlıkları yapmış bulunan Atasagun'un verdiği bilgiye göre, söz konusu uçaklardan Türkiye'de sadece iki adet bulunmaktaydı. Bunlardan birisi eski Devlet Bakanı, işadamı Cavit Çağlar'ın sahibi olduğu Nergis Havacılık şirketine kayıtlıydı. Uzun menzilli öteki uçak ise, İstanbul'daki Akmerkez'in sahibi Dinçkök Ailesi'ne aitti. Başbakanlık'tan yetkili bir kişi, 5 Şubat 1999 Cuma günü Nergis Havacılık şirketinin yöneticisiyle görüşerek, firmalarına ait Falcon uçağının önemli bir dış seyahatte kullanılmak üzere kiralanmak istendiğini bildiriyordu. Havacılık şirketinin yetkilisi, Başbakanlık'tan gelen bu teklife olumlu cevap veriyor, bu arada Türkiye Ulaştırma Bakanlığı Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü'nde kaydı bulunan TC-CAG tescil işaretli Fransız yapımı Falcon 900B tipi uçak, uzun bir dış seyahat için 200 bin Amerikan Doları karşılığında kiralanıyordu.

Kuyruktaki Türk bayrağı ve yazılara bant çekildi

Etimesgut Askeri Havaalanı'ndaki ekip, bu ilk karşılaşma ve görev emrinden sonra beklemeye koyuluyor, ardından da gecenin geç saatlerinde Antalya'ya hareket emri veriliyordu. Başbakanlık tarafından özel görevle yola çıkarılan uçak, bir saatlik yolculuktan sonra Antalya Uluslararası Havalimanı'na iniyor, daha sonra Askeri Havaalanı bölümündeki bir park yerine çekilerek, koruma altına alınıyordu. Bu arada uçak mürettebatı ve diğer görevliler de, Karpuzkaldıran semtindeki askeri tesislerde konaklayacaklardı. Uçak, Antalya'da üç gün boyunca kalacak, kuyruğundaki Türk bayrağı ile "TC-CAG" şeklindeki tanıtma işaretinin üstü ekip şefinin talimatı üzerine bantla kapatılacaktı. Aslında, "TC-CAG" tanıtma işareti ve Türk bayrağı, Nergis Havacılık şirketine ait Falcon 900B uçağının kimliğini oluşturmaktaydı. Bu kimlik olmadan, uçakların sefere çıkabilmesi mümkün değildi. Zaten pilotlar da, uçuş sırasında gittikleri bölgenin uçuş kulelerine kendilerini tanıtırken daima bu kodu bildiriyorlardı. Kuyruğunda tanıtma işareti bulunmayan uçak, özellikle Avrupa ülkelerindeki havaalanlarında dikkat çekebilirdi. Ancak, mürettebata, bir Afrika ülkesine gidileceği söylenmiş, tanıtma işareti bulunmayan uçağın orada problem yaratmayacağı kanaatine varılmıştı.

İletişim için SSB telsizi ve özel kod

Uçakta bir başka önlem daha alınıyor, özellikle Türkiye ile iletişimin "SSB" diye adlandırılan uzak mesafe telsizi ile yapılması kararlaştırılıyordu. Ekip şefi, kaptan pilota yüksek frekanslı vericinin sağlıklı bir şekilde kullanılması için bir de özel kod veriyordu. Bu sayede, uçakta kullanılan haberleşme sistemini başkalarının dinlemesi de önlenmiş oluyordu. Ekip şefi, Antalya'da üç gün kalan uçak için 8 Şubat 1999 Pazartesi günü hareket emri veriyordu. Uçuş mürettebatı, uçuş planını hazırlayarak Antalya Havalimanı'ndaki kuleye bildiriyor, kule de bu bilgileri Brüksel'deki Euro Control Merkezi'ne aktarıyordu. Gerekli uçuş izni kısa sürede geliyor, bu izin, hava sahası kullanılacak ülkeler ile Uganda'nın Entebbe Havalimanı'na inişi kapsıyordu.

Öcalan’ı alacak ekip, Uganda’nın başkenti Kampala’da otel yerleşti.

Dokuz kişiden sekizi, niçin geldiklerini bilmiyordu. ’Muz tüccarı’ kisvesi altındaki ekip, dört odada, güvenlik nedenleriyle ikişer üçer kişilik gruplar halinde kalıyordu. Hiç dışarı çıkmıyor, lobide bir araya gelmiyor, birbirlerini göz temasıyla izliyorlardı. Ve beklenen gün geldiğinde, ekip şefi o tarihi açıklamayı yapıyordu: "Şimdi, Kenya’nın başkenti Nairobi’ye gidiyoruz. Oradan uçağımıza bir yolcu alacağız. Bu yolcu, ülkemizin birliği ve bütünlüğüne kasteden, binlerce insanımızın katili Abdullah Öcalan..."

TÜRKİYE’den Uganda’nın başkenti Kampala’ya gizemli bir uçak gelmişti. Bu, Batılı işadamlarının Afrika’ya çıkartma yaptığı uçaklara benziyordu. İçinde, üç mürettebatın yanı sıra altı yolcu vardı. Hepsi spor kıyafetliydi. Kendilerine "muz tüccarı" süsü veriyorlardı. Zaten pasaportların da işadamı yazıyordu.

Kampala, gelişmemiş, klasik bir Afrika başkenti görünümündeydi. Aslında Türkler, Kampala’nın içine gitmeyecek, havalimanının bulunduğu Entebbe semtindeki "The Windsor Lake Victoria Hotel Entebbe" isimli otelde konaklayacaktı. Dokuz yolcu, dört odada, ikişer, üçer kişilik gruplar halinde konaklayacaklardı. Çünkü, operasyon ekibinin tek kişilik odalarda kalması, güvenlik açısından sakıncalı bulunmuştu. Uçak mürettebatı ve diğer görevliler, otele hapsedilmiş gibiydi. Káh odalarında istirahate çekiliyor, káh lobide ikili, üçlü gruplar halinde sohbet ediyorlardı. İşin uzayacağını tahmin eden birkaç kişi de kitapların sayfaları arasında geziniyordu.

Ekip her çatışmaya karşı eğitimli ve donanımlıydı

Günler ve saatler bir türlü geçmiyor, aynı uçakta seyahat eden bu 9 kişi, otel lobisinde birbirlerini tanımamazlıktan geliyorlar, göz temasıyla iletişim kuruyorlar ve kendilerine "Biz buraya niye geldik?" sorusunu yöneltiyorlardı. Türk operasyon görevlileri, güvenlik önlemleri alma konusunda eğitimli ve deneyimliydi. İnecekleri havalimanlarındaki uluslararası güvenlik ağına güveniyor, ama kendi önlemlerini de alıyorlardı. Kısacası, havalimanlarında herhangi bir saldırı ve çatışma anında etkin şekilde karşılık verebilecek donanıma sahiplerdi. Ekip, Uganda’daki otelde ise, kendilerini korumaktan yoksundu.

Onlar, bu ülkeye gelirken, başkent Kampala’nın şartlarını ve ortamını Amerikalılarla müzakere ederek yola çıkmışlardı. Otel dışına çıkmak da, ekibin güvenliği açısından sakıncalı görülmüştü. Aslında dışarı çıkmanın bir cázibesi de yoktu. Entebbe sinekleri insanların üzerine çılgınca saldırıyor, kavurucu hava, nefes almayı güçleştirdiği için herkes kendisini kapalı alanlara atıyordu. Türkiye’den gelen yolcular, uçağın penceresinden Kampala ve çevresini gündüz gözüyle seyretme imkánı bulmuşlardı. Her taraf yemyeşildi. O yeşillikler arasında villa gibi konutlar görünüyordu. Uçak inişe geçtiği anda, villa zannedilen o konutların kümes büyüklüğünde, Afrika’nın klasik gecekondusu, "teneke evler" olduğu anlaşılacaktı.

Operasyon ertelendi Hedef, ’G Günü’ Nairobi

Bu arada Ekip Şefi’nin, konaklanan otelde, tiplerinden Amerikalı oldukları tahmin edilen iki kişiyle ayaküstü görüşme yaptığı görülüyor, buna da bir anlam verilemiyordu. Amerikalıların, operasyon ekibiyle aynı otelde kaldıkları da anlaşılıyordu. Sonunda beklenen gün gelmişti. Takvim yaprakları 12 Şubat 1999 Cuma gününü gösteriyordu. Şefin emri, odadan odaya telefon trafiği ile herkese ulaştırılıyor, "Hazır olun, yola çıkıyoruz" deniliyordu.

Ekip derhal hazırlanmış, lobide biraraya gelmiş, Şef’in talimatını bekliyordu. Şef, talimattan önce, günlerdir merak ve heyecanla beklenen operasyonun amaç ve hedefini açıkladığı konuşmada şunları söylüyordu: "Arkadaşlar, biliyorum, hepiniz merak içerisindesiniz. Ankara’dan hareket ettiğimiz andan itibaren ’Acaba nereye gidiyoruz, kendimizi nasıl bir operasyonun içinde bulacağız?’ diye düşünmeye başladınız. Sizi daha fazla merakta bırakmak istemiyorum. Şimdi, Kenya’nın başkenti Nairobi’ye gidiyoruz. Oradan uçağımıza bir yolcu alacağız. Bu yolcu, ülkemizin birliği ve bütünlüğüne kast eden, binlerce insanımızın katili Abdullah Öcalan... Çok önemli bir görevdeyiz. İnşallah, bunu yüzakıyla tamamlayıp, bebek katilini Türk adaletine teslim edeceğiz." Şeften bu bilgiyi alan görevliler ve uçak mürettebatı, bir anda çok büyük bir heyecana kapılıyor, Öcalan’la karşılaşacakları ve onu teslim alacakları anı sabırsızlıkla beklemeye başlıyorlardı. Operasyon ekibi, topluca otelden ayrılıp Entebbe Havalimanı’na ulaşıyor, işadamı rolündeki Türkler, terminal binasına giriyor, yolcu salonundan pasaport polisine geçmek için Şef’ten yeni bir talimat bekliyordu. Bu sırada, uçuş ekibi park yerine gitmiş, uçağı hazırlamaya koyulmuştu. Ancak, beklenen emir, arzu edildiği şekilde olmuyor, seyahatin ertelendiği bildiriliyordu.

Yolcular, tekrar Hotel Entebbe’ye ulaşıyor, birkaç saat önce terk ettikleri odalarına yerleşiyorlardı. Yeni bilgi, yeni heyecan getirmişti. Artık hedef belliydi. Uçak, bir "G Günü"nde Nairobi’ye gidecek ve Öcalan oradan teslim alınacaktı. Operasyon ekibi ve uçak mürettebatı, bu defa kafalarında yeni senaryolar oluşturmaya başladı. Herkes, herşeyi düşünüyor, ama kural gereği bu düşüncelerini birbirleriyle paylaşmıyorlardı.

Öcalan’ı kandırmak için mavi gözlü MİT görevlisi

15 Şubat Pazartesi günü nihayet beklenen haber gelmiş, 3 mürettebat ve 6 yolcu Entebbe Havalimanı’nda bekleyen uçaklarına binerek, Kenya’nın başkenti Nairobi’deki Jomo Kenyatta Havalimanı’na gitmek üzere kemerlerini bağlamışlardı. Uçak, yaklaşık bir saatlik yolculuktan sonra, Ekvatoru aşarak Nairobi’deki Jomo Kenyatta Havalimanı’na iniyor ve VIP salonunun karşısındaki park sahasına çekiliyordu.

Uçak, körüklerin karşısındaydı. Ayrıca uçağın bulunduğu park, havalimanının sınırına yakındı. Alanın çevresi, yüksek tel örgülerle çevriliydi. Öğleden sonra ulaşılan Nairobi’de hava çok sıcaktı. Havalimanı pistinden sanki alev fışkırıyordu. Alanda çok sayıda Amerikan uçağı vardı. Büyük kısmı C141 kargo uçaklarıydı. Operasyona gelen Türkler, kendilerini Amerika’da bir havalimanına inmiş gibi hissediyorlardı. Bu arada Ekip Şefi’nin verdiği talimata uyularak Kule’den iki saatlik bir uçuş plánı alınıyor, bir başka ifadeyle, uçağın Nairobi Havalimanı’ndan iki saat içinde havalanacağı Brüksel’deki Euro Control Merkezi’ne bildiriliyor, aynı zamanda uçağa yakıt ikmáli yapılıyordu. Geri sayım başlamıştı. Öcalan, iki saat içerisinde havalimanına getirilip teslim edilecek ve uçak da yolcusunu aldıktan sonra Türkiye’ye hareket edecekti. Oysa Jomo Kenyatta Havalimanı’ndaki yer hizmetleri görevlilerine uçağın Hollanda’ya gideceği bilgisi verilmiş, Nairobi’deki Yunan Sefarethanesi’nde bulunan Öcalan da, Hollanda’ya gideceği ümidiyle yola çıkmıştı.

Öcalan’ın uçağa tereddütsüzce binebilmesi için, Türkiye’den gelen, Hollandalılara benzeyen sarışın, mavi gözlü bir görevli, merdiven başında kendisini bekliyordu. Türk ekibinin alanda bir güvenlik endişesi yoktu. Çünkü, operasyonu hem Kenya makamları, hem de bu ülkede etkili ABD’li görevliler destekliyordu. Havalimanına silahlı bir saldırının gerçekleşme ihtimali çok düşüktü. Çünkü burası silahtan arındırılmış bir bölgeydi.

Ve o ünlü cümle anı: ’Memlekete hoşgeldin’

Ayrıca, Kenya güvenlik yetkililerinin de çevrede sıkı güvenlik önlemleri aldığı görülüyordu. Uçağın yakınındaki tel örgülerin arkasında dolaşan ve sivil güvenlik personeli olduğu anlaşılan iri yapılı, uzun boylu zenciler, sürekli çevreyi gözetliyordu. Evet, beklenen an gelmişti. Ekip Şefi, mürettebat ve yolculara alarm veriyor, Öcalan, aprona kadar giren üç arabalık bir konvoyla uçağın yanı başına kadar getiriliyordu. Bu olağanüstü anda, 9 kişinin yapacağı görevler, daha önceden belirlenmişti. Kaptan Pilot, motorları çalıştırıyor, Türk görevliler arasında bulunan ve Hollandalılara benzeyen personel de, yeni yolcuyu uçağın merdiven başında karşılayarak selamlıyordu. Öcalan, bu sarışın görevliyi gördükten sonra, kendisini Hollanda’ya götüreceğinden emin olduğu uçağa koşar adımlarla biniyordu.

Kenyalılar ise, merdiven başındaki bir başka görevlinin eline Öcalan’ın valizini de tutuşturduktan sonra, apronu hızla terk ediyorlardı. Şık bir İtalyan elbisesi ve kravatı bulunan Öcalan, uçağın kapısından içeri adım atar atmaz, görevliler kendisini "Memlekete hoşgeldin" cümlesiyle karşılıyor ve derhal ellerini kelepçeleyip, gözlerini bantlıyordu. Kaptan, konvoyun yaklaştığı haberi ulaşınca, uçağın sağda ve kuyruğun üstündeki iki motorunu çalıştırmış, son yolcuyu aldıktan sonra sol motoru da devreye sokmuştu. Türkiye’den yolcu ve mürettebat dahil 9 kişiyle gelen uçak, 10 kişiyle yoluna devam edecekti.

Bir başka Falcon 900 tipi uçak da, Öcalan’ı 14 gün önce Yunanistan’dan Kenya’ya getirmişti. Malezya bayraklı o uçağın kuyruğunda şu bilgi yer almaktaydı: "9 M BAB." Öcalan’ı Türkiye’ye götürecek uçağınkaptan pilotu, uçuş kontrol kulesiyle temasa geçip havalanmak için izin istiyor, şans eseri hiç bekletilmeden o izni alarak, iki-üç dakika içinde de havalanıyordu. Uçak, gökyüzüyle, güneş batmak üzereyken buluşuyordu.

Uçak, çok riskli bir kalkış yaptı

ŞİMDİ, bu, zamana karşı yarışın arka plánına bir bakalım... Uçakta, full yakıt ve full yolcu vardı. Yani, uçağın 10 tonluk yakıt deposu tamamen doluydu. Bu önlem, ikmalsiz Türkiye’ye ulaşabilmek için alınmıştı. Uçak ayrıca, yolcu kapasitesinin tamamını kullanmış, full yakıtla birlikte 24 tona ulaşmıştı. Oysa böylesine yüklü uçakların, deniz seviyesinden yükseldikçe havalanması fizik kuralları gereği daha da zor oluyordu. Jomo Kenyatta Havalimanı ise, deniz seviyesinden yaklaşık 1600 metre yüksekte olduğu için, performans dışına çıkan üç motorlu uçak, tüm riskler göze alınarak 4 km. uzunluğundaki pistin son noktasına kadar giderek hız kazanmış ve ardından da derhal havada tırmanışa geçmişti.

3 tehlikeli hava sahası aşılacaktı

KAPTAN Pilot, Ekip Şefi’nin talimatıyla SSB uzak mesafe telsizini kullanarak Türkiye’yi haberdar etmek istiyor, ancak iletişim mümkün olmuyordu. Uçaktan Türkiye’ye ilk telsiz mesajı Sudan semalarından ulaşacaktı. Uçak havalandıktan hemen sonra askeri tabip, Öcalan’ı sağlık kontrolünden geçiriyordu. Meçhul yolcuya gerektiğinde ácil müdahalede bulunabilmek için kullanacağı tıbbi cihazları da almıştı. Öcalan, Hollanda’ya gideceğini zannettiği uçağın içinde bir anda Türk görevlilerle karşılaşınca şok yaşıyor, bu nedenle doktor sakinleştirici iğne yapıyordu. Kar maskeli görevliler, şaşkın bakışlarla kendilerini izleyen Öcalan’aseyahat boyunca her ihtiyacının karşılanacağını söylüyorlardı. Öcalan’ı Türkiye’ye götüren uçağın yaklaşık 8 saatlik yolu vardı.

Rota, Sudan, Mısır ve Akdeniz’deki Yunanistan hava sahası üzerinden Türkiye olarak belirlenmişti. Ancak, bu defa uçağın güvenliği Afrika’ya gidişte olduğu gibi rahat değildi. Uçakta uluslararası bir terörist vardı ve dünyanın her tarafında kolu bulunmaktaydı. Sudan, güvenli değildi. Hava sahasından geçerken beklenmedik bir saldırıyla karşı karşıya kalınabilirdi. Keza, Mısır hava sahasında da sürprizler mümkündü. Güvenlik endişesi, Akdeniz hava sahasına girince daha da artacaktı. Çünkü Öcalan’ı taşıyan uçak, kendisini yıllardan beri himayesi altında tutan Rodos Adası semalarındaki Yunanistan hava sahasını geçtikten sonra Türkiye’ye ulaşacaktı. Uçak, Nairobi’den havalanırken, Kule’ye Antalya’ya gideceği bildirilmiş, yedek alan olarak da Dalaman seçilmişti. Ancak, Türk hava sahasına geldikten sonra, bu uçuş plánı istenildiği şekilde değiştirilebilecekti.

’Ülkemi severim annem de Türk’

ABDULLAH Öcalan, yaklaşık 8 saatlik yolculuk süresince zaman zaman uyudu, zaman zaman sorgulandı. MİT görevlilerinin fotoğraf makinası, video kamera ve ses aygıtı sürekli çalışmaktaydı. Uçakta, dönüş yolculuğunda da ikram yoktu. Yolcular ve mürettebat, Uganda’dan yanlarına yine sandviç almışlardı. Operasyon ekibi, yeme-içmeden çok, Nairobi’de teslim alacakları yolcuyu düşünüyorlardı. Ayrıca, Jomo Kenyatta Havalimanı’nda da sadece yakıt ikmali yapılmış, catering ikmali için teşebbüste bulunulmamıştı.

Sadece su istedi

Görevliler, seyahat boyunca tüm ihtiyaçlarını karşılayabileceklerini söyleseler de, Öcalan sadece su istemekle yetiniyordu. Öcalan’ın gözleri uçağa girdiği an bantla kapatılmıştı. Görevliler, ifade almaya başlarken bantı çıkarıyor ve bunu bir daha kullanmıyorlardı.

Uzun süren sorgulamadan sonra, Öcalan’ın gözleri bu defa bir bezle kapatılıyordu. Öcalan’ın elleri ise, güvenlik nedeniyle sürekli kelepçeliydi; çünkü, uçakta ani bir taşkınlık yapıp, "emergency exit" diye isimlendirilen acil çıkış kapısına yönelebileceğini hesaba katıyorlardı. Operasyon ekibi zaman zaman başındaki kar maskesini çıkarma ihtiyacı hissediyor, böyle durumlarda Öcalan’ın gözü yine bezle kapatılıyordu. Üç kişiden oluşan uçak mürettebatı ise, her zamanki gibi üniformalı vaziyette göreve devam ediyordu. Onlara kar maskesi takma zorunluluğu getirilmemişti.

İşte ilk ifadeleri

Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesinden sonra basına yapılan resmi açıklamada, PKK yöneticisinin uçakta sorgulanması sırasında şu diyaloğun gerçekleştirildiği bildirilecekti:

Devlet görevlisi: Abdullah Öcalan, memlekete hoş geldin. Nasılsın?

Abdullah Öcalan: (Şaşkın ve morali bozuk bir halde) Sağol, iyiyim.

Miden mi yanıyor?

İyi.

Yani sağlıktan bir problemin yok?

(Kafasıyla "Hayır" işareti yapıyor.)

Ne var? Midende mi var? Ağrı, ekşime falan mı var? Yanma mı var?

(Kafasını sağa sola sallayarak yüzünü ekşitiyor.)

Tamam, gereken tedaviyi biz yaptırırız. Şimdi sana bazı şeyler sormak istiyorum.

(Öcalan sürekli gözlerini kapatıyor.)

Gözlerini kapatmana gerek yok. İstersen suyla silelim mi? Bant izleri rahatsız ediyorsa suyla silelim gözlerini, rahat etsin.

(Öcalan, kafasını sallayarak "Hayır" diyor.)

Sen şimdi bizim misafirimizsin. Rahat ol. Yani kendini öyle sıkıntıya sokma. İstediğin birşey varsa...

Ben ülkemi severim. Annem de Türk’tü.

Biraz daha yüksek sesle konuşabilir misin?

Bir hizmet imkánım olursa yaparım. Onun dışında bana bir şey söylemeyin. Hizmet gerekirse yaparım.

Sorulara cevap verirsen, hizmet yapmış olursun. Yüzünü gözünü silelim eğer rahatsız oluyorsan.

Türkiye’ye dönünce hizmet edeceğim. Fırsat verirseniz, hizmet ederim. Bunları, halkın içinde konuşuyorum. Başka bir şey de konuşmam. Bir hizmet imkánım varsa, ben inanıyorum vardır, daha üst düzeydekilere de bildirirsek, ben hizmeti seve seve ederim. Ben hizmet edeceğim. Çok iyi edeceğim.

Şimdi bak kaydediyoruz, senin şeylerini.

Yayınlayın. İşkence etmediniz, benim içimden geliyor. Ama ben gerçekten söylüyorum. Türkiye’yi seviyorum. Ve Türk halkını da seviyorum. Onlar için iyi hizmet edeceğime inanıyorum. Fırsat verilirse yaparım.

Şimdi fırsat verilecek de. İstediklerin ne?

Kendinizi yormayın, böyle şeylere gerek yok.

Yok zaten, bir emniyet tedbiri.

Pek sevindiğim bir nokta var. Eğer dikkat edilirse aslında konuşulacak bir konu bu. Ama içime öyle doğuyor ki. Gerçekten iyi hizmetler yapacağıma inanıyorum.

Yunan istihbaratı nasıl ’uyutuldu’

TÜRKİYE’den yola çıkan ekip, niçin doğrudan Nairobi’ye gitmemişti? Bu sorunun cevabını araştırdık ve şu sonuca ulaştık: Operasyon, Nairobi’de gerçekleşecekti. Çünkü, Öcalan’ın Nairobi’deki konaklama adresini Amerikalılar kesin olarak tesbit etmişti. CIA yetkilileri, Kenya hükümetiyle konuşuyor, anlaşıyor ve Öcalan’ın Yunanistan Büyükelçilik resmi ikametgáhından zorla çıkarılması konusunda fikirbirliğine varılıyordu. Türk operasyon ekibi, ABD’lilerin güvencesiyle yola çıkmış ve Kenya’ya en yakın ülkenin başkentinde beklemeye koyulmuştu. Ekibin, Nairobi’de beklemesi sakıncalıydı. Çünkü, Yunan istihbaratının, bu başkentte "Öcalan"la ilgili gelişmeleri adım adım izlediği tahmin ediliyordu. Özel bir Türk uçağının Kenyatta Havalimanı’nda günlerce beklemesi, Yunanistan başta, diğer ülke istihbaratları, hatta PKK’nın dikkatini çekebilirdi. Tüm bu nedenlerle operasyon olgunlaşıp gerçekleşene kadar Öcalan’ı alacak özel ekibin Uganda’da bekletilmesi uygun görülmüştü.

Öcalan’ı kaybetti bir araba sopa yedi

HAVADA Abdullah Öcalan elleri kelepçeli halde Türkiye’ye doğru uçarken, yerde ise bir büyük panik vardı. 9 Ekim 1998’den beri zaman zaman Öcalan’ın seyahatlerine katılan Yunan Gizli Servisi EYP ajanı Savvas Kalenderidis, terminaldeki bir yol kenarına oturmuştu. Koruması altındaki, Türkçe ve Kürtçe bildiği için aynı zamanda tercümanlığını yaptığı terör örgütü yöneticisi, bir anda kaybolmuştu. Kalenderidis olayın şokunu yaşarken, üç kadınla, bir erkeğin saldırısına uğruyor ve adamakıllı dayak yiyordu. Dayak atanlar ise, Avrupa Birliği pasaportu taşıyan Şemse Dilan Kılıç, Nurcan Derya ve Melsa Deniz isimli PKK terör örgütü mensubu üç kadınla, İbrahim Ayas adındaki erkekti. Bu dayak faslı sırasında, Kalenderidis’in imdadına Yunanistan’ın Nairobi Büyükelçisi Yorgo Costorlas yetişiyor, ama olaylar bununla da bitmiyordu. Çünkü Öcalan, kayıplara karışmıştı.

Yunanistan Dışişleri Bakanı Pangalos ise, gelişmeleri Atina’dan telefonla sürekli takip ediyordu. Pangalos’tan, havalimanında şaşkın vaziyette dolaşan Büyükelçi’ye gelen ilk talimat şöyle idi: "Üçü kadın dört PKK’lıya sahip çıkma." Ancak, Büyükelçi, PKK’lıların tehdidine boyun eğip dört kişiyi Büyükelçiliğe götürmek zorunda kalıyor ve on gün diplomatik dokunulmazlığı bulunan binada barınmalarını sağlıyordu. Yunanlıların PKK’lılara son jesti ise, onları 25 Şubat 1999 günü özel bir uçakla Atina’ya göndermekti.

Hulusi Turgut - Hürriyet
Yayın Tarihi : 2 Mart 2009 Pazartesi 13:36:17
Güncelleme :2 Mart 2009 Pazartesi 13:50:05


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
delamet IP: 94.122.27.xxx Tarih : 1.03.2009 19:06:28

evet karşılığında belkide ülkemızın bölünmesını vereceğiz oysa böyle olmayabilirdı


buğra yılmaz IP: 85.107.106.xxx Tarih : 3.03.2009 01:55:51

selamlar öncelikle nasıl mı gelmiş bence uçakta kucakta gelmiştir ...mynet okuyordum biri yorum yazmış gün gelecekmiş bizler bu vatanda azınlık olacakmışız da kendimizi gizleyerek yaşayacakmışız onlar iktidar olacaklarmış onların o kadar arkası var mı bu bir ikincisi bence azdılar kimliklerini gizleyip sığıntı gibi yaşayacaklar ama biz onları kokularından tanıyarak atacağız gibi geliyor yaradan ne demiş azma kulum bulursun zülm ....azmayın bence  he bu arada iktidarsızlar iktidar olamaz onlardan korkanda onlar gibi olsun


Cansu IP: 88.232.21.xxx Tarih : 2.03.2009 21:06:28

Ne yaparlarsa yapsınlar ama ülkeyi bölemezler arkadaşlarım. Bu şerefsizler ülkeyi bölmeye çalışsalar bile bölemezler bu kadar emin konuşuyorum çünkü bu ülkeyi bölmeleri için Ülkede tek Türk kalmamalıki bölebilsinler ama bu olmayacak bir ölürüz bin doğarız vatan sağolsun bölemeyecekler ne olursa olsun. Bu ülke kolay kurulmadı kolayda yıkılmaz....


lawyer IP: 88.229.110.xxx Tarih : 1.03.2009 16:23:31

peki biz bunun karşısında amerikalılara neler verdik onu da yazarsanız yarın ki yazınızda seviniriz...amerika bu herhalde bedava yapmamıştır bu işi..kim bilir belki de hala veriyoruzdurrr....


erdal:: IP: 78.170.77.xxx Tarih : 1.03.2009 19:57:25

dostum ne verıyoruz bılıyormusun bağımsızlığımızı ne verıyoruz bılıyormusun özgürlüğümüzü bu gun amerıkanın arka bahçesinde emperyalıst güzçler barbekü partisinde büyük orta doğu projesini ve türkiyeyyi nasıl bir kaos ortamına sokarız dıye planlarda bulunuyorlar israille neler yapılacak neler daha zaman herseyın kokusu basladı cıkmaya su an bundan faydalanan bazı kesımlerde vardır mutlakakki.....


mehmet ersindigil IP: 88.76.87.xxx Tarih : 2.03.2009 18:22:24

Sayin Hulusi Turgut"Katilin gelisini güzel bir sekilde yazarak dile getirmissin.Cok güzel madem,ki Amerikan ajanlari teslim etti.O zaman aldigimiz duyumlarda acaba dogru,mu bunuda arastirmaniz ve okurlarla paylasmanizi rica ederim.Örnegim sözde Amerikalilar Binlerce insanin katilini asilmamak sarti kosmuslar.Eger dogru ise bunun yaninda Türkiye büyük ödün vermis demektir.Eger bu dogru ise niye bu kadar zahmet edip gidip getirdiler.Ve getirmege giden 9 Türk ekibini rizk,e soktular.O 9 Türk evladida oralarda her an ölebilirlerdi bu hic düsünülmedimi saygilarimla.