30
Nisan
2025
Çarşamba
EĞİTİM

ÜNİVERSİTE Mİ YÜKSEKOKUL MU?

YÖK'ün 2007 tarihli 'Türkiye'nin Yükseköğretim Stratejisi' raporu, üniversite bünyesindeki fakültelerin, akademik eğitim yapan fakülteler ve uygulamalı bilimler fakülteleri olarak iki gruba ayrılmasını öngörür. Bu yapılanma, yükseköğretime girişte yaşanan meslek lisesi-genel lise ayrımı ve özellikle mesleki eğitimin bilinen sorunları için köklü bir çözüm olacak, anlamsız katsayı tartışmalarını gündemden düşürecektir...

Sayın İlber Ortaylı’nın, geçtiğimiz hafta dile getirdiği “her ilde üniversite açılmasına” yönelik eleştirisi, Türkiye’nin yükseköğretim politikasını yeniden gündeme getirdi. Sayın Ortaylı’yı destekleyenler ve karşı çıkanlar oldu. Üniversite sayısı ve üniversitelerin ülkeye dağılımı konusunda öteden beri iki ayrı görüş bulunduğu bilinmektedir. Bunlardan biri, üniversitelerin asıl işlevlerini yürütebilmesi için büyük kentlerde bulunması, ikinci görüş ise, genç nüfustaki hızlı artışla yükseköğretime olan aşırı talep nedeniyle üniversitelerin sayıları arttırılarak büyük kentler dışına da yayılmasıdır.

Yükseköğretimin; dünyanın öteki ülkelerinde olduğu gibi, ülkemizde de kitle eğitimine dönüşmesiyle, Türkiye’nin yükseköğretim politikası, 1970’lerden itibaren ikinci görüş doğrultusunda şekillenmeye başladı. Bu politikayla, Cumhuriyetin kuruluşunun 50.yılında 12 olan devlet üniversite sayısı, 1980’de 19’a, 1990’da 28’e çıktı. 2000 yılı öncesinde, üniversite sayısındaki en büyük artışın 1990’lı yıllarda olduğu görülür. 1992’de 23 ilde 23 ayrı devlet üniversitesi kurularak Cumhuriyet tarihinde “üniversite kurma rekoru” kırılmış, akademik camiada bu durum kaygıyla karşılanmıştır. Aynı
on yıl içinde, 20 vakıf üniversitesinin kurulmuş olduğunu da ayrı bir not olarak düşmekte yarar vardır.

Üç yılda 41 devlet üniversitesi!
Türkiye, 1933’de üniversite reformuyla bir üniversite ile başladığı sürece, 2000’li yıllara 54’ü devlet üniversitesi olmak üzere 73 üniversite ile girdi. Türk yükseköğretiminin, 1990’lı yıllarda ölçüsüzce arttırılan üniversite sayısı ve dağınık yapının yol açtığı sorunlarla baş etmede önemli mesafe aldığı görülür.
Türkiye’nin farklı illerinde yeni yeni toparlanmaya ve kurumsallaşmaya başlayan üniversiteler, siyasi iktidar değişikliğinin yaşandığı 2002 yılından itibaren, hükümetlerin izlediği politika nedeniyle zorlu bir döneme girmiştir.

AKP Hükümetleri, iktidarının ilk altı yılında, kaynak ve kadro bakımından talep edilen ihtiyaçlara kayıtsız kalarak üniversitelerin gelişmelerinde frenleyici etki yapmıştır. Bu politikanın başlıca nedeni, hükümetin, dönemin YÖK yönetimi ve rektörlere karşı olan tutumudur. Bu tutumun nedenleri kamuoyu tarafından bilinmektedir. Hükümet, o dönemde, bir taraftan araştırma görevlisi atamalarını kararnamelerle durdurarak, üniversitelerin öğretim üyesi yetiştirme planlamasını engellerken, Yükseköğretim Kurulunun hazırladığı “yeni üniversite kurma ölçütlerine” itibar etmeyerek, ‘her ile üniversite’ politikasıyla, Mart 2006’da 15, Mayıs 2007’de 17 ve Mayıs 2009’da 9 olmak üzere üç yılda 41 yeni devlet üniversitesi kurmuştur. Aynı dönemde, 21 yeni vakıf üniversitesinin kuruluşuna izin verilmiş olduğunu, ikinci bir not olarak belirtmekte yarar vardır. Böylece 1992’de gerçekleştirilen 23 yeni üniversite kurma rekoru, ikiye katlanarak ‘egale edilmiştir’.
Yükseköğretime olan talebe yönelik ek kapasite yaratmaktan çok, siyasi çıkara dönük bu politikayla gerçekte yapılan iş, mevcut üniversitelerin farklı illere dağılan fakülte ve meslek yüksekokullarına ‘üniversite’ adı verilmesidir. Böylece, henüz 10-15 yılını doldurmayan üniversiteler küçük parçalara bölünmüştür. Yükseköğretimdeki kapasite bu politikayla büyümemiş, üniversiteler bölünerek küçültülmüştür. Birkaçı, fiziki altyapısı ve akademik kadrosuyla üniversite olmayı hak etmesine karşılık bu illerin büyük bölümünde, ‘üniversite’ adı altında açılan bu kurumlar, kamuoyu ve akademik camiada haklı olarak ‘tabela üniversiteleri’ olarak adlandırılmıştır.

Üç yıl gibi kısa bir sürede, fiziki koşullara ve akademik kadro imkânına bakmadan bu kadar çok üniversite açılması gerçekçi bir yükseköğretim politikası mıdır? Her ilde açılan bu kurumlar gerçekten üniversite midir? Sınırlı ekonomik olanaklar ve öğretim üyesi potansiyeliyle, illere dikilen bu tabelaların altında toplanan gençlere üniversite eğitimi verilebilecek mi? Yoksa bu kurumlar, bir köşe yazarının dediği gibi, “Fakir çocukları kendini okumuş hissetsin diye açılan devlet üniversiteleri” mi olacak? Tüm bunların sorgulanması, Türk yükseköğretiminin geleceği açısından büyük önem taşımaktadır.

Üniversite nedir?
Evrensel tanımıyla üniversite, olayları irdeleyerek, tartışarak ve sorgulayarak sonuç çıkarmayı öğreten özgür eğitim ortamıdır. Üniversiteler, bilimsel düşünceyi öngören, bilim üreterek bilime katkıda bulunan kurumlar olup ürettiği bilgiyi topluma sunarak, ülkenin ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel yönden gelişmesinde lokomotif görevi üstlenirler.

Dünyanın bellibaşlı ülkelerindeki üniversitelere bu tanım perspektifinde bakıldığında tüm üniversitelerin aynı şablon içinde olduğu söylenemez. Yükseköğretimin, elit eğitiminden kitle eğitimine dönüşmeye başlamasıyla, üniversitelerin genel olarak iki ayrı grupta toplandığı görülür. Araştırmaya ağırlık veren üniversiteler ilk grupta olup bunların toplam üniversite sayısı içindeki oranı düşüktür. İkinci grupta yer alanlar ise eğitime ağırlık veren üniversitelerdir. İki gruptaki yükseköğretim kurumlarının işlevleri farklı olduğundan, bunların, “birinci sınıf ve ikinci sınıf “üniversite olarak algılanması doğru değildir.

Türk yükseköğretiminin yapılandırıldığı 2547 Sayılı Kanun, her nedense böyle ikili bir yapıyı öngörmemiş, tüm üniversiteler, iki yıllık meslek yüksekokullarını da kapsayacak şekilde aynı şablon içine alınmıştır. Daha da ilginç olanı, bu anlayışla, Boğaziçi ve ODTÜ gibi, araştırma ağırlıklı eğitim veren üniversitelerimiz bile aynı klasik yapıya dönüştürülmüştür.

Bir üniversitenin, yukarıda tanımlanan iki kategoriden hangisi içinde yer aldığının önemli bir göstergesi, araştırma performansı ile ilgili veriler olup bunun en önemli ölçütü üniversitenin ürettiği yayın sayısıdır. Türkiye, 2008 verilerine göre üniversitelerde üretilen toplam yayın sayısıyla dünya ülkeleri arasında 18.sıraya kadar yükselmiştir. Bu hiç de küçümsenmemesi gereken bir başarıdır. Ancak üniversitelerimiz bu sonuca katkıları bakımından homojen bir yapı göstermez. Örneğin 728 öğretim üyesi olan ODTÜ’nin 2008 yılı net yayın sayısı 803 iken, 1302 öğretim üyesi olan Marmara Üniversitesi’ninki 433’dür. Değerlendirmede yer alan 115 üniversiteden yalnız 8 üniversite için öğretim üyesi başına düşen yayın sayısı 1,0-1,9 arasında, 52 üniversitede 1,0-0,5 arasında, geriye kalan 55 üniversitede ise 0,5’in altındadır.

Bu heterojen yapının birden fazla nedeni olmakla birlikte, en belirleyici nedenlerinden biri, üniversitenin lisansüstü eğitime verdiği ağırlıkla ilgilidir. Dünyanın belli başlı araştırma üniversitelerinde, lisansüstü öğrenci oranının lisans öğrenci oranından fazla olduğu görülür. 2009 yılı verilerine göre, örneğin ABD’de en çok tanınan üniversitelerden Harvard’da lisansüstü öğrenci oranı %65, MIT’de %59, Yale’de, %54’dür. Bu ölçüte göre bizdeki durumu sorgulamak için lisansüstü öğrenci oranlarının en yüksek olduğu üniversitelere ait bilgilere bakalım. 2008 yılı verilerine göre, lisansüstü öğrenci oranı: Galatasaray Üniversitesinde %28, ODTÜ’de, %27, İTÜ’de %25, Boğaziçi Üniversitesi’nde %23, Ankara Üniversitesi’nde %21, İstanbul Üniversitesi’nde %15, Hacettepe Üniversitesi’nde %14’dür. Görüldüğü gibi bu verilere göre, araştırma üniversitesi denilebilecek üniversitelerimizde bile lisansüstü öğrenci oranı yüzde 30’un altındadır.

Üniversite mi yüksekokul mu?
Türk üniversitelerini; lisansüstü-lisans öğrenci oranları yerine, lisans-önlisans öğrenci oranları bakımından değerlendirmek ve karşılaştırmak belki daha gerçekçi olacaktır. Önümüzdeki yıllarda üniversitelerimizin bu ölçüte göre konumlarının ne olacağını görmek için, bugünkü öğrenci sayıları yerine, öğrenci kontenjanlarına bakmak gerekir. 2009-2010 eğitim-öğretim dönemi kontenjanlarına göre lisans öğrenci oranı en yüksek ve en düşük olan üniversitelere ait bilgiler, grafikte gösterilmiştir. Ayrı bir yazının konusu olacağı düşüncesiyle, vakıf üniversiteleri ile ilgili bilgilere burada yer verilmemiştir.
Bir bölümü grafikte verilen 2009-2010 dönemi kontenjanlarına ait verilere göre;

* 95 Devlet üniversitesinin yalnız 35’inde, lisans öğrenci oranı yüzde ellinin üzerindedir.

* Önlisans öğrenci oranı; 41 üniversitede yüzde altmışın, 18 üniversitede ise yüzde yetmişin üzerindedir.

* Lisans öğrenci oranı, yeni açılan üniversitelerden Bitlis Eren Üniversitesinde %3.2, Batman Üniversitesi’nde %6.8, Mardin Artuklu Üniversitesinde % 14.0’dir.
2009-2010 Lisans - Önlisans öğrenci kontenjanlarının, toplam öğrenci kontenjanı içindeki yüzdeleri

Tüm bu veriler, son üç yılda açılan ve adı ‘üniversite’ olan kurumların büyük bir bölümünün gerçekte, üniversite değil, zayıf donanımlı meslek okulu işlevi yürüttüğünü göstermektedir. Bu görüşü destekleyen bir değil, birden çok gösterge vardır.

Ne yapılmalı?
Türk Yükseköğretimi ile ilgili yukarıda verilen bilgiler, “üniversite” adı altında açılan kurumların, yürüttüğü işlevlerine uygun biçimde yeniden yapılandırılması gerektiğini göstermektedir. Yükseköğretimin yeniden yapılandırılması konusu, bir kişinin kendi başına üreteceği bir çözüm değildir. Bu önemli proje, uzman bir ekibin üzerinde aylarca çalışmasını gerektirecek kapsamdadır. Konu ile ilgilenen birçok uzmanın önerdiği ve belli başlı ülkelerde örneği görülen en gerçekçi çözüm, üniversitelerin, fiilen içinde bulundukları yapıya, ya da mezunların kazandığı yeterlilikleri esas alan ölçütlere göre iki ayrı gruba ayrılmasıdır. Ülkemiz koşullarında, bu ayırımın, “birinci sınıf üniversite-ikinci sınıf üniversite” algılamasına yol açacağı kaygısı nedeniyle, siyasi iradenin bunu benimsemesi kolay değildir. Ancak bu kaygıyı giderecek önlemlerle, sözü edilen çözüm üzerinde durulabilir.

Uygulanabilirlik açısından ülkemizin gerçekleri ile örtüşen başka yapılanma modelleri de bulunmaktadır. Bu anlamda elimizdeki en ciddi çalışma, 2007’de YÖK tarafından yayınlanan, ‘Türkiye’nin Yükseköğretim Stratejisi’ raporunda yer alan modeldir. Raporda önerilen yapılanma, üniversite bünyesindeki fakültelerin, akademik eğitim yapan fakülteler ve uygulamalı bilimler fakülteleri olarak iki gruba ayrılmasını öngörmektedir.

Böyle bir yapılanma, yükseköğretime girişte yaşanan meslek lisesi-genel lise ayrımı ve özellikle mesleki eğitimin bilinen sorunları için köklü bir çözüm olacak, anlamsız katsayı tartışmalarını gündemden düşürecektir.

Son söz olarak şu gerçeğin altını çizmekte yarar vardır. Türk eğitim tarihi gözden geçirildiğinde, yanlış eğitim politikaları sonucunda, 1970’li yıllardan günümüze, birçok kurum adının, zamanla terk edildiği, yıpratılan kurumların kaybolan itibarını kazanmak amacıyla evrensel ağırlığı olan isimlere sığınıldığın görülür. Önce yüksekokul, sonra akademi, şimdi de fakülte ve üniversite... Siyasiler bilmeliler ki akademik literatürde artık eskitecek yeni bir isim kalmamıştır.

İsa Eşme: Prof.Dr., eski YÖK Başkanvekili

Radikal
Yayın Tarihi : 21 Şubat 2010 Pazar 22:23:36


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?