14
Nisan
2025
Pazertesi
EĞİTİM

YÖK'TE NE VAR NE YOK?

YÖK sadece üniversitelerin aldıkları öğretim elemanına karışmakla kalmıyor, aynı zamanda yeni kadroların açılmasını da 'fazladan alınacak her on öğrenci için bölümün bir kadro alabilmesi' zorunluluğuna bağlıyor

 

YÖK’ün kuruluşundan bu yana tamamlanması gereken bir proje olarak ele alınan “üniversitelerin bastırılması” görevi, Yusuf Ziya Özcan döneminde “üniversitelerin gericileştirilmesi ve ticarileştirilmesi” misyonuyla birleşerek devam ediyor. Bu dönemin ayırıcı olan özelliği, ülkemizin üniversitelerin “küresel eğitim piyasasının” alt kategorilerine yerleştirilmesidir. Akademinin piyasaya yönelmesi Yusuf Ziya Özcan ile başlamadı kuşkusuz. Daha önceki YÖK başkanları zamanında hazırlanan YÖK stratejik raporu, akademinin piyasalaşmasını gösteren en önemli kanıtlardan biridir. D

olayısıyla YÖK’ün devlet üniversitelerini piyasaya ve rekabete açma girişimleri Özcan’dan önce birer proje olarak uygulanacağı zamanı beklerken, Özcan’dan sonra hızla devreye sokulmaya başlandı. Bu bağlamda yeni dönemde akademinin yeniden yapılanması eski dönemlere nazaran hız kazandı. İşin ilk boyutu akademinin piyasalaşmasıdır. İkinci boyutu ise akademinin gittikçe daha fazla YÖK’e bağımlanmasıdır. Bu sürecin siyasal zemini hükümetin gittikçe daha fazla üniversiteler üzerinde hâkimiyet kurmasıdır. Kısacası üniversiteler geçmişe oranla daha fazla hükümetin ve devletin iktidar alanlarının etkisi altına giriyor. Bu iki boyutu açalım:

1) Üniversitelerin piyasaya yönelik dönüşümü:
Üniversitelerin piyasalaşmasını baştan özetlersek aslında üç konu önplana çıkar: İlki devlet üniversitelerin daha fazla paralı hale gelmesi, ikincisi piyasaya dönük araştırma konularının (projecilik) akademide önplana çıkması ve sonuncusu da üniversitelerdeki iş güvenliğinin ortadan kaldırılması. Örneğin YÖK eski devlet üniversitelerine kadro vermede her türlü zorluğu yaşatırken, vakıf üniversitelerinin yapılanmasına her türlü kolaylığı sağlıyor. Birçok devlet üniversitesi bir sürü nedenden dolayı yeni kadrolar alamazken, yeni kurulan vakıf üniversitelerinin sayısı gittikçe artıyor. Bir diğer konu da YÖK’ün üniversiteleri ikiye ayırma gayretidir. Buna göre, üst kategoride olanlar araştırma üniversiteleri haline dönüşecek ve sayıca az olacak, diğerleri ise -yani alt kategoride olanlar-, meslek yüksek okulu gibi lise tamamlama üniversiteleri olacaktır. Üst kategoride olup da araştırma kurumlarına dönüştürülecek üniversitelerin dış ilişkilerini Bologna süreci belirliyor ki, bu da hem üniversiteleri, hem araştırmaları paralı hale getiren Batı’daki gelişmenin Türkiye’ye yansımasıdır. Bu yansıma ayrıca Türkiye’de paralı ve piyasa ile bütünleşmiş üniversitelerin akademik çalışmalarda nitelikten çok, puanlamayı gözetmesini ve araştırmalarda toplumsal özgün çalışmalardan çok, piyasaya rapor yazmayı teşvik etmesini sağladı.

2) Üniversitelerin YÖK’ün sultasına girmeleri
Geçmiş dönemlere nazaran YÖK’ün merkezi ve antidemokratik yapısında bir değişim olmadı. Fakat bu yeni dönemde YÖK, siyasi iktidarla beraber hareket etmeyi özellikle hükümete yakın kişileri önemli mevkilere getirmeyi kendine görev edindi. Bu bağlamda YÖK, akademik personelden idari personele kadar AKP’nin gerici dini kadrolarına yakın ve akademik olarak da yetersiz bulunan kişileri üniversitelere doldurmayı başarabildi. Son zamanlarda üniversitelerde ideolojik gericilik, yobazlık ve ırkçılığın her renginin hızla arttığı izleniyor. Yeni YÖK döneminde yeni devlet üniversitelerinin kurulması bu üniversitelerde siyasi kadrolaşmanın önünü açıyor.

Toplumsal eğitimin alt düzeyden üste yükseltilmesi iyi bir şeydir. Herkesin üniversiteye gitmesi arzu edilecek bir durumdur. Fakat yeni kurulan üniversitelerin sadece bir bina ve 3-5 öğretim üyesinden ibaret olması, bu yerlerin amacının bilim, öğretimden çok o bölgelerde siyasi iktidarın gücünü pekiştirmek ve üniversiteleri böylece ele geçirmek olduğunu gösteriyor. Üstelik bu üniversitelere eleman bulma zorluğunu yaşayan hükümet, diğer büyük şehirlerin akademisyenlerini bu yeni üniversitelerde zorunlu memuriyet yapmaya zorluyor.


Bir yandan yeni kurulan üniversiteler yoluyla kadrolaşma sürerken, diğer taraftan eski, köklü üniversitelerin, özellikle yeni öğretim elemanı almayla ilgili iç işleyişleri değiştirilmiş ve atamalar bir örnekleştirilip sadece merkezi yapılan bir genel yetenek testi ve ortalama alınmış bir İngilizce dil puanıyla sınırlandırılarak, bu kurumların özerklikleri gasp edildi. Her üniversite artık kendi istediği öğretim elemanını alamıyor, merkezden sınavı kazanmış, akademik olarak çalışmalarını ve becerilerini bilmediği bir öğretim elemanını almaya mecbur kılınıyor. Bu durum iddia edildiği gibi bilimsel verimliliği artırmıyor, fırsat eşitliği yaratmıyor. Tam tersi üniversitenin öğretim elemanı seçebilme özgürlüğünü elinden alıyor.

Buna örnek olarak, akademide iş güvenliğinin kaldıran, öğretim elemanına 50d gibi geçici sözleşmeli araştırma görevlisi kadroları açan uygulamaları verebiliriz. Fırsat eşitliğine gelince, bilimde kullanılmaması gereken bir kavramdır. Emekçiler bedava eğitim ve sağlık hizmetlerinden gittikçe daha az faydalanırken, bilimsel araştırma ile ilgili bir konuda fırsat eşitliğinden bahsetmenin hiçbir tutarlı yanı yoktur. Kaldı ki bilim, usta-çırak ilişkisi içinde gelişir.

YÖK sadece üniversitelerin aldıkları öğretim elemanına karışmakla kalmıyor, aynı zamanda yeni kadroların açılmasını da “fazladan alınacak her on öğrenci için bölümün bir kadro alabilmesi” zorunluluğuna bağlıyor. Bu sistem aynı zamanda vakıf üniversitelerinde de uygulanan bir sistemdir. Amaç büyük şehirlerdeki nitelikli ama küçük üniversitelerin kadrolarını kısıtlamaktır. Bu durum küçük üniversiteleri, kadro bulabilmek için öğretim kapasitelerinin üzerinde ve öğretim modelleriyle uyuşmayan sayıda çok öğrenci almaya itebilir.

Rektör seçimlerinde YÖK’ün daha önceki antidemokratik keyfi durumu aynen devam ediyor. Kendisine muhalefet edenlere karşı amansız bir davranış sergiliyor. Örneğin YÖK’ü protesto eden öğrencilerin gözaltına alınmaları, tutuklanmalarına karşı suskun kalıyor. YÖK’ü son zamanlarda en fazla eleştiren birimi olan ÜAK’ın YÖK içinde etkisini azaltmak için, hem üyelerini yarı yarıya azaltma yoluna gitti hem de kurulun yetkilerini elinden alarak, karar veren bir kurumdan tavsiye verebilecek bir kurul haline dönüştürdü.

Sonuç olarak her şeyden önce YÖK’ün şimdiye dek özerk üniversiteyle ilgili eleştirilerden hiç nasiplenmemiş olduğunu söyleyebiliriz. Tersine üniversiteleri daha da zapturapt altına alma gayretleri son zamanlarda iyice belirginleşiyor. Üstelik akademik başarıyı ve çalışmayı nicel dokümanlara indirgeyerek, bilimsel çalışmanın öğretim elemanı için amaç olmaktan ziyade puan almada araç olmasını sağladı. Kurulan vakıf üniversiteleri ve devlet üniversitelerindeki paralı programlar sayesinde öğretim üyesinin ve idarecilerin öğrenciye müşteri gözüyle bakmasını sağladı. Son tahlilde ticarete dayalı bir sistemin genişletilmesi ve bunun da YÖK otoritesiyle yürütülmesi, akademinin hem ulusal ve uluslararası sermayenin hem de İslami siyasal iktidarın kıskacında olduğunu gösteriyor.

İZGE GÜNAL, BURAK GÜRBÜZ, NEŞE ÖZGEN: Öğretim üyeleri, Üniversite Konseyleri Derneği

 

Radikal
Yayın Tarihi : 6 Temmuz 2009 Pazartesi 17:15:33


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?