Londra White Cube'da açtığı yeni sergisi hakkında konuştuğumuz Anselm Kiefer, İstanbul Bienali'ni gezdiğini ve çok beğendiğini anlattı. İstanbul Modern'i 'Binası çok güzel bir müze' diye anan Kiefer, müzeyi gezerken 'hemen oracıkta' kendisine yapılan sergi teklifine de 'evet' dediğini söyledi.
Dünyaca ünlü Alman sanatçı Anselm Kiefer ile sanatı ve 40 yılı aşan kariyerindeki sayısız başarıları üzerine yaptığımız sohbetin sonuna geldiğimizde, birkaç gün sonra onuruna verilecek partide kendisiyle dans etmem için benden söz alarak ekledi; “Dansı çok severim ve Türk bir bayanla dans etmek kariyerimin en parlak noktası olacak!” Parti gecesinde ünlü konukların önünde geniş dans pistine çıktığımızda Kiefer, dansta da sanatta oldugu kadar usta ve iddialı olduğunu kanıtlamış oldu. Ve ben de eserlerindeki ciddi ve ağır havadan uzak, hayatı ve yaşamayı seven bu büyük sanatçının farklı bir yönüne tanıklık etmiş oldum. 1980’lerde TIME dergisi tarafından Atlantik’in iki yakasında kendi kuşağındaki en iyi sanatçı olarak tanıtılan Kiefer, dünyada en çok saygı görülen Alman sanatçılardan. Eserleri sanat piyasasında milyonlar getire dursun, kendisi Fransa’daki stüdyosunda izleyiciyi düşünmeye zorlayan anıtsal işler yaratmaya devam ediyor.
Londra’nın White Cube galerisinde sergilediği yeni eserleriyle Kiefer, izleyicileri insanlık tarihindeki şiddet ve paradokslarla yüzleştirirken sonu gelmeyen yaradılış ve yıkım döngüsünü irdelemeye devam ediyor.
Bir ülkenin geçmişini sahiplenmesi Kiefer’in hâlâ ısrarla üzerinde durduğu bir konu: “Milletler tarihi geç-
mişlerini saklamaya, üstlerini örtmeye çalıştıkça, bastırmaya çalıştıkları konular daha büyük problemler yaratırlar. Bir ulus konuşma ve ifade özgürlüğü ile güç kazanmanın yanı sıra, yeni başlangıçların da önünü açmış olur. Gizlilik, gelişme ve kalkınmanın önünü kapatır.”
Fransa ona bayılıyor
Anselm Kiefer özellikle geçtiğimiz birkaç senede ender sanatçıya nasip olacak prestijli projelere imza atarak Paris şehrini adeta ele geçirdi. Grand Palais 12 sene süren 123 milyon dolarlık yeni yapılanması sonrası 2007’deki açılışını Kiefer’in sergisi ile gerçekleştirdi, Louvre Müzesi müzenin bir bölümünü dekore etmesi için Kiefer’i seçti. Bastille Operası’nın 20. yıldönümünü şerefine bir opera yönetme onuru da Kiefer’in oldu.
Anavatanı Almanya da ona kayıtsız kalmamış. Kiefer’in edebiyata olan derin ilgisi, 2008 yılında Frankfurt Kitap Fuarı’nın Barış Ödülü’nü kazanmasıyla taçlanmış oldu. İlk kez bir sanatçıya verilen ödülü 2005 yılında Orhan Pamuk almıştı. Sanatçı, edebiyatla ilişkisini anlatırken: “Eserlerimde benimle bütünleşmiş, adeta parçam haline gelmiş fikir ve yapıtları kullanıyorum. Yıllarca bildiğim, özümsediğim eserler bunlar, onları işleyip sindirmiş olmam çok önemli.”
Kiefer 1993’te Fransa’ya yerleştikten sonra sadece Almanya odaklı değil çeşitli düşünce, inanış ve öğretileri kaynaştıran ve kültürel mirasları ele alan işler üretmeye başladı. White Cube’daki sergide ‘Fertile Crescent’ (Mezopotamya ve Doğu Akdeniz’i kapsayan coğrafi bölge) adlı serisi ile tarihe olan ilgisini uygarlığın başlangıcına kadar indirgemiş.
Hindistan’da tuğla yapmak için antik tapınakları andıran kerpiç yığınlarının ilkel metodlarla pişirildikten sonra yıkılması, sanatçının ilham kaynağı olmuş bu eser için.Konu tarih olunca Kiefer’in daha önceki röportajlarında da ismini geçirdigi, Truva’yı keşfeden ünlü Alman arkeolog Schliemann’dan bahsediyoruz. “Türkiye ve Almanya arasında tarih boyunca yakın bir ilişki vardı. Zaten şimdi de Almanya’da milyonlarca Türk yaşıyor bu bana hep ilginç gelmiştir!
Schliemann bulduklarını Avrupa’ya kaçırdığı söylenerek eleştirilse de böyle bir durumda iyi ve kötüyü belirlemek zordur. Belki de bulunan objeler götürülmüş olmasalardı hiç keşfedilmeyeceklerdi! Şu anda başka ülkelerde sergileniyor olsalar da arkeolojik keşif ve muhafaza yönünden dünya tarihine katkıları tartışılmaz. Schliemann’in harikulade bir hikayesi var çünkü antik yerleri bulabilmek için eski yazıları, Homeros’u kullanmış. Halbuki böyle bir yöntem akla ve mantığa aykırı, bu şekilde arkeolojik araştırma yapamazsınız! Fakat Schliemann yanlış anlamda da olsa başarıya ulaşmış.
İşte benim hoşuma giden de bu tarz bir çıkış ve arayış. Büyük İskender de fetihler yaparken aslında Promete’nin zincirlerini arıyordu! Sanatçılar da böyle çalışır, hayali bir şeyin peşinden yola çıkıp sonunda gerçek bir şey bulurlar.” Bu yorumunun bana daha önce de tekrarladığı ‘sanat hayatı yaşanabilir kılan bir ilüzyondur’ sözlerini hatırlattığını söylerken Kiefer heyecanlanıyor: “Evet, evet! Hayat bir ilüzyon ve sanat ondan daha iyi ve farklı evredeki bir diğer illüzyon! Bizi çevreleyen herşey ilüzyon aslında, sen de bir ilüzyonsun benim için!”
White Cube sergisindeki ihtişamlı cam vitrinlerde altın boya, kum, beton ve çalı gibi farklı materyaller kullanarak adeta üç boyutlu bir orman yaratan Kiefer’a göre kullandığı malzemelerin çeşitliliği sadece fiziksel maddelerde sınırlı değil. Kendisine ilham vererek eserlerini şekillendiren tarih, dil, din, mitoloji ve edebiyat gibi konuların her birini kullandığı malzemeler arasında sıralıyor.
Sanatçı edebiyat da bilmeli
Edebiyattan alıntıları sıklıkla galeri duvarlarına veya tuvallerine yazıyor, eserlerini isimlendirirken kullanıyor. White Cube’da sergilediği ‘Karfunkelfee’ (Kızıl Peri) eserinin ismi de Ingeborg Bachmann’ın dizelerinden. Günümüzde çoğu çağdaş sanatçının eserlerini kavramak için biraz felsefe ve sanat tarihi bilgisi yeterli olabilecekken Kiefer için geniş bir tarih, arkeoloji, din ve edebiyat bilgisine sahip olmanız gerekli!
İstanbul’un tarihi geçmişi hakkında ne düşündüğünü sorduğumda yanıtlıyor: “İstanbul kesinlikle tarihi açıdan çok ilgi çekici bir şehir, eski uygarlıklar ve Batı Avrupa arasındaki bağlantıyı kuruyor. Büyük Tufan sırasındaki 40 gün 40 geceki yağmurun Dardenel’de olduğunu bulmuşlar! Ne kadar ilginç! Truva da Türkiye’de ve mitolojideki Promete de Kafkas dağlarına zincirlenmişti. Ne yazık ki bugünlerde gençler bu tür ilginç konuları bilmiyorlar.”
Geçtiğimiz ay oğlunun sekizinci yaşgünü için İstanbul’a geldiklerini öğreniyorum: “İstanbul’a oğlum çok gitmek istedi. Biz aslında Paris’ten yola çıkıp Viyana’ya gidiyorduk ama birden oraya gitmek istedi. Sanırım eşimle beraber karar verdiler ve tesadüfen Bienal’e denk geldi ziyaretimiz. Bütün bienali gezdim, çok hoşuma gitti. İtiraf etmeliyim ki mekanlardaki profesyonellik beklentilerimin üzerindeydi. Fakat bir mekandan diğerine gitmekte zorlandık. İstanbul Modern’in binası da çok güzel ve küratörün oracıkta yaptığı sergi teklifine evet deyiverdim. Bakalım, belki gerçekten gerçekleşir!”
Bu sırada White Cube’un sergi direktörü Tim Marlow içeri girerek Kiefer’a Tate Britain müzesine gitmek için geç kaldığını hatırlatıyor. Ve bu hoş sohbetimiz dinamik ve öğrenme tutkunu Kiefer’in İngiliz sanat ustası Turner’in sergisini görmek için aceleyle ayrılmasıyla sona eriyor.
Nazi selamıyla gelen şöhret
2. Dünya Savaşı’nın son günlerinde doğan Kiefer, bombalanmış şehrinin yıkıntıları arasında çocukluğunu geçirdikten sonra Alman tarihinin karanlık yönlerini ve Üçüncü Reich felaketini ele alarak sanat kariyerine başlamış. İlk önemli eseri 1969’da Almanya’da soğuk duş etkisi yaratan sansasyonel calışması ‘Besetzungen’ (Meslekler). Bu iş, 25 yaşındaki sanatçının Avrupa’nın çeşitli tarihi anıtlarının önünde Nazi selamı verirken çektiği fotoğraf serisinden oluşuyor. Sonrasında da Nazi simge ve jestlerinin sıkı yasak altında olduğu Almanya’yı eleştirmeye ısrarla devam etmiş. ‘Operation Sea Lion’ (Denizaslanı Operasyonu) (1975) adlı muazzam tablosu ile 2. Dünya Savaşı sırasında Alman generallerin eski bir banyo küvetinde oyuncak gemilerle taktik çalışmalarının absürdlüğünü vurgularken eserin ismini de Almanya’nın Britanya Adalarını işgal planının kod adından almış.