NTV Yayınları, edebiyat klasiklerini çizgi roman olarak yayınlıyor. Dizinin ilk kitabı Shakespeare'in 'Macbeth'i
Son günlerde ilginç bir popüler kültür tartışmasıyla tanıştık. NTV yayınları edebiyat klasiklerinin çizgi-roman versiyonlarını yayımlamaya başladı ve yazılanlara bakılırsa, satış konusunda çok da başarılı oldu. Serinin basılan ilk kitabı Shakespeare’in Macbeth isimli eseri ve bu konuda yazan birçok yazar, çizgi-roman bir versiyon da olsa, neticede okurun klasik bir eserle tanışmış olacağını ve belki de eserin “aslını” almak, okumak isteyeceğini iddia ettiler. Bu iddianın doğruluğu ya da yanlışlığını tartışmaktan çok, konunun çok da işaret edilmeyen bir başka yönüne, popüler kültürle olan ilişkisine değinmek istiyorum. Önce taşları yerli yerine oturtalım: Shakespeare sadece klasik edebiyatın zirve isimlerinden biri değil aynı zamanda modern çağın popüler yazarlarından biri. Yazar olarak olağanüstü hasletlerini ve neden popüler olarak algılandığını tabii ki tartışmam ama, nasıl popüler olduğu da meseleyi anlamamız açısından çok önemli. Shakespeare, modernite döneminde gelişen, yaygınlaşan iletişim araçlarıyla popüler oldu. Nasıl mı? Kitlesel iletişim ile modernite arasındaki ilişkinin vazgeçilmez mecrası, “kitap” diye bildiğimiz basılı metin teknolojisidir. Kitap basımı, fikirlerin, bilginin ve sanatın yaygınlaşması için gereken niteliklere haiz bir teknoloji de olsa özellikle ilk döneminde birçok mühendislik sorunuyla boğuştu. Kitap ve gazetelerin milyonlarca nüsha basımı ancak 19. yüzyılda mükemmelleşen baskı makinalarıyla mümkün olabildi. Tabii ki burada derdim iletişim teknolojisi tarihi anlatmak değil, ama aslında bir Rönesans yazarı olan Shakespeare’in nasıl kitlelere ulaşabildiğini anlamaya çalışmak. Modernitenin siyasal formu ulus-devlet olduğu için ulusal edebiyatlar ve bu edebiyatların temel eserlerinin (kanonik) de keşfi gerekti. İngilizce ulusal edebiyatın kanonik yazarlarından en önemlisi kuşkusuz Shakespeare’dir. Bugün “klasikler” olarak tanımladığımız eserlerin hemen hepsi modernite döneminin lideri ulus-devletlerin edebi tercihlerinden başka bir şey değildir. Dünya edebiyatının klasikleri olarak tanımlanan bu eserler 19. ve 20. yüzyılın ilk yarısında kitap formatında önce kendi ülkelerinde ve zaman içinde çevrilerek tüm dünyada erişilebilir, okunabilir bir konuma geldi. Okuryazarlık sorunlarını çözen, ülke çapında okullaşma derinliğini ve çeşitliliğini yaygınlaştıran, şehirleri kitapçılar ve halk kütüphaneleri ağları ile zenginleştiren bu toplumlarda, neticede her türden kitap yazılmaya ve basılmaya ve de satın alınmaya başladı. Özetle, “klasik” eserin keşfi bir ulusal edebiyat meselesi olduğu gibi, ideolojik olarak etkili olabilmesi için bir “popüler” meselesidir de. Bu da, ucuz kitap basımı teknolojisinin gelişimi ile mümkün oldu.
Ya Prokafyev...
Kitleselleşme açısından basım teknolojisine kafa tutabilecek olan işitsel (gramafon, radyo) ve görsel (fotoğraf, sinema) teknolojiler de bu sıralarda keşfedilmeye ve evrilmeye başlar. Konumuzla doğrudan ilgili olduğundan, işitseli bir yana koyarak, “görsel” iletişime bakarsak özellikle film endüstrisindeki gelişmelerin önemi ortaya çıkar. Sinema hızla kitleselleşip ticarileşirken bir yanıyla “sanat”a da yaklaşır. Kendi “klasiklerini” oluşturmasının yanısıra “edebiyat” klasiklerine de el atmadan duramaz. İşte, o andan itibaren yazının başındaki tartışmaların öncülleri ortaya çıkmaya başlar. Yazılı bir metnin görsel bir metne kayıpsız dönüşmesi mümkün müdür? Sanat tarihi ve kuramına ilişkin yıllardır süren çetrefil tartışmalara girmeye hiç gerek yok. Ama şuna da işaret etmeden geçemeyeceğim. NTV Yayınları tarafından Macbeth’in çizgi-roman olarak yayımlanmasına ilişkin yorumlarda “adı konmamış” bir farklılaştırma dikkat çekiyor. Bu metnin (Macbeth’in), format olarak bir aslı (oyun), bir sahibi (Shakespeare) ve bir özü (“hakiki kanonik edebiyat”) vardır ve “çizgi roman” tabii ki çok daha hafif, ikincil, daha alt bir sanattır. Acaba gerçekten öyle midir? Örneğin Prokofyev, Romeo ve Juliet’i ‘müzikal’ dile aktarırken her şey yolunda mı gitmektedir; ya da Pasternak çevirisi ile senaryosu oluşturulan Rus yönetmen Kozintsev’in Hamlet filmi bir çizgi-romana göre çok daha kabul edilebilir bir uyarlama mıdır? Hiç sanmıyorum. Sorun, bu ülkede ciddi çizgi-roman kültürünün bilinmemesinden çok öte, doğrudan “popüler kültürün” nasıl algılandığına ilişkin elit refleksleride aranmalıdır. Gençlik kültürleri ile doğrudan ilintili, örneğin ünlü kültür kuramcısı Stuart Hall’ın geliştirdiği “popüler sanatlar” kavramından haberdar olmadığımız gibi, ilke olarak, popüler kültürle hakiki sanatı asla yanyana düşünemiyoruz. Halbuki özellikle çizgi-roman türü, uzun yıllardır alternatif gençlik hareketleri ve sanatsal etkinlikleri ile içiçe bir mecra. Kolayca fark edilebileceği gibi, Türkiye edebiyatında pratikte olmayan bir başka tür ise “gençlik edebiyatı”dır. Yetersiz de kalsa çocuk edebiyatı ve yazarları olan bu ülkede “ilk gençlik” yıllarına odaklanan bir edebiyat gelişmedi, aslında çoğunlukla yetişkin odaklıdır edebi eserlerimiz.
Sadede gelirsek, gerek Macbeth, gerekse bir süre sonra yayımlanacağı ilan edilen klasik edebiyat eserlerinin çizgi-roman versiyonlarına başka türlü yaklaşmamız gerektiği ortadadır. Öncelikle, çizgi-roman ikinci sınıf bir sanat değildir. İkincisi, bir “uyarlama”, metne ne kadar yakın olmaya çalışırsa çalışsın, “orijinalinden” her zaman farklıdır, fazlalıkları ya da eksiklikleri vardır. Dolayısıyla, başarısı ya da başarısızlığı farkından dolayıdır, benzerliğinden değil. Üçüncüsü, “klasik” bir metin sadece bir olay örgüsüne sahip anlatılar bütünü değildir. Hamlet’i kanonik bir klasik eser yapan hikayesi olsaydı, Hamlet, babasının katilini anlamış olmasına rağmen onun öcünü alamayan bir ödlek olarak okunabilirdi. Aksine, Hamlet karakterinin derinliği ve ilginçliği, olayı çözmesine rağmen, ondan sonraki davranışı hakkında bir türlü karar veremeyen biri olmasında şekillenir. Son olarak, çizgi-roman nedeniyle insanların klasiklere gideceği fikri çekici ve satışları artırması anlamında doğru olsa da, gidilen klasik eser gerçekten okunacak mıdır, işte orası çok şüphelidir. Artık kabul etmemiz gerekiyor, günümüzdeki iletişim araçlarının dili görsel-işitsel bir eksende oluşuyor. Böyle bir “dile” hakim okura kitap sayfasına basılı sözcükler ve cümlelerden oluşan metinler bir şey ifade etmiyor, görmeye alışmışlar çünkü. Yine de ben çizgi-romanı, bir yerde sinemaya tercih ederim. Çünkü halen elimizde eski usul bir kitap var ve metni okuma zamanını biz saptıyoruz. Yani, sinema gibi, akan görüntülerin bize dayattığı zamana tutsak değiliz. Çizgi-roman ya da değil, bir kitabı kendi “zamanımız” içinde okur, gerekirse durur, geriye döner bazen de ara verebiliriz. “Zaman” ile ilişkimiz de bir iktidar meselesidir.
ORHAN TEKELİOĞLU: Bahçeşehir Üni