Antalya Devlet Operası’nda sahnelenen Verdi operası ‘Rigoletto’ Batı standartlarında.
Geçtiğimiz hafta sonu Antalya’nın her köşesine yağmur sonrasının serinliği sinmişti. Yazın sıcaktan kavrulan şehrin şu sıralar en güzel zamanı. İstanbul’un erguvanlarına, sokaklarından taşan begonvilleriyle cevap veriyor Antalya, mevsimin bu günleri. Yani, Verdi’nin üç saatlik ‘Rigoletto’ operasını izlemek için koşullar hâlâ uygun denebilir. Ama şehrin müziksever sakinleri öyle düşünmüyor olacak ki, Hâşim İşcan Kültür Merkezi’nin 850 kişilik ana salonundan içeri girdiğimde sadece yüz kişilik bir izleyici topluluğu görüyorum. Tiplerinden yabancı oldukları anlaşılanlar, çoğunlukta. Sonradan öğreniyorum ki, Antalya’yı mesken tutan yabancıların son yıllarda en önemli uğrak yerlerinden birine dönüşmüş Antalya Operası. Ara verildiğinde attığım kısa bir tur, beni bir anda Antalya’dan alıp sanki bir Alman veya Hollanda operasının fuayesinin ortasına bırakıveriyor.
Bu yöredeki yabancıların sahnelenen prodüksiyonlara gösterdikleri ilgi, Antalya Devlet Operası’nın çiçeği burnunda müdür ve sanat yönetmeni Aytaç Manizade’nin de dikkatini ilk çeken konular arasında. Kendi olanaklarıyla araç tutup kafileler halinde operaya akın eden yabancılara kurum olarak daha fazla hizmet götürmeleri gerektiğini düşünüyor. ‘Madem Antalya bir turizm kenti, Türkiye’nin bu çağdaş yüzünü onlara ve yurtdışından gelecek misafirlerine daha etkili biçimde tanıtabilmeliyiz’ diyor Manizade.
Bugüne dek, daha çok rejisör kimliğiyle tanıdığımız Aytaç Manizade, bu yıl onuncu kuruluş yıldönümünü kutlayan Antalya Operası’nın başına geçeli henüz altı ay oldu. Bunun ilk üç ayının İstanbul’da sahneye koyduğu ‘Şen Dul’ ile geçtiğini düşünürsek Aytaç hanım fiilen üç aydır müdür koltuğunda oturuyor. Camiadaki herkesin aşina olduğu enerjisini bir kez daha yakından gözlemleme şansı buluyorum, bu kısa gezi boyunca. Antalya’nın her alanda taşıdığı potansiyel, Manizade’ye, kafasındaki projeleri uygulamak için gereken altyapıyı sağlamaya elverişli. Tıpkı Mersin’de Selman Ada’nın şu sıralar yaptığı gibi, opera ile yerel yönetimleri ve yerel sermayeyi bir araya getirmek ve ortak projeler üretmekle işe başlaması gerektiğinin farkında.
Türkiye’nin en büyük sahnesi
Antalya Devlet Opera ve Balesi’ne ev sahipliği yapan Haşim İşcan Kültür Merkezi henüz çok yeni bir bina; AKM’siz İstanbul’u da sayarsak, şu anda Türkiye’nin en büyük sahnesi Antalya’da. İnanmayacaksınız belki ama on yıllık operanın ilk sekiz yılı, civardaki otellerin salonlarında prova yaparak geçmiş. Opera salonu olsun bilinciyle yapılmamış ama kuruma eski mekânından daha iyi şartlar sunduğu kesin. Tabii sorunlar yok değil. Belki de akustiktendaha önemli sorun vasıta yokluğu. Antalyalılar toplu taşım olmadığı için operaya gidip gelmekte epey sıkıntı çekiyor.
Yazının başında, izlemeye gittiğim Rigoletto temsiline yerli izleyicinin pek ilgi göstermediğini not düşmüştüm. Bu durumun geçici olduğunu, artık sezonun sonuna gelinmesi ve havaların iyice ısınmasından dolayı Antalyalıların kapalı mekânda opera izlemeye ilgisinin azaldığını öğreniyorum. Antalya gibi bir cennette bu mevsimden itibaren açık hava temsillerine ağırlık vermek gerekir. Aspendos ve Demre gibi diğer tiyatrolar bu iş için biçilmiş kaftan. Manizade, bu mekânları bu yaz daha fazla kullanacakları bilgisini veriyor.
Sydney hayali
Verdi’nin ilk kez 1851’de Venedik’te sahnelenen ‘Rigoletto’ operasının Antalya prömiyeri 16 Mayıs’ta yapıldı. Ben, 23 Mayıs’taki temsili izlemek üzere Haşim İşcan’daydım. İstanbul’da ‘La Traviata’, İzmir’de ‘Simon Boccanegra’, Mersin’de ‘Luisa Miller’ ve son olarak Antalya’da ‘Rigoletto’... Bir Batılı opera profesyoneline bu dört Verdi prodüksiyonunu ardı ardına izletsek herhalde Türkiye’de opera ve Verdi sahnelemesinin ulaştığı standartlar karşısında ağzı açık kalırdı.
On yıldır bu kurumda olan Alexandru Samoila’nın yönetimindeki orkestranın daha uvertürden başlayıp operanın son ölçülerine dek süren pürüzsüz performansı, Patricia Jean Panton’un eserin karanlık atmosferini, İsmail Dede’nin dekoru ve Mustafa Eski’nin ışığı işlevsel kullanımlarıyla öne çıkarttığı rejisi, Krastin Nastev yönetimindeki koronun gerek forte gerek piano pasajlarda aynı ustalıkta tınlaması, temsilin öne çıkan taraflarındandı.
Rigoletto’da bariton Tamer Peker’in, Gilda’da soprano Nurdan K. Aydın, Mantua Dükü’nde tenor Göksay Yaran, Sparafucile’de bas Engin Suna, Maddalena’da mezzosoprano Ebru Kaptan ve Monterone’de Muhtar Malikov’in başarılı performanslarını dinledik. Aytaç Manizade’nin, falezlerin üzerinden göğe uzanan, Sydney’deki gibi bir opera binası hayalinin de gerçekleşmesi dileğiyle...