Sansüre, yasağa rağmen 60'ların sosyal gerçekçi filmleri zamana kalmayı bildi. Şimdi sekizi İstanbul Modern'de gösteriliyor. Seçkideki, ilk grev filmimiz Karanlıkta Uyananlar'ın oyuncusu Ayla Algan: "Filmi çektikten sonra hepimiz komünist damgası yedik."
Bugün Türk sinemasının klasikleri arasında gösterilen birçok filmin başına gelenleri, zamanla öğrendikçe insan hep aynı tepkiyi veriyor: Bu kadar da olmaz! Birçok önemli filmimiz 'şaka gibi' maceralar yaşamış, türlü badireler atlatmış. Sebebi de korku. Sinemanın kitleleri ayaklandıracağından korkan dönemin devlet erkanı ya da kimi bürokratlar, filmleri hep yanlış anlayıp sansürleme ihtiyacı duymuş, sinemacıları cezalandırma yoluna gitmişler. Bunun için olsa gerek o zamanları yaşayan sinemacı ya da oyuncularla konuştuğumuzda, genellikle bir film çekmek için kelle koltukta nasıl mücadele verdiklerini anlatıyorlar. İstanbul Modern'de 'İyi Günler Türkiye' başlığı altında bir hafta boyunca gösterilecek, 60'lı yıllardaki sosyal gerçekçi filmlerin birçoğu da işte bu türden yapımlar. Ya yasaklanmışlar ya sansürlenmişler. Şanslı birkaç film de çıkmış aradan, onlar da yurtdışında önemli festivallerde gösterilmiş. İşin iyi tarafı bu filmlerin, ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, 'sansür bariyerlerini' aşıp zamana kalmayı başarmaları. Bu yüzden İstanbul Modern'deki bu gösterim, sinema tarihimiz için iyi bir keşif imkânı sunuyor. Sekiz filmlik seçkide Ayla Algan'ın başrol oynadığı iki film var. İlki, sinemamızın ilk grev filmi olarak kabul edilen, Ertem Göreç'in Karanlıkta Uyananlar'ı, ikincisi ise Atıf Yılmaz'ın Ah Güzel İstanbul'u. Algan klavuzluğunda 60'lar Türkiyesi ile sinemasına bakalım istedik ve yine 'şaka gibi' hikâyeler dinledik.
- 60'lı yıllar Türkiyesi'nde sanat ve sinema ortamı nasıldı?
- Türkiye oldukça hareketliydi. 61 Anayasası'nın getirdiği bir özgürlük atmosferi vardı. Bu, toplumsal bir hareketlilik getirmişti. Tabii bu hakeretlilik sanat dünyasına da sirayet etti. Ressamlar olsun, tiyatrocular olsun daha politik bir tavır gösteriyorlardı. Mesela tiyatroda politik oyunlar revaçtaydı. Ki biz de olayların içindeydik.
- Ya sinema?
- Ben pek sinemanın içinde değildim ama sinemada Yeşilçam filmleri hakimdi. Hani masal ya da rüya sineması diyorum onlara. Sinema bir katalizör işlevi görüyordu o yıllarda. İnsanlar sinemaya gidip bir-iki saat, belki de hiç yaşayamayacağı yaşamlara kendilerini kaptırıyordu. Ama toplumsal hareketliliğe duyarlı sinemacılar da vardı. Ortaya çıkan ve şimdi sosyal gerçekçi denilen bu filmler, bu duyarlılığa sahip sinemacıların çektiği filmler. Lakin bu sinemacıların işi hiç de kolay değildi. Öncelikle başlarında bir sansür belası vardı.
- Siz bu filmlerden biri olan Karanlıkta Uyananlar'da başrol oynadınız. Bu filmin serüveni nasıl oldu?
- Karanlıkta Uyananlar ilginç bir filmdir. Sonuçta filmi çektikten sonra hepimiz komünist damgası yedik. Solcu bir filmdi. Pir Sultan Abdal'ın bir sözü vardır. "Sivas pazarında can ucuz, buğday pahalıdır," der. Türkiye'de de böyle bir durum vardı. İşçileri Taksim'den alırlar, götürüp çalıştırırlardı. Biraz bunlara tepkiydi film. Ama film doğru düzgün gösterilemedi. Sansürlendi, yetmedi, film gösterime çıkınca, gösterildiği sinemalara bomba ihbarı yapıldı. Sinema sahipleri ürktüler ve filmi gösterimden kaldırdılar.
- Peki bu filmler ilgi görüyor muydu?
- Epey ilgi görüyordu. Sosyal içerikli bir şey yaptığınız zaman kapı pencere kırılıyordu. Sadece sinemada değil, tiyatroda da durum böyleydi. Ama 60'larda başka türlü bir durum vardı bizim için. Biz, belki sanatçıydık ama o toplumsal olayların içinde bulunmak zorunda hissediyorduk kendimizi. Grevlere giderdik, orada oyunlar oynardık, yürüyüşlere katılırdık. İşçiler de bize destek verirdi. Mesela Karanlıkta Uyananlar'ın çekimlerine Türk-İş'ten, DİSK'ten işçiler geldi. Anlayacağınız işçi, sanatçı el eleydik. -
Bu kadar işçilerle el ele vermişken sanatçılar, oyuncular olarak bir örgütlenmeye gittiniz mi?
Gitmez miyiz? Bir sendika bile kurmuştuk. Atıf Yılmaz, Memduh Ün, Ertem Göreç, Lütfi Akad işin içindeydi. Şimdilerde setlerde olmayan sekiz saat uygulamasını bu sendika sayesinde yapmıştık.
- Bu seçkide bulunan bir diğer filminiz de Ah Güzel İstanbul. İlginçtir, bu film çok badire atlatmamış hatta yurtdışına çıkabilmiş ve ödül almış...
- Algılayamamışlardır. (Gülüyor) Ah Güzel İstanbul pırıl pırıl bir filmdir. Bu filmlerde asla sanattan taviz verilmezdi. Yani sadece mesaj verme kaygısıyla iş yapılmıyordu. İşin hakkı veriliyordu. Yoksa bu filmlerin bugüne kalması mümkün değil. Zaten Ah Güzel İstanbul çok talep edilen bir film olmuş. Atıf Yılmaz ölmeden önce "Yurtdışından gelen herkes Ah Güzel İstanbul'u satın alıyor, artık kimseye göstermiyorum. Diğer filmlerime bakmıyorlar," demişti.
- Şimdi nasıl görüyorsunuz sinemamızı?
- Maalesef artık başka bir dünyada yaşıyoruz. Bellki sosyal içerikli filmler çekilmiyor. Ama dikkatli bakınca, alttan alta filmlerde politik bir yapı görüyorum. Şöyle bir fark var. 60'larda daha çok sınıflar arası ilişkilerin nasıl yürüdüğü anlatılıyordu. Şimdi bireysellik daha baskın. Yönetmenlerimiz toplumların psikolojisini, çıkmazlarını, çelişkilerini başroldeki karakterlere yüklüyor. Fakat taşraya çok uğrar olduk. Biraz şehre gelmek gerek.