1
Mayıs
2025
Perşembe
MAGAZİN

İÇKİ İÇMEYEN ROCKÇIYIM

Ben Demir Demirkan gibi bir rock star görmedim, tanımadım. Bir defa, 10 parmağında 10 marifet. Kendisi rockçı ama her tür müziği besteliyor. Söz yazıyor, düzenliyor, söylüyor. Funk, Caz, Soul, Latin... MI’da okuduğu dönemde, hepsini öğreniyor. Sağlığına dikkat ediyor, içki ve sigara içmiyor. Sahnede kendini kaybetmiyor. “Egomu yenmek için savaş verdim” diyor. Zayıf noktalarını biliyor, yenmek için üstüne gidiyor. Onun için her şey his+matematik. Eurovision birinciliği de bu formülle geliyor. Vallahi ben daha da yazarım. Ama burada durayım, sözü ona devredeyim.

* Ailede müzikle ilgilenen var mıydı?

Ben ilkokuldayken, ağabeyimin Ege Üniversitesi’nde bir grubu vardı, gitar çalıyordu. Bizim evin garajında prova yapıyorlardı, konserler veriyorlardı. Ben de acayip özeniyordum onlara.

* Gitar çalmaya mı?

Hayır. Önce davulcu olmak istedim. Çok havalıydı. Sonra şarkıcılığa özendim. Sonra ağabeyim evden gitti. Arkasında da bir gitar bıraktı. Çok doğal oldu. Aldım gitarı ve çalmaya başladım. Çok uzak bir duygu değildi.

* İnsan kendi kendine gitar çalmayı öğrenebiliyor mu?

Kafayı takınca öğreniyor. O zaman gitar metodları filan vardı. Şarkılar öğrenmeye başladım, şarkıların nasıl yazıldığını çözmeye çalıştım. O akord niye ondan sonra geliyor, o melodi niye orada? Kendi kendime temel kuralları çözdüm.

* Bir yetenek varmış herhalde...

Merak diyelim. Küçükken elektronik oyuncaklarımın içini açar, dağıtır, nasıl çalıştığını anlar, yeniden toplardım. Bazen de değişik oyuncaklar üretirdim.

6 ay caz eğitiminin ardından Los Angeles’a gittim

* Konservatuvara gitmedin galiba?

Bilkent Üniversitesi’nde altı ay filan caz eğitimi gördüm. Sonra Los Angeles.

* Ailen müzisyen olma kararını destekledi mi?

Önce desteklemediler. Büyük ağabeyim de okulu yarım bırakıp, aynı hayallerle Amerika’ya gitmişti. Gidiş o gidiş. Müziği filan da bıraktı, biraz dağıldı. Bu yüzden ben kalkıp “Profesyonel müzisyen olacağım” dediğimde endişelendiler. Ama sanırım onlara güven vermeyi başardım. Kabul ettirmek için çok savaşmak zorunda kalmadım.

* 1992’de Los Angeles. Nasıl bir eğitim?

Müthiş! “Musicians Institute”un bütün hocaları profesyonel müzisyendi, akademisyen değil. Paul Hanson, Scott Anderson, Frank Gambale, Paul Gilbert... Bu adamlar büyük sahnelerden, en ufak barlara kadar her yerde çalmış, dış dünyada neler olup bittiğini bilen adamlar. Mesela Craig Goldy’den “Gitarist olarak profesyonel hayatta ne yapılır?” dersi aldık. Müzisyenlerle, mekan sahipleriyle nasıl ilişki kuracağımıza kadar öğrendik. Ancak müzik bilgimden dolayı beni son sınıftan başlattılar, o yüzden eğitim kısa sürdü.

* Bu bilgileri pratiğe dökebildin mi?

Tabii. Okula başvururken kafanızda toz pembe bir algı oluyor. Bir de notlar iyiyse... “Buradan çıkacağım, fena bir rock star olacağım” zannediyorsunuz. Ama adamlar ayağınızı yere bastırıyor. Gerçek hayatta bedavadan şöhret yok. Herkes çok çok çalışıyor.

* Mezun olunca ne yaptın?

Müzik gruplarında çalmaya başladım. Amerika’da profesyonel müzisyen olmak istiyorsan çok fazla tarz gözetmiyorsun. Kim ararsa yapabileceğinin en iyisini yapıp, işi kabul ediyorsun. O kadar fazla yetenekli müzisyen ve rekabet var ki... Latin, Funk, Rock, Afrika, Caz... Her şeyi çaldım ben de.

* Esas okul bu oldu galiba...

Kesinlikle. Çok büyük tecrübe oldu.

Spor hayat tarzım, elimde soda bardağıyla geziyorum

* Bu röportajın fotoğraflarını görecek olan erkekler adına soruyorum, böyle kollar nasıl oluyor da oluyor?

Her gün spor yapıyorum. Hep yapıyordum ama şimdi hayat tarzımla da bunu desteklemeye başladım. 17 yaşımdan 37 yaşıma kadar çok ciddi bir rock’n roll hayat yaşadım. Nerede akşam orada sabah... Bol içki...

* Yorucu olsa gerek...

Hem de nasıl. Şimdi geceleri elimde hep bir soda bardağı... Alışıyorsunuz, aramıyorsunuz bir süre sonra içkiyi. Sigara zaten hiç içmezdim. Hâlâ arada sırada puro içerim. Bir de beslenmeme çok dikkat ediyorum. Sevdim de bu hayatı. Çok iyi geldi!

* Bir de sahnede bir rockçı duruşu var. Atletler, deri pantolonlar, dövmeler... Bunlar olmazsa olmaz mı?

Benim için olmazsa olmaz. Ne giyecektim, kravat mı takacaktım? İçkiyi bıraktım, “Ne biçim rockçısın, içki içmiyorsun, spor yapıyorsun” diyen arkadaşlarım oldu. İçimden böyle geliyor. Sırf bu yüzden görüşmeyi kestiğim insanlar var.

Sertab’ı ilk Zihni’de şarkı söylerken gördüm

* Sertab’la nasıl tanıştınız?

Amerika’dan yeni dönmüştüm. 96 baharı filandı. Sertab Kuruçeşme Zihni’de “Sertab in English” diye bir şov yapıyordu. İlk orada sahnede gördüm ve aşık oldum.

* Neye vuruldun?

Şarkıcılığına tabii. Los Angeles’tan gelmiştim ve onun gibi bir şarkıcı hiç görmemiştim. Tanışır tanışmaz da ona bunu söyledim: “Buradan hemen çıkıp, yurt dışında bir şey yapman lazım” dedim.

* Sertab ne dedi?

Sertab bence anladı. Ama, Türkiye’de aykırı fikirleri törpüleme kültürü var. Bu da aykırı bir fikir, bir fantezi gibi geldi herkese... En tepe noktadaki şarkıcılarla karşılaştırdılar Sertab’ı. Mariah Carey dünyada tek. Ama Sertab’dan da dünya üzerinde çok yok.

* Ne yaptınız peki?

Üç parçalık bir demo yapıp, Arif Mardin’e verdik. O zaman fazla insan da tanımıyorduk. Sonra Eurovision’la yurt dışına çıktık.

Eurovision şarkısını 40 dakikada yazdım

* Eurovision’da size birincilik getiren şarkıyı nasıl kurguladın? Şöyle bir şey yazsam tutar gibi mi düşündün?

Aynen öyle... Pop şarkısı yazmak, uzay bilimi gibi bir şey değil. Herkes yazabilir.

* Biz de bu yaratıcı sürecin çok büyülü olduğunu düşünüyorduk.

Yok, alakası yok. His+ matematik. 40 dakikada çıktı o şarkı. Tutacak formül belliydi.

* Tekrar yazsan birinci olur musun?

Sanmıyorum. O anda fikir vardı. Şu anda öyle bir hissim yok. Konuyla alakam yok.

* Biraz o geceden özel anlar paylaşır mısın?

Arkadaşlarımla beraber televizyondan izledim ben. Orada değildim.

* Aaa niye?

Bir defa müzikte rekabete inanmıyorum. Sonra şarkı bulunamadı, süre kısaldı, iş başa düştü. “The one” diye bir balad ve “Every way that I can”i yazdım. İkisi de olurdu. Kurul “Every way that I can”de karar kıldı. Şarkıyı verdikten sonra benim onunla işim bitti. Gerisi sanatçıya ait. Başka projelere daldım ben de.

* Peki televizyonda izlerken ne hissettin?

Bir rakiplere baktım, bir Sertab’a... Sesi ve şovuyla şarkıyı çok çok iyi taşıdı. “Tamam, bu iş oldu” dedim. Zaten Sertab kafaya koymuştu kazanmayı. Gitti Avustralya’dan vokaller buldu, çok uğraştı.

* Sertab yorumlamasaydı, şarkı yine birinci olur muydu?

Olmazdı. O yarıştırdı şarkıyı ve bunu müthiş yaptı!

İçimde bir sürü adam var

* İnsanın sevgilisiyle aynı işi yapmasının ne gibi artıları var?

En büyük artısı anlayış. Çalışma saatlerin, yaşam tarzın, sohbet konuların... Bir avukatla ya da doktorla birlikte olsam, herhalde karşılıklı Japonca konuşuyor gibi olurduk.

* Romantik misin?

İçimde bir sürü adam var. Bunların koalisyonu beni oluşturuyor. Romantik bir yanım var. İstediğim zaman bunu öne çıkarma hakkı bana ait.

* Sertab’ın gölgesinde kaldığını hissettiğin oluyor mu?

Kulvarlarımız aynı olsaydı, öyle bir şey olurdu ama çok ayrı yerlerdeyiz. Beraber konser yapmayı düşündük, insanlar istemedi. “Ne alakası var şimdi” dediler. Seyircilerimizin kesiştiği nokta çok az. Beraber “Painted on Water” diye bir albüm yaptık ve onu da Amerika’da çıkarttık zaten. İyi ki de böyle. Yoksa zorlanırdım.

* Evlilik, bebek yok mu böyle planlarınız?

Yok. Bayağı yok.

* Aaa, ne kadar net cevap verdin. Sertab anne olmak istemiyor mu?

Vallahi onu Sertab’a soracaksın. Ama biz çok konuştuk bunları. Çok önceden verdik bu kararı. Zaten 13 senedir beraberiz ve hayat şeklimiz evli gibi. Beraber olduğumuzu bütün Türkiye biliyor. Böyle ciddi bir tasdik var.

* Bir süre Bodrum’a yerleştiniz. Huzur arayışı mıydı?

Bodrum’a “Painted on Water”ı yazmak için gittik. İki ay geçti. Baktık oradan da işler yürüyor. “Kalalım biz burada” dedik. Evi kapattık. Taşındık. İstanbul’a geldiğimizde otelde kalmaya başladık. Sonra otelde kalmak bizi bastı. Tekrar ev açtık. Şimdi hem İstanbul’da, hem Bodrum’da yaşıyoruz.

Bulunduğum yere yavaş yavaş çıktım

* Sahnede farklı biri haline dönüşüyor musun?

Tabii farklılaşmazsan bu işi yapamazsın. Ve bence zaten bağımlı olduğun şey o. Sahneye çıkmak için yapıyorsun bu işi. Büyük sahne ve çok seyirciye hitap etmek daha kolay, küçük sahne ve az seyirciye daha zor. Büyük sahnede seyircinin enerjisi sizi besliyor, başka bir yere taşıyor ve siz o noktada iyice kendinizden geçiyorsunuz.

* Ego patlaması oluyor mu?

O kişiye göre değişir. Ego kontrolü ile ilgili çok çalıştığım için bende olmuyor. Ama olanlarda da olması çok normal. Kaybedebilirsiniz sahnede kendinizi...

* Derinlik sarhoşluğu gibi bir şey mi?

Evet öyle. Bu iş bir anda başıma gelseydi, dediğin şeyi ben de yaşayabilrdim. Ama o kadar yavaş yavaş çıktım ki bulunduğum noktaya... Her şeyi özümseyerek, nasıl olduğunu anlayarak, tırnaklarımla kazıyarak...

* Sokakta kadınların ilgisiyle karşılaşıyor musun?

Sokakta üzerime atlayan bir dinleyicim hiç olmadı. İçeriğe yani şarkıya, söze, çaldığım gitara önem veren bir seyircim var benim. Ben o yolu tercih etmedim, o popüler yere oynamadım.

* Niye? Her koşul var sende. Müzik, ses, imaj!

Sağol da, yok. Onun için başka türlü çalışmak gerekiyor. Ben, ulaşılmaz değilim. Kafama göre yaşayan bir tipim. Süperstar Türkiye’de Tarkan’dır, Ajda Pekkan’dır, Sezen Aksu’dur.

* O kadar popüler bir sevgiliniz var ama...

Hayır, Sertab da öyle değil. O bir pop yıldızından önce çok iyi bir şarkıcı. Onun da seyircisi, onu çok ünlü, çok şaşalı bir star, ulaşılamaz bir şöhret olarak değil, performansıyla, kişiliğiyle konumlandırıyor. İmajdan ibaret bir pop starla ben yan yana çok duramazdım zaten. Böyle bir kadın bana biraz az gelirdi. Canım çok kısa zamanda sıkılabilirdi.

Öfkemi yendim, single’ı çıkarttım

* “Aşktan Öte” en beğenilen şarkılarından biri... İlham kaynağın?

Aşktan Öte’nin ilham kaynağı “Hayyam”dır. Aşk haline girdiğimiz zaman, dünyevi işlerin bir kenara atılması, tüm maskelerin düşmesi benim yaşadığım bir şey. Bir kere de değil. Birden çok yaşadığım bir duygu.

* Dönem dönem değişir mi ilham kaynakların?

Tabii. Mesela “Zaferlerim” şarkısını “Son Samuray” filminden çıktıktan sonra yazmıştım. O zaman Doğu dövüş sanatlarıyla, kung-fu, tai-chi gibi şeylerle çok ilgiliydim. Ve bu şair savaşçı, romantik savaşçı fikri bana çok yakın duruyordu.

* “Öfkem ve Ben” yeni single’ın. O nereden çıktı ?

Öfke benim çok aşina olduğum bir hâl. Son dakikada birilerine, bir şeyler kızıp işleri berbat etmişliğim çok olmuştur.

* Mesela?

Ekibimdeki insanları çok yüzüstü bıraktığım oldu. Aylarca üzerinde çalıştığımız şeyleri, bir sabah uyanıp “Yapmayalım” diyordum. Çok şükür, arkadaşlarımın üzerinde hâlâ bir kredim varmış ki, devam edebiliyorum yaptığım işe.

* Zor olsa gerek!

Tabii. Yıllarca bu öfkenin dış dünya tarafından fark edilmemesi için harcadığım enerjinin haddi hesabı yok. Çok yorucuydu. Bu öfkenin yerine pozitif bir şey koyabilmek için çok çaba harcadım.

* Nasıl bir çaba?

İçime dönüp, “Ben bunu yok etmeliyim” dedim, kendimi izledim, dışarıdan nasıl göründüğümü anlamaya çalıştım. Becerdim ve bu şarkıyı yazdım.

* Sana en çok yardım eden şey ne oldu?

Yavaşlamak. Biraz sabırsız bir tipim. Artık “o an” tepki göstermek yerine, beynime önce olayı düşün, sindir, sonra değerlendir komutu verebiliyorum.

Ayşe Aydın - Vatan
Yayın Tarihi : 7 Mart 2010 Pazar 15:33:04


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?