Zayıf muhalefet partileri tarafından siyasi anlamda zorlanmayan AKP hükümeti, asker ve yargı temelli devlet kurumları tarafından sürekli zorlanıyor. Sonuçsa bugün bir kere daha yaşadığımız kurumsal çatışma oluyor
Türkiye 3 Kasım 2002’den bugüne “AKP güçlü çoğunluk hükümeti” tarafından yönetiliyor. Eğer seçim tarihinde bir değişiklik olmazsa, en az 2011 yılına kadar AKP hükümeti devam edecek. Üstelik, bu süreç içinde, Türkiye’de bugün yaşanan siyasal, ekonomik ve toplumsal istikrarsızlıkların ve kutuplaşmaların oluşmasında önemli payı olan başta CHP “zayıf muhalefet partileri” olgusu/sorunu değişmezse, AKP çoğunluk hükümetinin 2011’den sonra da kendi üçüncü dönemi için Türkiye’yi yönetmeye devam edeceğini de söyleyebiliriz.
Seçimsel hegemonya ve kurumsal çatışma
Geçtiğimiz iki dönem içinde AKP hükümeti, seçim kazanma iddiaları olmayan, hatta bu iddiayı dile bile getirmeyen zayıf muhalefet partileri tarafından siyasi anlamda hiç zorlanmadı. Hatta 2002, 2004, 2007 ve 2009 seçim sonuçlarına bakarak, gerek kendisinin seçim kazanma olasılığının çok yüksek oluşu, gerekse de muhalefet partilerinin seçim kazanma iddialarının olmaması nedenleriyle, AKP’nin siyasette “seçimsel hegemonya” kurduğunu bile söyleyebiliriz. Bugün ne muhalefet partilerinin AKP’yi seçim sandığında yenme ve Türkiye’yi tek başına yönetme iddiaları var; ne de böyle bir olasılığın toplum tarafından, hatta muhalefet partilerine oy veren seçmenler tarafından bile, inandırıcı olarak algılanmasından söz edebiliyoruz. Seçimsel hegemonya böyle bir durumu tanımlıyor. Büyük ölçüde bu nedenle de, 2002’den bugüne, AKP hükümetinin sürekli olarak, “rejim tehlikesi iddiası” içinde devlet kurumları tarafından zorlandığını görüyoruz. Özellikle askeri ve yargı bürokrasisi tarafından, AKP hükümeti rejim tehlikesi iddiasına maruz kalıyor ve eleştiriliyor. Bu eleştiriler sadece eleştiri olarak da kalmayıp siyasete siyaset-dışı mekanizmalarla müdahaleye dönüşüyor. 27 Nisan 2007
“e-muhtıra”sı, 2008 yılının Yargıtay Başsavcısı tarafından AKP’ye karşı açılan “parti kapatma davası”yla geçmesi, Ergenekon soruşturmasında ortaya çıkan iddialar ve bugün asker-sivil ilişkileri içinde yargı temelinde yapılan tartışmalar; tüm bu gelişmeler, asker-yargı bürokrasisinin, “rejim koruma iddiası” altında hükümete karşı ortaya koyduğu girişimlerin sürekliliğini ve yaygınlığını bize gösteriyor. Zayıf muhalefet partileri tarafından siyasi anlamda zorlanmayan AKP hükümeti asker ve yargı temelli devlet kurumları tarafından sürekli zorlanıyor. Sonuçsa bugün bir kere daha yaşadığımız kurumsal çatışma oluyor.
Dahası, “rejim koruma iddiası” içinde siyasete siyaset-dışı mekanizmalarla yapılan bu kurumsal müdahaleler, AKP hükümetinden kaygılı, bu hükümet döneminde toplumsal konum ve güçlerinde zayıflama yaşayan, geleceğe güvensizlik içinde bakan laik-orta sınıflar tarafından büyük ölçüde destekleniyor. AKP’nin seçimsel hegemonyasına son verme kapasitesinden yoksun ve seçim kazanarak Türkiye’yi tek başına yönetme iddiası olmayan başta CHP olmak üzere muhalefet partilerinin zayıflığı da, laik-orta sınıfın AKP hükümetinden endişelerini, korkularını artırıyor ve bu sınıfın büyük ölçüde siyasete siyaset dışı kurumsal müdahaleleri desteklemesini güçlendiriyor. Bu temelde de, 2002’den bugüne, AKP’nin Türkiye yönetimi (a) seçimsel hegemonyası olan güçlü çoğunluk hükümeti, (b) tek başına hükümet kuracak nitelikte seçim kazanma iddiası olmayan zayıf muhalefet, (c) rejim koruma iddiası altında siyasete askeri ve yargı müdahaleleri ve kurumlar arası çatışma ve (d) bu müdahalelere büyük ölçüde destek veren laik-orta sınıfın endişelerini ve geleceğe güvensizliklerini içeren istikrarsız ve kutuplaşmış bir Türkiye tablosunu ortaya çıkartıyor. Bugün de yaşadığımız, “asker-sivil ilişkileri ve askeri yargı” sorunu bu tablonun bir tezahürü. AKP hükümetinin, yöntem olarak hatalı ve kuşkulara yol açan, ama içerik olarak Türkiye’nin demokratik hukuk devletine dönüşmesinde gerekli “askeri ve sivil yargı alanlarının yeniden düzenlenmesini” amaçlayan girişimi, “rejim tehlikesi ve kurumlar arası çatışma” temelinde tartışılıyor. Demokratik hukuk devletini güçlendirme niteliği taşıyan bu girişimi zayıf muhalefeti simgeleyen CHP, Anayasa Mahkemesi’ne götürmeye hazırlanıyor; Laik-orta sınıf da rejimi koruma adına büyük ölçüde CHP’nin bu girişimini destekliyorlar. AKP iktidarı, bir kere daha, rejim değiştirme-rejim koruma ekseninde tartışılıyor; Türkiye bir kere daha rejim tartışmasına indirgeniyor; siyasi ve toplumsal kutuplaşma daha da derinleşiyor.
Muhafazakârlaşma ve demokratikleşme
Türkiye gerçekten son yıllarda ciddi ve kapsamlı bir dönüşümden geçiyor. Bu dönüşümün çok önemli bir boyutu ve aktörlerinden biri de AKP. AKP yönetimi, özellikle 2006’dan bugüne, hem demokrasiyi parlamento çoğunluğuyla özdeşleştiren ve böylece “demokrasiyi araçsallaştıran” yaklaşımıyla, hem de, özellikle AB süreci, demokratikleşme ve insani ekonomik kalkınma alanlarındaki reformcu ve toplumu kucaklayan özelliğini büyük ölçüde kaybetmesiyle ama en önemlisi de özgürlüklere, kültürel çeşitliliğe ve farklı kimliklere yaklaşımındaki benci ve tekilci tutumu sonucunda, gerek laik-orta sınıfın kaygı ve geleceğe güvensizliklerinin, gerekse de kurumsal kavgaların ortaya çıkmasına katkı verdi. Ama bu korku ve kaygılar temelinde ve rejim koruma iddiası içinde meşrulaştırılan ve Ergenekon soruşturmasında iddia edilen darbe girişimlerinden e-muhtıralara, parti kapatmalara kadar uzanan antidemokratik söylem ve müdahaleleri desteklemek kabul edilebilir mi? Yanıt, büyük harflerle yazılan ve altı kalın bir çizgiyle çizilen HAYIR. Türkiye’de, birincil öncelikli sorun olarak ele alınması gereken ve din temelli bir rejim değişikliğini içeren bir risk var mı? Bu teşhisin de, yüzde yüz doğru olmadığını düşünüyorum.
Peki, Türkiye’de yaşadığımız kapsamlı toplumsal dönüşümün yarattığı önemli riskler yok mu? EVET VAR ve esas bu alan üzerinde odaklanmamız, tartışmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu risk, siyasete siyaset dışı müdahalelerle önlenemeyecek bir risk. Bu risk, Şerif Mardin’in “mahalle baskısı” kavramıyla önemine işaret ettiği bir risk. Daha somut söylersek, bu risk, Türkiye’nin toplumsal ve günlük yaşamında giderek muhafazakârlaşması riski; Türkiye’nin laik, demokratik, kültürel çeşitliliğe açık ve çoğulcu olması beklenen modernleşmesinin giderek toplumsal ayrışma ve kutuplaşmayı körükleyen bir “muhafazakâr modernleşmeye” dönüşme riski; bu risk, siyasetteki kutuplaşmaları ve kurumsal kavgaları körükleyen bir risk.
Türkiye siyaseti üzerine bilimsel araştırma ve bulgu temelli çalışmaların öncü isimlerinden, çalışmalarını çok öğretici bulduğum Ali Çarkoğlu ve Ersin Kalaycıoğlu, Türkiye’de Muhafazakâr Dalganın Yükselişi (Palgrave, 2009) adlı son çalışmalarında, tam da bu noktanın, muhafazakârlaşma riskinin, altını çiziyorlar, bu riskin oluşumu ve hareket tarzını derinlemesine inceliyorlar. Ekonomiden kültürel modernleşmeye, toplumsal yaşamdan günlük yaşama, siyasetten medyaya kadar geniş bir yelpazede yaygınlaşan muhafazakârlaşma eğiliminin gelişimini tarihsel olarak ve araştırma bulgularına dayanarak inceledikten sonra, Çarkoğlu ve Kalaycıoğlu, bu riskin sadece dinsel, ağırlıklı olarak da, Sünni muhafazakârlığa indirgenemeyeceğini vurguluyorlar. Muhafazakâr dalga, laik-orta sınıfları, Türk ve Kürt milliyetçiliğini taşıyan aktörleri de içeriyor, dinsel, etnik, cinsel ve kültürel kimlik alanlarında, yaşam tarzlarında yaşanıyor. Muhafazakârlaşma, kültürel çeşitliliğe karşı bir hareket tarzı içinde, Türkiye’de hoşgörü ve birlikte yaşama normlarının zayıflaması, toplumsal ayrışma ve kutuplaşmanın güçlenmesi anlamına geliyor. Esas muhafazakârlaşma dalgası, Türkiye’nin bugünü ve yarını için en tehlikeli riski oluşturuyor, siyasal, sosyal ve günlük yaşam alanlarında istikrarsızlaşmayı körüklüyor, kurumsal çatışmalara ve demokrasi dışı müdahalelerin ve girişimlerin normal görünme miyopluğunu yaratıyor. Tüm boyutları içinde muhafazakârlaşma, esasında, rejim zayıflamasına yol açıyor. Bu gerçeği görürsek, esas yapılması gerekenin rejimi koruma değil, rejimi güçlendirmek olduğunu da görürüz. Artık laik, demokratik, sosyal hukuk devletinin güçlendirilmesinin ve bu yolla Türkiye’nin demokratikleşmesinin muhafazakârlaşmaya karşı mücadelenin tek yolu olduğunu görmeliyiz. Bu saptamayı, Çarkoğlu ve Kalaycı’nın çalışmasına dayanarak, gelecek haftaki yazımda, açımlayacağım.
E. FUAT KEYMAN: Koç Üniversitesi