Geçen hafta 'yavru vatan'da iki gün geçirdim. Sadece iki gün. Ama öylesine mutlu döndüm ki... Mutluluğum hiçbir şeyle kıyas edilemez. Belki sadece Hıncal Uluç'un Londra dönüşündeki keyfi dışında!
TRT radyocusu, müzik ve sinema hastası Ogün Erciyas'tan, kendisinin de süpervizörlüğünü yaptığı "ilk Türk Kıbrıs filmi" olan Gün Batarken'in galası nedeniyle aldığım davette, bu filme emeği geçenleri tanıdım, Kıbrıslı ırkdaşlarımızın filme gösterdikleri ilgiye tanık oldum. Dahası, sahneye çıkıp yıldız gibi alkışlandım, sokakta bile esnaftan beni tanıyanlara rastladım. Nasıl mutlu olmayayım? Kıbrıslılar Türkiye'yle çok ilgili. Anavatanda olup bitenleri çok iyi izliyorlar.
Sırası gelmişken, 12 kadar gündelik gazeteleri var. Küçük boyda ama yazı ve fikir dolu. Ayrıca birkaç TV kanalı da mevcut. Yani medyanın durumu iyi. Ama 30 küsür yıldır ilk kez geldiğim ada, beni asıl doğal güzelliği, bu mevsimde bile yumuşacık iklimi ve de tarihi eserleriyle mest etti. Ayrıca özellikle Lefkoşa, hayat dolu kent merkezindeki canlılık ve Akdeniz'e özgü sıcaklığıyla... Antik adı Ledra olan kentte, bu adı taşıyan eski otel, bilindiği gibi o bitmek tükenmek bilmeyen Kıbrıs görüşmelerinin mekanı. Hemen eteklerinde uzanan geniş Taksim çayırı ise konserlerin, kalabalık toplantıların...
Lefkoşa'da görülecek çok şey var. Öncelikle Bizans döneminden çok güzel kiliseler: Sonradan korunarak Selimiye Camii olan 13. yüzyıldan Aya Sofya, görkemli bir ortaçağ mabedi. Taş işçiliği ve detay zenginliği gözkamaştırıcı. Hemen yanında bir dönemde Bedesten, şimdiyse toplantı salonu olarak kullanılan bir başka kilise var. Kentte ayrıca Haydarpaşa Camii olmuş Azize Catherine kilisesi, Venedik sütunu, Girne Kapısı, kökenleri sekizinci yüzyıla inen Notre Dame Ermeni Kilisesi gibi farklı dönemlerden gelen yapıların yanında, çok güzel Osmanlı eserleri var.
1572'den, yani Türk döneminin hemen başından kalan Büyük Han, soylu mimarisi ve huzur veren atmosferiyle insana Bursa hanlarını, özellikle de Koza Han'ı hatırlatıyor. Zaten Lefkoşa, biraz Bursa, biraz Rodos veya Malta, biraz da eski İtalyan kentleri gibi. Türk hamuruyla yoğrulmuş, birkaç dönemin bileşimi. Ayrıca sayısız küçük, ama çok şirin camisi, hanları, hamamları ve eski evleri var. Bunlardan yer seviyesinin birkaç metre altında kalmış güzel bir hamamın Avrupa Birliği yardımıyla onarıldığına tanık olduk.
Sadece Lefkoşa'yı gezerken bile, geçenlerde bir büyük Batı gazetesinin Kıbrıs'ı dünyanın en görülesi adalarından biri saymasının nedenleri anlaşılıyor. Bu kenti gezerken, bir yandan da Rumların yıllardır her şeyi yokuşa sürme inadının kökenlerini anlıyorsunuz. Böylesine güzel bir kenti ve onu çeviren coğrafyayı Türklere bırakmayı içlerine sindirebilirler mi? Ama onu keşke, iki toplum belli bir uyum içinde yaşarken, adları Grivas, Samson veya Makarios olan hırslı çetecilerin veya daha da hırslı din adamlarının peşine düşerken düşünselerdi...
Oysa şimdi, Birleşmiş Milletler himayesindeki bir anlaşmayla düşmanlığı bitirip barış içinde birlikte yaşamayı seçmek, onların lehine. Yoksa kuzey, tümüyle Türklerin olacak. Gerçi bu, benim görebildiğim kadarıyla Türk toplumu için çok şey getirecek olan Avrupa Birliği hayalini uzaklaştıracak. (O yüzden konuştuğum hemen herkes, görüşmelerin sürmesini istiyor ve anlaşmayı bekliyor...) Ama bu olmazsa, Rumların kaybı daha büyük değil mi? Bakalım, anlaşma ne zaman gerçekleşecek ve güzel Lefkoşa, dünyanın ortadan bölünmüş tek kenti olmaktan ne zaman kurtulacak?
Girne (eski Kirenia), bilindiği gibi Kuzey Kıbrıs'ın turizm ve kumar merkezi. Biz buradaki eski Dom Hotel'de kalıyoruz: soylu bir klasik otel. Daracık sokaklarında nasıl aktığı anlaşılmayan bir trafik var. Birçok inşaat, buranın biraz plansız gelişimini simgeliyor. Anlaşılan buraya para akıyor ama tanışıp dost olduğumuz çok sempatik başkan Sümer Aygın, merkezi hükümetten bir 'nazım planı' bekliyor.
Aygın, Girne'ye büyük konserlerin yapıldığı dev bir amfiteatr kazandıran, otobüs garajının bir bölümünden bir kültür merkezi çıkaran (ilk Kıbrıs filmi orada oynadı) enerjik bir başkan. Girne için bir şans bence... Girne'de 18 kadar 'casino' var. Aslında adanın her yerinde var, kimi köylerde bile... Lefkoşa'daki tarihi Kumarcılar Hanı'nı görünce şüpheleniyorum, kumar bu adanın kanında mı var diye! Gerçi Kıbrıslılar giremiyor ama birçoğu çaresini buluyormuş. Ayrıca sık sık küçük kahveler halinde atyarışı vb. kumarlar oynatan ve Betting-Racing denen yerler de eksik değil. Banda Bulia adlı eski yapıda ise bilardo var.
Adanın kuzeydoğusundaki Magosa ise bambaşka. Rumlarla savaş sırasında buranın tarihi kalesinin içine sığınan ve uzun zaman çıkmayan Türkler, kalenin içine yeni bir kent inşa etmiş. Ve de şehrin adı Gazimağusa olmuş. Görkemli bir kalenin içinde vaktiyle Namık Kemal'in sürgünde yattığı zindanı veya Shakespeare'in Othello oyununun geçtiği gerçek mekan olan Othello Kalesi'ni görüyoruz. Ve de kentin içindeki kimi eski ve çok güzel kiliseden bozma, kimileriyse özgün Osmanlı olan camileri. Özellikle de Sinan Paşa (Aziz Paul ve Aziz Piyer kılisesi) ve bir mücevher olan Lala Mustafa Camisi (Aya Nikola katedrali)... Bu caminin içinde, Başbakan Erdoğan'ın 2006'daki ziyaretinde hediye ettiği eski ve büyük bir Kur'an sergileniyor. Evet, tüm bunlar harika şeyler ve adaya müthiş bir turizm potansiyeli kazandırıyor.
Kıbrıs'ta yeme-içme
Adada ne kadar iyi yeniyor! Özellikle deniz ürünleri... Girne'de cadde üzerindeki Lagoon veya tepelerdeki Zone, muhteşem deniz ürünleri sunuyorlar. Magosa'dan Girne'ye dönerken sahil yolundaki Kıyı Restoran ise 40 TL'lik mönüsüne öyle çok deniz ürünü sıkıştırıyor ki, şaşarsınız... Bunlara isterseniz kaliteli Kıbrıs şarapları eşlik edebilir. Tüm gurmeler ve gurman'lar (oburlar) için Kıbrıs harika bir yer. Lefkoşa'daki 1939'dan kalma Belediye Pazarı ise görkemli bir hal. Burada hiç bilmediğimiz kimi sebzelerle karşılaşıyoruz: Kolakaz denen patates cinsinden bir sebze, her türlü pişiriliyor. Onun küçüğü gibi duran ve kızartmasının nefis olduğu söylenen 'bullo' da var. Ayrıca köksüz, uzun yapraklı kerevizler ve de Çin'den geldiği söylenen sert ve koyu yeşil bir tür karnabahar var. Kalıp bunları da tatmak ne iyi olurdu!