Karadeniz Bölgesinde Kanser vakalarındaki artış medya’da tartışılmaya başladı.
1986 yılında Çernobil’de meydana gelen nükleer patlamanın etkilerinin yıllar sonra insanlarda yoğun bir şekilde görülmeyemi başladı? Başta Greenpace çevre örgütü olmak üzere bilim çevreleri araştırmaları nelerdi?
Neler yapılamadı ve yapılmıyor? 1987 yılında çıkarılan gizli damgalı mektupta neler yazıyordu?
Resmi Açıklamalar yıl 1987
4 - Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral, Ankara’da gazetecilerin radyasyonlu çayların imhasına ilişkin sorularını cevaplandırırken, «İmha yöntemi konusunda henüz bir karar verilmediğini, Başbakan Turgut Özal’ın bu konuda bir kararname hazırlanması talimatı verdiğini» söyledi.
14 - Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) Başkanı Atilla Özmen, özel sektörün elinde bulunan radyasyonlu çayı, temiz çayla karıştırarak, piyasaya sürebileceğini ve bu biçimde sızacak olan radyasyonlu çayın tespit edilmesinin mümkün olmadığını» bildirdi
http://www.byegm.gov.tr/YAYINLARIMIZ/AyinTarihi/1987/aralik1987.htm
Kazadan sonraki TAEK rakamları o kadar düşüktür ki araştırmacılar 10 yıl sonra Türkiye’de çok daha yüksek radyasyon bulmaktadır
26 Nisan 1986 gecesi saat 1:24’te, Ukrayna’daki Çernobil nükleer enerji santralının 4. reaktöründe olan kazadan hemen sonra radyoaktif bulutlar tüm dünyaya dağıldı
Kazadan on yıl sonra, Türkiye’de herhangi bir resmi ya da akademik kurumda bilimsel verilerle yapılmış, neredeyse hiçbir kapsamlı çalışma yoktur. Bu raporda, yabancı raporlara ek olarak, Türkiye’de mevcut bir kaç araştırmadan da alıntılar yapılmıştır
14 Mayıs 1986’da kazanın dünyaya resmen açıklanmasından iki hafta sonra Dışişleri Bakanı Vahit Halefoğlu, Başbakanlığa yazdığı “Gizli” damgalı mektupla [EIBD-III-750.278-1133], Türkiye Radyasyon Güvenliği Komitesi’nin kurulması ister
WHO’da görevli bir radyasyon bilimcisi olan Keith Baverstock, ”Uzun vadede Çernobil’den gelen sıcak parçacıkların neden olduğu cilt, meme ve akciğer kanserlerinde artışlar olacaktır” demektedir.
Meme ve akciğer kanserlerindeki artış atom bombası patlamalarından yalnız 20 yıl sonra ortaya çıkmıştı. Multiple myeloma, mide ve bağırsak kanserlerindeki artışların ortaya çıkması ise 30 yıl aldı.
Beyaz Rusya’daki Halk Sağlığı Araştırma Merkezi’nden Alexei Okanov’a göre Çernobil felaketi, katarakt, kardiyovasküler hastalıklar ve hiperaktif tiroit bezleri sorunlarında boyutu henüz belirlenmemiş bir artıştan sorumludur.
Radyasyon ana rahmindeki fetüslerin gelişmekte olan beyinlerini tahrip etmiş olabilir. Bir WHO araştırmasının ilk bulguları kirlenmiş bölgelerdeki çocukların daha fazla zihinsel gerilik, daha fazla davranış bozuklukları ve daha fazla duygusal sorunlara maruz kaldığını göstermiştir.
Ukrayna Tıp Bilimcileri Akadamisi’nden WHO araştırmacısı Angelina Nyagu’ya göre, “Doğum öncesinde ışınlanmış çocuklar sorunu ne yazık ki bir öncelik haline gelecektir.” Bu bulgular, ana rahminde radyasyona maruz kalan 1100 çocuğun aynı zamanda zeka geriliği sorununun ülke ortalamasının aştığı Japon kenti Hiroşima’dan gelen bulguları güçlendirmektedir. ABD ordusu II. Dünya Savaşı sırasında 1945 yılında Hiroşima’yı bir atom bombasıyla yok etmişti.
Nükleer dostu IAEA, radyasyona maruz kalmanın marjinal ve olasılıkla ”tespit edilemeyecek” bir artışla sonuçlanacağını iddia etmektedir. Cenevre Konferansı’ndaki bir çok bilim insanı IAEA’nın bu müdahalesini en iyisinden patavatsızlık olarak nitelendirmiştir. Keit Baverstock’a göre, IAEA’nın tiroit kanseri vakalarının “yılda 1 milyonda birkaç 10”a ulaşacağı görüşü, yanlıştır. 1995’te Gomel’de bu hastalığa yakalanan çocukların sayısı 1 milyonda 240’a çıkmıştır.
Fin Radyasyon ve Nükleer Güvenlik Merkezi’nde araştırmacı olan Wendy Paile, IAEA’nın dengeli iyot dağıtımına yalnızca toplumun aldığı ortalama radyasyon dozu 100 miligrey’i aştıktan sonra başlanması yönündeki tavsiyesini eleştirmektedir. Paile başlangıç sınırının 10 miligrey’e düşürülmesi gerektiğini söylemiştir. IAEA’ nın tavsiye ettiği başlangıç sınırı hastalığa yakalanan çocuk sayı-sının 100 kat artarak milyonda 100’e yükselmesine izin verilmesini kabul edilebilir gördüğü anlamına gelmektedir (kaynak: Daha kötüye gidecek mi? New Scientist, 9 Aralık 1995, s.14-15).
İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Radyasyon Onkolojisi Ana Bilim Dalı Başkanı ve Avrupa Radyasyon Komitesi üyesi Prof. Dr. Münir Kınay, 7 Mart 1996’da Greenpeace’in Çernobil felaketinin Türkiye’deki sağlık etkilerine ilişkin sorusunu şöyle yanıtladı: “Her gün normal apartman dairelerinde gerekli korunum önlemlerini uygulamayan yeni röntgen kliniklerin açıldığı Türkiye’de radyasyonun teşhiste (röntgen filmleri v.s) kullanımı kontrol edilememektedir. Teknisyenler bir hastanın evinde bile film çekebiliyor. Dahası, radyoaktif maddeler içeren tehlikeli hastane atıkları evsel atıklarla birlikte çöplüklere boşaltıyor. Kırsal alanlardan büyük kentlere olan büyük göç ve daha eski tarihlere ait tıbbi kayıtların olmayışı nedeniyle Türkiye’de sağlık istatistiklerini izlemek olanaksızdır.”
“Bu nedenle, Türkiye Atom Enerjisi Ajansı’nın bugün Türkiye’deki radyasyon uygulamalarıyla açıkça başa çıkamazken, bir nükleer enerji santralından çıkacak çeşit çeşit radyoaktif atıklarla nasıl başa çıkacağını umduğunu düşünmek çok zor.”
9 Nisan 1986’da Türkiye Kanserle Savaş Vakfı’nda görevli kemoterapist ve ilk sayısı Ocak 1996’da yayınlanan Vakıf dergisi “Bülten”in Genel Yönetmeni Dr. Mehmet Aran, Greenpeace’e şunları söyledi: ”Türkiye’de güvenilir kanser istatistikleri yoktur. Kanser resmen bildirilmesi zorunlu hastalıklar kategorisine ancak 1985’te alındı¡ 1985 öncesi dönemine ait kullanabileceğimiz rakam yok. Sağlık Bakanlığı Kanser Savaş Daire Başkanlığı, Kanser Bildirimlerinin Değerlendirilmesi 1991-1992 (yayın no:552, 1994, Ankara) adlı bir kitapçığı var. İstatistikler söz konusu olduğunda ciddi araştırma yürütebilecek ne maddi kaynak, ne de uzmanlık vardır. Çernobil kazasından sonra Türkiye’de kanser hastalıklarında hiç artış olmadığını söyleyenlere inanamazsınız. Artış olduğunu söyleyenlere de.
Dr. Aran’ın alaylı bir uslupla vurguladığı bir diğer sorun da şudur: ”Türkiye’de, yan odadaki meslektaşınızın yaptığı bir çalış-madan bile haberiniz olmuyor! Bu bir çeşit rekabet duygusuna, iletişim eksikliğine ya da bilimsel çevrelerdeki ilgisizliğe bağlı olabilir.”
Kanser Savaş Daire Başkanı Dr. Cemil Kuşoğlu tarafından 1994 tarihli kitapçıkta belirtilen acı gerçek şudur; 1983’ten bu yana onlara bildirilen kanserlerin sayısı bir türlü 20 binlerin üzerine çıkmamıştı. Bunun nedeni, Türkiye’de kullanılan pasif yöntemdi. Bazı raporlarda kanser vakaları sıklığının yılda 100 binde 150 olarak hesapladığını anlatan Dr. Kuşoğlu her yıl 90 bin ila 100 bin yeni vaka olacağını açıklıyor. Bakanlık bilgisayar kullanımına 1993’te geçmiş ve 1992 verileri ilk bilgisayarda değerlendirilmiştir. Böylece daha önce kullanılan “çeteleme” yöntemi terk edilmiştir.
Okumaya devam ediniz
http://avemare.tripod.com/greenpeace.html#Sansur