29
Nisan
2025
Salı
ANASAYFA

1923’ten 2008’e Cumhuriyetin Değerlendirilmesi (15)


YAŞAMA HAKKINA YÖNELEN TEHDİTLER

F-İŞKENCE

İşkence, eziyet ve insan haysiyetiyle bağdaşmayan cezalar konusunda ise, maalesef Türkiye, AB ile müzakerelerin başlamasına kadar, dünyada en fazla eleştirilen ülkelerin başında gelmekteydi. Bu gün de eleştirilerin dozu azalmış da olsa, uygulama bazında büyük eksiklikler ve eleştiriler vardır ve hala rekorlara koşmaktadır.

“Hüzün ve utanç veren rekorlar
Bir haftada 18 mahkûmiyet ve 2 milyon YTL'ye yakın tazminat! Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde (AİHM) kendisine ait olan rekoru bir kez daha yeniledi.
Ve mahkûmiyet kararları o kadar sıradanlaştı ki, basın hep aynı başlıklarla ("AİHM, Türkiye'yi yine mahkûm etti", "AİHM, Türkiye'ye yine ceza yağdırdı" gibi) ve tek sütunluk haberlerle geçiştirmeye başladı.
Haksız sayılmaz. Çünkü Adalet Bakanlığı'nın verilerine göre, Strasbourg'daki mahkeme son 6 yılda Türkiye'yi 1.606 davada mahkûm etti, 869 başvuruyu dostane çözüme bağladı. Mahkûmiyetlerin bedeli olarak 73.5 milyon YTL'ye yakın tazminat ödendi. Halen 1.024 dava da devam ediyor. Hepsi bu kadar da değil; henüz ele alınmamış davaların sayısı da 9 bini geçiyor.”
19.12.2008 Sabah Erdal Şafak

Hasan Cemal’in ‘Kürtler’ adlı kitabının, ‘İşkence’ başlıklı bölümünde bir Felat Cemiloğlu örneği var. 54 yaşındaki Cemiloğlu, 1982’de Diyarbakır E Tipi Askeri Cezaevine atılır ve sekiz ay sonra da hiçbir suç bulunamadığından serbest bırakılır.

Cezaevi çıkışında Cemiloğlu, Hasan Cemal’e: “Eğer genç olsaydım, dağa çıkardım” demiştir.

Peki, cezaevinde, Cemiloğlun’a bunları söyletecek derecede ne gibi bir işkence yapılmış olabilir derseniz: işkence çok ama bir tanesi, bir tanesi dayanılır gibi değil. Değil dağa çıkmak, mümkün olsa insan, insanlıktan çıkıp herhangi bir mahlûk olmaya razı olabilir.

Cemiloğlun’a ceza olarak tek ayaküstünde, duvar dibinde durması istenir. Ama bir süre sonra yorulduğundan ayağı yere düşer. Emre itaatsizlik cezası olarak da, duvarın dibindeki, kanalizasyonun kapağını kaldırılıp, bir avuç bok alıp ağzına atması isteniyor. Sonra, ağzında pislik, hazır ola geçip, öylece durdurulur.

Sonra Cemiloğlu iple bir arkadaşına ağzındaki tüm dişleri çektiriyor. Çünkü dişlerini ve ağzını temizleyememiştir bir türlü. O pislik hissini ağzından bir türlü atamıştır.

Aslında Felat Cemiloğlu’nun üstünden atamadığı hisleri, vahşeti, dehşeti, pisliği ve cinayetleriyle, TC’nin Türk insanına yaptığı insanlık dışı dayatmaları hiç kimse üstünden atamamaktadır. Ama devleti kendi devleti sanmakta olduğundan, her şeye katlanmaktadır.

İŞKENCE’nin dozunu anlayabilmek için, isterseniz şimdi bir de, Ergun Babahan’ın “Kimse Korkmadım Demesin” başlıklı yazısında anlatılanlara bakalım.

"Üç yıl boyunca banyo yapmamıştık. Derimizin üzerinde birkaç milimetrelik kir tabakası oluşmuştu. Bu kir tabakası, bit üreten bir tabakaya dönüşmüştü.

Kanımızı emen bitler yüzünden vücut direncimiz sıfır noktasına yaklaşmıştı. Bu pislik ve bitler nedeniyle apış aramızda, koltuk altlarımızda cılk yaralar meydana gelmişti. Kirlenen ve çürüyen etlerimizden iğrenç bir koku yayılıyordu. Diyarbakır'ın meşhur sıcaklarında bile koğuşların pencereleri kapanıyordu.

Üç yıl boyunca doyasıya ekmek yiyememiş ve su içmemiştik. Bu nedenle vücudumuz mevcut yağlarını tüketmişti. Kaslarımız erimeye başlamıştı. Eritreli çocuklar gibi bir deri bir kemik kalmıştık. Bedenime dokunmaları bana çok korkunç geldi. Üstümü çıkarmaya çalıştılar. Epey bir itiş kakış oldu. İşkence sırasında benden bekledikleri tavrı göremiyorlardı. 'Tiyatrocu karı' diye bağırıyorlardı. Konuşmuyorum ya, rol yapıyorum sandılar.
İşkencenin ne olduğunu yaşayınca daha iyi anlıyorsun.

Sonra beni karanlık bir odaya koydular, orada benim gibi sorgudan geçmiş, işkenceden kafası gözü yarılmış, ayakları şiş insanlar vardı.

Kafamı kaldırdığımda kolu kelepçeyle kaloriferin demirine bağlı, bir battaniyenin üzerinde oturan genç bir adam gördüm. Bu genç adam yakalanırken kurşun yarası almış. Bağırsakları bir poşetin içinde duruyordu. Hastanede olması gereken o kişi orada, işkencehanedeydi ve o orada sürekli işkence çığlıkları dinliyordu. Orada içinizi ister istemez bir korku kaplıyor. Kimse 'Korkmadım' demesin."
Ergun Babahan Sabah 28 Eylül 2006

Şimdi yukarıdaki anlatılanlara bakarak devletinizi, yöneticinizi, demokrasinizi ve insanlığınızı bir daha değerlendirin, gözden geçirin. Tüm bu yaşananlarda insanlıkla ilgili bir taraf bulabiliyor musunuz?

Az gelişmiş ülkelerde devlet, vatandaşların üstünde bir işkence makinesi gibi çalışır. Devlete karşı görevinizi yerine getirmek ya da hakkınızı almak, yani devletle iş görmek zaten başlı başına bir işkencedir.

Örneğin Almanya’dan izne gelen pek çok tanıdığımdan işitmişimdir; “Allahtan devletle bir işim olmasa, devletle karşı karşıya gelmesem” diye dua ettiklerine tanık olmuşumdur. Pek çoğu da devletle karşı karşıya gelmemek için bu tür işlerini takipçilere vermektedir.

Devlet vatandaşı işkenceyle yola getirir, işkence ile kullaştırır, köleleştirir ve köleden efendiye tapması istenir. Bunun için eğitim ezbere dayandırılıp, beyinler baştan köreltilir.

Ama çok az da olsa bazı beyinler vardır ki, devletin köreltme işlemine direnir, normal çalışmasını sürdürür ve devletin bir tapınma mabedi olamayacağını görür.

Devletin bunları halletmesi de kolaydır. On yıl arayla düzenlenen darbeler ve olağanüstü yöntemlerle bunlar da temizlenir. Yani toplumun gören gözleri kör edilir. Kalanlara gözdağı verilir. Artık toplum tümüyle kör, sağır ve dilsizdir.

Örneğin: 1927’liler kırkların cadı kazanında; 37’liler 27 Mayıs 1960’ta; 47’liler 68 kuşağı olarak 12 Mart 1970’de; 57’liler 12 Eylül 1980’de; bu çarktan geçirilerek etkisizleştirilip, topluma uyumları sağlanmıştır. Çünkü bu toplumda normal işleyen bir beyin gereksizdir. Sorgulamak, yargılamak, düşünmek karşı görüş belirtmek hainliktir. Yöneten ne dayatırsa kabullenmek gerekir.

Şimdi de 47’lilerin, yani 68 kuşağının, 12 Mart 1970’de gördüğü işkencelere bir örnek olarak, Firuzan’ın baştanbaşa işkencelerle dolu, “47’liler” adlı kitabının 488. sayfasına bakalım

-Şerife istersen diyor Emine, imzalama.

-İmzalasan da yermem seni. Tekmenin, tokadın, falakanın ötesindeler artık. İnsandaki her şeyi zorluyorlar bunu bil. Yine de hayır denebilir.

-Sussana sen kaltak

Sırtına yeniden inen tekme ile irkiliyor Emine. Kanı artık sızmayıp boşalıyor bacaklarından. Kan bacaklarına sıvana sıvana ala boyuyor.

-Pis faşistler! Katiller! Satılmışlar!

Emine dengesini yitirip yere kapaklandığı anda burnuna vuran kan kokusunu duyuyor.

Götürün odaya bunu da soyun. Bakın şimdi siz orospular bakın. Biz sizin üstünüzden bir bir geçelim de görün. Ne sandınız biz yedi sülalenizi haklarız.

Gözlerini açtığında yine o battaniyeye bürülü buldu kendini.

Yanına konmuş bir tas çorbanın üstünde donmuş yağlar yüzüyordu. Sonra giyimli olduğunu sezdi. Bacaklarına yapışan pantolonu sıyırıp baktı. Kanlar kurumuştu. Eskimiş kanın rengi kahverengi ile paslı kara arasıydı. Vücudunun kokusu dayanılmaz pis bir ağırlık kazanıyordu. Ekmeği aldı, bir iki çiğnemede midesi kabardı. Yutmaya çabaladığı lokmayla birlikte ağzına doluveren ekşimsi bir sıvının itisiyle kusmaya başladı. Kustuğu sarımsı suyun içinde kara, pelteleşmiş parçalar vardı…

Birileri onu getirdiğinde çıplaktı, şimdi ise giyimli. Onu giydirmişlerdi. Kendi giysileri değildi üstündekiler anca seçebiliyordu. Ayaklarının yumuklaşan eğri büğrülüğünü, kanlarından damlamış kabuklaşmaları, kasıklarının içinden içinden burulup duran kopuşunu sanki ağlamalarıyla ondurmaya çalışıyordu.) 47’lilerden.

Belki insanlık tarihinin her döneminde olduğu gibi, tarihimizin de her döneminde işkence vardır; ama benim yaşadığım dönemlerin en azılı ve en vahşi işkenceleri 12 Mart ve 12 Eylül işkenceleriydi.

Devlet öylesine kurtuluşsuz, acımasız ve sürekli bir işkencedir ki, kanlınızdan daha beterdir. Çünkü kanlınız olsa kaçabilir, saklanabilir veya savunma önlemleri alabilirsiniz. Ama devlete karşı hiçbir şey yapamazsınız.

Ayrıca işkenceci bizzat devlet kendisi olduğu için, hiçbir zaman, ciddi ve kapsamlı olarak işkence olaylarının üstüne de gidilmemiştir. Ve işkenceciden hesap sorulmamıştır.

Çünkü işkenceyi yapanla hesap sorması gerekenler aynı kişilerdi; kısaca devletti. Bu kimi zaman Gürler Paşa, kimi zaman Evren’di. Halkın ülkeyi yönetmesi için seçtiği siyasetçi ise, kendi başının derdinde ve çıkarının peşinde seyirciydi.

Yayın Tarihi : 30 Aralık 2008 Salı 00:17:23


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
izzet Kütükoğlu IP: 88.254.135.xxx Tarih : 30.12.2008 22:58:28

Sayın Nazmi ÖNER, "Aldığınız her fiş size, köprü, yol, okul oalarak dönecektir." böyle bir spot verilirdi TV de. Bu milletin yaptığı bütün güzelliklerde, yazınızda anlattığınız şekilde vatandaşa dönmüştür. Ne yazıkki! Saygılar hürmetler.