Tarih, insanlık hafızasıdır ve ondan ders alınıyorsa bir anlamı vardır. Bu yüzden çok zengin bir tarih hazinesine sahip olmamız, insanlar onunla ilgileniyor, koruyor ve ondan faydalanılıyorsa övünç kaynağıdır.
Ama eğer, faydalanılamıyor veya tarih insanlığın faydalanmasına sunulamıyorsa, yağmadan talandan korunamıyorsa, korunanı depolarda saklanıp çürütülüyorsa, utanç kaynağı olarak kabul edilmelidir.
Evet, ama tarih insanlık hafızası olabilmiş mi? Olamadıysa neden olamamış? Tarih bilimi bunun için ne yapmış ve nasıl bir rol üstlenmiş? Rolünü neden başaramamış?
Ben hiçbir şeyin farkında olmadan mevcut tarih anlayışıyla 35 sene tarih öğretmenliği yaptıktan sonra, son yirmi senedir de, bu sorulara kendi çapında yanıtlar arayan, sıradan bir tarih işçisiyim.
Yirmi yılda ne buldun derseniz, sorularıma bulabildiğim temel yanıt: ‘Bence tarih insanlar için yazılmadığı gibi, mevcut tarih insanlık tarihi de değildir.’ Ulaşmış olduğum kesin sonuç budur.
Öyleyse bu tarih kimin tarihidir derseniz, bu tarih hükümdarların tarihidir. Devletlerin tarihidir. Askerlerin, liderlerin, kahramanların tarihidir. Egemenlerin ve yönetenlerin tarihidir. Bunların hırs, intikam, kin ve keyfiyetlerinin tarihidir. İçinde insan yoktur. İnsanların tarihi değildir.
Tarihte insanı, yani yönetilenler ve sıradan insanları boş yere aramayın, bulamazsınız. Ben yirmi senedir arıyorum bulamadım. Onlar resmin arkasında bir fon rengi, savaş sahnesinin arka planından yükselen bir kahramanlık mırıltısı, bir fon müziği, tarihin mermer kaplı yollarında bir dolgu malzemesi olarak kullanılmıştır.
Sayın Turnalı ben bu işin ilmini, bilimini, terim ve terminolojisini bir tarafa bırakarak, son yirmi yıldır, tarihte insanı arıyor ama bulamıyorum. Tarihe insanı monte etmeye çalışıyorum.
Örneğin MÖ 334 kışında İskender Sagalassos’u aldığı gün tarih bize İskender’in kazandığını ve 20 askerini kaybettiğini, Sagalassos Kralının kaybettiğini 500 askerinin öldüğünü anlatıyor. Peki, o gün oradaki insanlar neler yaşadı? Şehir nasıl yağmalandı. Kaç gün yağmalandı. Yağmalama anında neler yaşandı. Kadınlara tecavüz veya çocukların katliam sahneleri nasıldı. Saklanan altınları buldurmak için hangi işkenceler uygulandı. Erkekler katledilirken, köleleştirilen kadın ve gençler, İskender’in kafilesindeki köle tüccarlarına mı satıldı. Ya da bunların hiç birisi yaşanmadı mı?
Hatta kendi tarihimizin en yakın bir döneminden örnek vermek gerekirse, Çanakkale’de savaşın tüm safhaları, savaşanları ve hatta isim isim kayıp askerleri bilinirken, bunların memlekette bıraktığı, ana babaları, dul ve yetimleri, karıları çocukları yani sıradan ve sivil tarafı ne yemiş, ne içmiştir? Nasıl ve neler yaşamıştır? Savaşın asıl felaketi buralarda mı yaşanmıştır, sorularının yanıtı var mı tarihte?
Eğer bunlar ayrıntıdır diyorsanız, savunduğunuz tarih biliminin bence bir ayrıntı kadar bile değeri kalmaz. Çünkü bu dünyanın en büyüğü, en kutsalı, en değerli varlığı insandır. Bu dünya ve üzerindeki her şey insan içindir. İnsanı temel almayan hiçbir bilimin, hiçbir bilginin, hiçbir devletin, hiçbir yönetimin doğruluğu, haklılığı ve saygınlığı savunulamaz.
Bir bilim, olağan bilimsel metotları, terim ve terminolojiyi kullanıyor olsa, objektif ve belgelere dayalı olsa bile, bu bilimin bilimselliği tartışmalıdır. Çünkü bilimlerde temel dayanaklardan birisi de ahlaktır. Ama insan faktörü atlanıyorsa, ya da insan olağan halinin dışında devlette, liderde, kahramanda sembolize ediliyorsa, bunun ahlaki olduğu söylenemez diye düşünüyorum.
Sayın Turnalı araştırmalarım beni bu noktaya götürdükten sonra, sanki tarihin sahibi bilim adamları yokmuş da iş bana düşmüş gibi bir işgüzarlıkla, iki hedef belirledim kendime. Birincisi tarihe insanı monte etmek. İkincisi, tarihi insana monte etmek, yani tarihi insana taşımak.
Bu amaçla önce “Tarihin Tanımı” adlı dosyamı yazdım. Bu dosyada (antoloji.com’da yayınlanmıştır) devletsiz, hükümdarsız, sınıfsız, milletsiz ve milliyetsiz, yani insanların yalnızca insan olduğu Tarihten Önceki Dönemleri, insanların yaşam hikayelerinde işledim.
Örneğin Paleolitik Dönemi, Paleolitik bir avcı olan Paleo’nun av hikayeleri içinde, Mezolitik Dönemi, Mezolitik bir tahıl devşiricisi olan, Mezoliye’nin hayat hikayesi içinde, Neolitik Dönemi, Neolitik bir çobanın hayat hikayesi içinde işleyerek, tarihe insanı monte etmeye çalıştım.
Öte yandan tarihi insana taşımak için de, bu kitabımı manzum olarak yazdım. Şiirleştirme ve insan yaşamına uyarlama yoluyla daha ilginç ve okunabilir hale getirerek tarihi insana taşımaya çalıştım.
Fakat bu çalışmam zamanımızdan çok uzaktı. Ama geçmişte insanı tarihte bulmak da olanaksızdı. Bu yüzden yaşadığımız güne dönmek zorunda kaldım. İkinci denemem insanlık tarihinden bir günlük bir kesit çıkarmak oldu. Bu amaçla bir günlük tarihi yazmaya karar verdim. “Gazete” adlı dosyam 15 Aralık 2005 Tarihli bir gazetenin, şiirleştirilerek bir kitap haline getirilmiş şeklidir.
Bu çalışmalarımdan üçüncüsü bir aylık tarih olup, “Nisan 2007 Tarihi” (Laiklik, Şeriat ve Türban Tartışmaları) olarak, geçmişte kenthaber.com sayfalarında yayınlandı. Bu alandaki en son çalışmam ise “Gezi Parkı, 2B, 3X4, CHP ve 2013 Türkiye” bir yıllık tarih olarak sürüyor.
Sayın Turnalı bunları yazarak başınızı ağrıttım belki, ama ikimizin çok farklı kulvarlarda yol aldığımızın anlaşılması kadar, okuyucularım açısından da bu açıklamaları önemli bulduğum için yazmak zorunda kaldım.
Çünkü vatandaşınıza ilkokuldan Üniversiteye dek tarih dersi veriyorsunuz, ama eğittiklerinizin %80’inde, tarihe karşı bir ilgi uyandırmak şöyle dursun, tarihten soğutup uzaklaştırıyorsanız, bir çözüm aramak gerekmez mi? Yani, siz tarih bilimine ne denli hakim olsanız, terminolojiye riayet etseniz, Helen yerine Hellen biçiminde çift ‘l’ harfi de kullansanız, yaptığınız iş sizden başkasını ilgilendirmiyorsa, halkta tarihe karşı bir ilgi uyandırmak şöyle dursun, daha da soğutuyorsa, bu biçimsel açıdan önemli olsa bile, amaçlar açısından ne kadar önemlidir?
Sürecek.
Tarih nedir ?
Gerçek tarihçilerden biri olan ve 'yakın tarihimizi' tüm gerçekleriyle ortaya koyan Sadri Sema, "Eski İstanbul Hâtıraları" adlı yapıtında şunları dile getirmiştir: "Tarih, geçmiş günlerin hayatlarıyla, adetleriyle, çiçekleriyle, dikenleriyle, sesleriyle, düşünceleriyle, kinleriyle, intikamlarıyla, cenkleriyle, kahramanlarıyla, zaferleriyle, bozgunlarıyla, vurgunlarıyla, isyanlarıyla, hurafereleriyle işlenmiş uçsuz, bucaksız bir destân... Lâkin hangi tarih kitabının yapraklarını karıştırırsak yalnız hakanlar, yalnız kumandanlar zaferlerden, zaferlere..Tarihçiler bu noktalar üzerinde saplanıp kalmışlar, taçlı katillerle, mağlup yiğitlerle, mazlum galiblerle haşr ü neşr (birleşip, dağılma) olmuşlardır. Pekî, fakat bu kitaplarda ufak, defek istisnalarla geçmiş devirlerin rengi, ahengi, sesi yok ! İnsan birşeyler arıyor, arayınca da bir boşluğun hüznü içinde kayboluyor. ,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Fakat gönül eski günlerin, eski çağların sönen ışıklarını da arıyor.. "( bu arada 'muhteşem yüzyıl' adlı dizinin saçmalıkları aklıma geldi) [ Sadri Sema. 'Eski İstanbul Hatıraları' s: 45-46]
Bu konuya el attık, gidiyoruz; arada kendi fikirlerimi beyân etmeme de müsâade edilmesini -hoşgörülere sığınarak- arzularım. Tarih, müsbet bir ilimdir; bir maddenin yapısının bozulamayacağı şekilde.., tarih bir san'ât tır; gerçek hali ile ilelebet kalması şeklinde..
"Tarihin anlamı" konusunda diğer tarihçi ve düşünürlerden birkaç anekdot aktaralım:
Wells'ın ifadesi şudur; "Kronolojiyi temel sayacaksın, olayları his ve arzularına göre yorumlamadan olduğu gibi yansıtacaksın, en ince ayrıntıyı bile adalet ve haktanırlık ölçüsünde kaydedeceksin ! Olayları, bunlara dikkat etmeden değerlendirmeye kalkışanlar, tarih değil,hoşa giden masal yazmış olurlar.." [ 'Vahideddin, Mustafa Kemal ve Millî Mücadele' Turgut Özakman. s: 214]
Sadi Borak'ın 'tarihi yazma konusundaki' düşünceleri şöyledir; " Bir tarih yazarı, bir araştırmacı eğer olayların da tarihlerini saptamak ve yazdıklarının gerçeğe uygun olmasını istiyor ise,dayandığı kaynakların gerçeklere uyması gerekir. Özellikle, belleklerine güvenenlerin tuttuğu anılar, araştırmacıların karşılaştıkları zorlukların başında geliyor. Anı tutanların birçoğu, 'Bundan dört yıl önceydi' ; 'Bir ilkbahar günü' ; 'Kendisini ziyaret ettiğim bir gün..' diye başlıyorlar anılarına.. Bunun 'evvel zaman içinde..' diye başlayan Şark masallarından farkı ne ? ! ,,,,,,,,,,,,,,, Eğer belirtilen tarih, olayların akışına uymuyor ise o zaman, gerçeği arama çilesi başlıyor." [ 'Atatürk'ün istanbul'daki Çalışmaları' Sadi Borak. s: 198]
Şimdilik belirteceklerim bunlardan ibaret. "Yorum" sütununu işgal etmekten kaçındım. Bu konuda kendi görüşlerini belirtebilecek olanlar ile görüşmek üzere...
Sayın Hocam Gerçekten benim kulağım da "Hellen" değil, "Helen"e alışktır. Bir tarihde "Mitoloj" dizisinde ünlü Yunan tragedyacılarından birin adını (Rahmetli Halikarnas Balıkçısının Aşil olarak bildiğimiz Akhilleus'u "Akilefs" diye yazmasından cesaret) alarak) Türkçe imlâ ile "Eskilos" diye yazmıştım. İÜ. Klasik Dillerinden bir akademisyen, dilini eşek arısı soksun dercesine o "Aiskhylos" yazılır diye sert bir tonda tashih etmişti, Ben de aradığım kaynaklarda norm yazılış olarak böyle görmüştüm ama ne bileyim Türkçe imlâyı tercih etmiştim. Ama işte profesyoneller Türkçede böyle imlâ olmasa da norm yazılışlara bağlı kalıyorlar. Ben de bu yorumlardan istifade ile müteakıp yazımda bolca geçecek "Hellenistik" kültürü doğru yazdım. Canınız sağ olsun.
Tüm toplumsal bilimler gibi "tarlh" de elbette pozitif-müsbet (kanıtlanabilir) olamlıdır. Ancak bir tarihdeki yorumumda belirttiğim üzere tarih boyunca cereyan etmiş olayların sonsuz sayıda olması ve sonsuz sayıda faktörlerle açıklanabilmesi muvacehesine bunların kaynaklarına kesinlikle inme zorluğu yanında, bir de bu çatışmalar Dünyasında sübjektif yorumlama keyfiyeti diğer toplumsal bilimlerin tendentielle (eğilimsel) olmasının yanında tarihin kesinliğini daha da bulandırıyor. Meslek ahlâkı olan dürüst bir tarihçinin en azından böyle sübjektif değerlendirmelerden kaçınarak kendini objektif kaynak aramalarına adaması gerek. Bu arada terminoloji birliği önemli ama bunda da gereksiz şekilciliği ikinci planda görmek gerek.
Saygıdeğer Hocam. Yazılarınızdan çok şeyler öğreniyoruz. ''Öğrenmenin yaşı yok'' sözünün doğruluğunu şimdi anlayabiliyoruz. Evet ben de Vefa Lisesine geçinceye kadar tarih dersini sevmeyenler arasındaydım. Ezbercilikten nefret ederdim. Karlofça antlaşmasının hangi yüzyılda ve hangi şartlar altında imzalandığını bilir, ama hoca kesin tarihini isteyince bocalar ve kırık not alırdım. Vefa Lisesinde tarih hocam Reşat Ekrem Koçu, bizlere sizin dediğiniz gibi ''egemenlerin, yönetenlerin tarihini'' değil, ''içinde insan olan tarihi'' anlattığı zaman tarih dersini sevdim. Şu anda da tarih dergi ve kitaplarını takip eder ve olayları bu gözle görmeye çalışırım. Saygılar...
Değerli yorumcu kardeşlerime, katkılarından dolayı teşekkür ederim. Selam ve sevgiler.
Tarih nedir ? (2)
Mevzû-i bahsımıza Sadri Sema'nın -gene- tarih üzerine belirtileriyle devam edelim.. Sema, tarih üzerine görüşlerine şöyle devam eder: "Bilinen şeyler denirse bu da doğru değildir, bugün bilinmeyen şeylerdir; hele bugün... Dün nasıl yaşadığımızı bugün hatırlayan kaç kişi kaldı ?!.. Tarih 'bir tekerrürden ibarettir' sözü de yanlıştır ! (bu konuya ayrıca değineceğim) ,,,,,,,,,,,,,, Tarih geçmişi geleceğe anlatmaktır ve bu anlatılırken maziden birşey atlanmamalıdır ! ,,,,,,,,,,, Yaşlılar maziyi, gençler bugünü olduğu gibi kaleme alırlarsa bizi yarına meçhul bırakmazlar ! "
Hıfzı Veldet Velidedeoğlu' nun ifadeleri şöyledir: "Bazı tarihî anlar vardır ki, bu anlarda susmak, insanı ömrünün sonuna kadar kendi nefsine karşı suçlu duruma düşürür.." [ 'İhtilâl Mektupları' Uğur Mumcu. s: 149]
Celâl Bayar ise, 'anıların yazımı konusunda' şu görüşlerini belirtmiştir: "Ben, hatıra yazanların pekçoğunun yaptığı gibi yalnız 'kendimin kudretli tarafını göstermek', 'her şeyde ben, ben demek' niyetinde değilim. Sonucu ne olursa, olsun yalnız hata veya sevap realiteleri tespit etmek suretiyle , bizden sonrakilerin muhakemelerine gerçeği sunmak istemekteyim !" [ 'Ben de Yazdım' Celâl Bayar. c-7, s: 136]
Muhterem Altemur Kılıç ile yaptığım görüşmelerimin birinde, kendileri bana şu görüşlerini bahşetmişlerdi; "- bizim zamanımızda çok kişinin anılarını yazdığından eminim; lâkin, bu anıları evlerinin çatı katlarında küflenmeye terk edilmişdir ve ne yazıktır ki, geçen süreç içinde kadr-âşnâ dan yoksun torunları tarafından yakılmış veya yok edilmiştir. Eğer bu anılar muhâfaza edilmiş olsaydı, tarihimizin karanlıkta kalan birçok gerçekleri bugün bizlere aydınlatıcı olur idi.. (Batılılar ile, bizim tarih anlayaşımız konusuna da ayrıca değineceğim