29
Nisan
2025
Salı
ANASAYFA

Akciğerlerimiz Yanarken


Korkularım var benim. Her sene yaz gelir diye korkuyorum. Yaz gelince haberleri izlemekten, okumaktan, dinlemekten korkuyorum. Medya da orman yangını ya da yirmi yaşında gencecik insanların şehitlik haberleri veya katliam gibi trafik kazası haberleriyle karşılaşmaktan korkuyorum. Rakipler bu yaz turizmi baltalamak için, terör örgütlerine hangi hain çılgınlıkları yaptıracaklar diye, korku ile bekliyorum.

Gerçi şarklı bir toplumda yaşıyorsan korkulara alışık olmalısın. Çünkü din korku, kültür korku, devlet korku ve gelecek korkudur şarklı toplumda. Önceleri ne denli acı gelse de, zamanla acılar arabesk bir bağımlılık yapar, yaşamın besini, oksijeni olur.

Fakat bir şey var ki, ona hiç alışamadım ve her zaman içimi yakar, hep kanatır. Bu akciğerlerimizdeki yangındır. Yıllar yılı akciğerlerimiz parça parça yanar, yakılır. Televizyonlarda kan kırmızı savaş alanları gibidir, orman yangınlarında ateşin rengi. Ve ateş çıkınca yola: rüzgârdan ve dörtnala giden atlardan, hatta martılardan, kırlangıçlardan daha hızlı hücum eder, daha delicesine saldırır akciğerlerimize. Yanar akciğerlerim, kanar yüreğim.

Birkaç gün önce Kaş’ta Likya Uygarlığının en önemli kentleri yanmıştı, dün Adana yanıyordu, bugün Çanakkale cayır cayır yanıyor. Doksan dört sene önce savaşın ateşi, makineli mermileri, top gülleleri yetmemiş gibi ve sonrasında çıkardığımız yangınlarda defalarca yaktığımız gibi, şimdi onları Temmuz 2008’in bu son gününde bir daha yakıyoruz.

Ve Manavgat’ta bu sene bu bilmem kaçıncı yangındır, Serik Manavgat arasında dün başlayan yangın, kontrolü kaybedilmiş biçimde almış başını gidiyor. Bugün bu yangın, köprülü kanyona dayanmış, rafting alanını tehdit ediyor. Yerleşimler hayvanlar yanmış, insanlar canımızı zor kurtardık diye feryat ediyor. Yangının yaklaştığı yerleşimler boşaltılmış, insanlar araçlarında konvoylar halinde köyünü terk ediyor. Binlerce yıldır yaşasak da bu topraklarda, yangın için bir güvenlik koridoru koymak gelmemiş aklımıza; ormanla yerleşim arasına. Ve şimdi de Fethiye’den de bir orman yangını haberi daha geliyor, bir güne bunca yangın az gelmişçesine.

Fakat birileri de vardır ki, kana, ateşe seyircidir. Ve nedense seyirciler hep, kanı ateşi önlemekle görevli kişilerdir. Hiç önlem almadan, nutuk atarlar ve göstermelik acı ifadelerle üzüntülerini belirtirler. Oysa onların yeri, yakınma acınma yeri değil, gereğini yerine getirme yeridir. Ama hiçbir önlem almadan her şey sözde kaldığı için, orman yangınları her yaz, yinelenen mevsimler gibi, yinelenen geceler gündüzler gibi, yinelenen yaşam sahneleri olarak yinelenir durur. Yine akciğerlerimizden bir parça yanar, yok olur. Gün be gün nefes darlığımız artar, bedenimiz cansızlaşır, çöl olur.

Nedeni önlemsizlik midir, ciddiyetsizlik midir, yoksa önlemlerde mi bir yanlışlık vardır? Duyguda düşüncede, anlayışta kavrayışta, değerlendirmede bakışta mı bir hata vardır? Önlemler gerçekten denetim, sevgi ve sahiplenme temelinde mi, yoksa korku ve gözdağı temelinde mi yükselmektedir? Korku ve gözdağı ile Şarklı toplum bu güne dek hangi sorununu temelden çözebilmiştir? Ama sonuç ne olursa olsun Şarklı toplumda önlem, hep korku ve gözdağıdır, yasak ve cezadır. Yöneten de yönetilen de aynı şeyi savunur.

Oysa yasak ve ceza çözüm değildir. Çözüm bunların denetimi ve bir hukuk devletine yakışır biçimde yansız ve tavizsiz uygulanmasıdır. Çözüm çağdaş teknolojiyi kullanmaktır. Tulumbacılıktan itfaiyeciliğe geçildiği gibi orman yangınlarında da yangına havadan müdahalelerin yaygınlaştırılmasıdır.

Tarihte Asur kanunları sertliği ile tanınır. Orman kanunları da böyledir. Bu yüzden çağdaş hukuk sistemlerinin uygulanmadığı, sorunların güce dayanarak çözümlendiği yer ve durumlar için ‘orman kanunu’ tabiri kullanılır. Yani bu tanımda bir hukuksuzluk anlamı vardır ki, gerçekten de bizde böyledir.

Çünkü cezalar suça göre değil suçluya göredir. Suçlunun gücüne, kariyerine, çeteleşmesine ve siyasi dayanaklarına göredir. Orman kanunu bir bakıma bu dengesizliğin ifadesidir. Kimine on binlerce dönüm bir orman denizinin ortasında, üç beş dönümlük bir adacık ayrılıp, tapusu verilir; kiminin uçsuz bucaksız bir ovada, en yakın makiliğe beş on kilometre mesafede, yüz yıldır ekip diktiği tarlasına orman diye el konur.

Kimi yerler orman vasfını kaybettiği için, ormandan çıkarılıp, halkın tarım ve yerleşim alanı olarak kullandığı 2B arazileridir. Kimi 2B araziler ise, orman vasfını kaybetmediği halde, siyasi yağmalama ve rant amacıyla ormandan çıkarılmıştır. İşte orman kanununu kavramı, ormanı korumada sertlik ve kararlılıktan ziyade, asıl bu alanlarda bir keyfiliğin simgesidir. Yani sonuçta ormanı, orman kanunlarıyla korumak olanaksızdır. Yasa sevgiye, demokrasiye, denetime ve şeffaflığa dayanmalıdır.

Bunun için orman sınırlarındaki ihtilaflar çözümlenmeli. Bunun için orman kriterleri objektif ölçülerle belirlenmeli ve belirlenen kriterler, her yerde ve herkese ayrımsız uygulanmalı. Orman idaresinin vatandaşın ekip diktiği tarlada, gece gizlice kondurmak zorunda kaldığı barakasında gözü olmamalı, vatandaş da her ne yaparsa yapsın, hangi yola başvurursa vursun, orman alanından bir karış daha yer alamayacağını kavramalıdır. Ama zengin ve ya siyasi: yakıp, yağmalayıp bir yolunu bularak ormanı ele geçirebiliyorsa, fakirin de gözü hep ormanda olur.

Önlem olarak, bir de yangınlarda teknolojinin yeteri kadar kullanılmadığını ve en geçerli önlemin teknolojiyi takip olduğunu söylemeye bilmem gerek var mıdır? Bizde bugün orman yangınlarını söndürmede teknoloji kullanımı, birkaç yıl öncesine kadar Osmanlıdaki tulumbacılık seviyesinin ilerisinde değildi. Bu günkü gelinen nokta da çok yetersizdir. Çünkü orman yangını demek, bir ateş kütlesinin, rüzgar hızıyla ilerlemesi demek olup, ateşin önüne geçip, değil önünü kesmek, yerine göre ateşin yüz metre ilerisinden kaçıp da canınızı kurtarmak bile mümkün değildir. Ateşin önü ancak havadan güçlü bir müdahale ile kesilebilir.

Varın düşünün şimdi, 2000’li yıllara dek yanan ormanlarımızı ve bu yangınlara müdahale edecek bir helikopter filomuzun olmadığını. Bırakın filoyu 2000’lere kadar Antalya’da ormanın hiç helikopteri yoktu. Askerin kullanımdan çıkardığı ve bazı yeni düzenlemelerle yangın söndürmede kullanılması için vermeyi teklif ettiği helikopteri ise orman idaresinin, VİP olur düşüncesiyle kabul etmediği o yıllarda yazılmıştı. Geçen yıllara kadar da sanırım tek bir helikopteri vardı. Şimdi dört tane olduğunu duydum ve çok sevindim. Ama neden on tane değil. Helikopter çok mu pahalıdır, derseniz: kesin bir fikrim yok ama sanırım 90’lı yıllarda, hem de polis dul ve yetimleri için kurulan bir vakfın parasıyla, Emniyet Genel Müdürüne alınan bir zırhlı arabadan daha pahalı değilmiş.

Öyleyse koca bir ülkenin ve üzerinde yaşayan yetmiş milyon insanın ve sayısız bitkinin hayvanın akciğerleri, bir emniyet müdürünün yaşamı kadar değerli değil midir? Emniyet müdürü ölse binlerce yedeği bulunur ama yanan akciğer geri gelir mi? ? Kaldı ki pahalı bile olsa bunun için mutlaka para bulunabilir. Ama orman idaresi bu güne dek halktan bu alanda bir yardım istememiştir. Nice zenginlerimiz servetlerini, Mehmetçik Vakfına, Polis Vakfına ve Türk Eğitim Vakfına bağışlamaktadır. Orman idaresi de yangın söndürme helikopteri ve uçağı alımı için bir vakıf kursa veya kampanya başlatsa, eminin hayırsever vatandaşlar, aynı duyarlılığı ormanların korunması için de göstereceklerdir.

Örneğin Aydın’ın, Muğla’nın, Antalya’nın, Mersin’in, Adana’nın onar tane yangın söndürme uçağı olsa ve yangın olan yere yirmisi, otuzu, aynı anda müdahale etse, yangının sönmesi için rüzgârın kesilmesini beklemeye gerek kalır mı? Yangının ilerlediği yönde on helikopter aynı anda ard-arda suyu dökse, yangın yayılmadan önlenemez mi?

Yangınların çıkışında, piknik alanlarının düzensizliği ve ormanların denetim eksikliği, de etkili olmaktadır. Piknik, insanların ormanın içine dağılarak istediği yerde keyfince yapacağı bir etkinlik değildir. Sınırların ve güvenli ateş yakma alanlarının belirlenmesi ve hazırlanması ve buna herkesin uyması gerekmektedir. Bu durumda önlem, her şeyden önce ve bir eğitim işi olmanın da ötesinde, öncelikle bir denetim işidir. Devlet denetlemede yetersiz kalıyorsa, koşullarını belirleyerek buraların işletmesini kişilere vermelidir.

Ormanların bakımı, korunması; ormanla insanların barışması ve sevgi temelinde daha verimli işletilmesi için, buraların özel mülkiyete dönüştürülmesi de ciddi biçimde değerlendirilmelidir. Bir yerin veya bir şeyin milli servet olması için mutlaka devlete ait olması gerekmemektedir. Vatandaşın elindeki her tür değer de milli servettir. Bu yüzden kimin elinde olduğu değil, nerede ve nasıl daha iyi korunduğu, daha faydalı ve daha verimli olduğu önemlidir.

Görüldüğü gibi ormanlar konusunda söylenecek söz, yapılacak eylem ve alınacak çok önlem vardır. Bunları tek bir makaleye sığdırmak olanaksız olup, benimkisi: olaya bir soru işareti koymak, bu alanda –türban tartışmaları gibi değil ama- akılcı, yapıcı ve çağdaş çözümlere ulaştıracak bir tartışma başlatmaktır. Çünkü ormanlar dünyanın akciğerleridir ve akciğersiz yaşam mümkün değildir. Çünkü ormanları yok etmek, küresel ısınma denilen felakete, “Önce bize buyur” demektir; felaketi tetiklemektir.

Yayın Tarihi : 3 Ağustos 2008 Pazar 19:52:29


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?