Not: Değerli okurlarım. Güncelliği nedeniyle, kentleşme sorunlarının arasına Altın Portakal Film Festivali ile ilgili üç yazıyı koymak zorunda kaldım. Bu üç yazıdan sonra kentleşme sorunları, kaldığı yerden devam edecek.
Bu yıl 09-14 Ekim 2010 tarihleri arasında 47. si yapılan, Antalya Altın Portakal Film Festivaline Emir Kusturica gerginliği damgasını vurdu diyebiliriz. Festivale jüri üyesi olarak davet edilen Boşnak sanatçı Emir Kusturica, Sırpların Boşnak soykırımını kabullenmediği gerekçesiyle, Büyükşehir Belediyedeki muhalif milliyetçi belediyeciler tarafından protesto edildi. Arkasından da Kültür Bakanı Antalya’da olduğu halde, aynı gerekçe ile Festivalin açılışına katılmadı. Bir bakıma o da, festivali protesto etti.
İnsanların sanatını, sanatsal etkinliklerine göre değil de, siyasal düşüncelerine göre değerlendiren bu hastalıklı ve paslı düşünce, bence altın portakalın üstüne geçirilen teneke bir kılıf olmuştur.
Dışa açılarak, yeni yeni, uluslararası bir özellik kazanması amaçlanan festival, bu özelliklerden henüz daha çok uzak olduğunu, hamasi duygularla başını kuma sokarak, bir süre daha kendi kabuğunda kalması gerektiğini, adeta kanıtlamıştır denilebilir.
Kültür bakanımız dahil, kültüre şaşı bakışımıza geçmeden önce, Bosna’daki soykırım ve Emir Kusturica olayına kısaca değinmek istiyorum.
Bilindiği gibi 1980’li yılların sonlarına doğru, Yugoslavya'yı parçalamak üzere Batı bir takım siyasî, ekonomik, ideolojik ve askeri eylemlere girişti. Yugoslavya ordusunu zayıf düşürmek ve Slav birliği yıkmak için, aynı dili konuşan Slav halklarını birbirlerine karşı kışkırtı. 1989'da Yugoslavya'yı iflas ettirmek için Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası Yugoslavya hükümetine çok ağır koşullarda kredi verdi.
Tüm bu olumsuzluk ve kışkırtmaların etkisiyle dağılma korkusuna kapılan Sırplar, Yugoslavya’yı kendi denetiminde daha merkezi bir yönetim altına almak isteyince, Slovenya ve Hırvatistan bağımsızlık kararı aldı. Avrupa’nın ve özellikle de Almanya’nın istediği zaten Slovenya idi. Almanya, Avusturya üzerinden Slovenya’da Akdeniz’e inmiş oluyordu. Bu yüzden Slovenya’yı Yugoslavya’dan koparıp aldılar.
Zaten Yugoslavya’nın ekonomik olarak kalbinin attığı yerdi Slovenya. Bu yüzden kalbi sökülüp alınan Yugoslavya, bundan sonra diğer bağımsızlık talepleri ve her gün biraz daha şiddetlenen iç savaşla tam bir cehenneme döndü.
Avrupalılar ise yıllarca bu duruma seyirci kaldıktan sonra, sanki bu yaşananların sorumlusu kendileri değilmiş de insani amaçlarla aracı oluyormuş gibi BM’lerden sonra Nato ile olaylara müdahale ettiler. Ve maalesef soykırım, bunların müdahalesi altında gerçekleşti.
Çünkü 11 Temmuz 1995’te güvenli bölge olarak ilan edilmiş olan Srebrenitsa’da görev yapan Hollandalı askerlerin geri çekilmesiyle, kent Ratko Mladiç’in silahlı kuvvetlerinin eline geçti. Oysa Bosnalı Müslümanlar, BM’in güvenli bölge sözüne güvenerek burada toplanmışlardı.
Bundan sonra yaklaşık iki hafta içinde 8 binden fazla sivil Boşnak öldürülmüş olup, bu durum tam bir soykırımdı. Bu katliam karşısında seyirci kalan NATO ve BM, kendileri: güvenli olarak ilan ettikleri bölgenin korunması ve katliamının önlenmesi için hiçbir şey yapmamıştır. Nisan 2004’te, Lahey’de BM’nin eski Yugoslavya ile ilgili Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesinde, Srebrenitsa katliamı soykırım olarak kabul edilmiştir. Fakat bunun mağdura hiçbir faydası olmamıştır.
Sırbistan devleti olaydan kendini soyutlayıp, Srebrenitsa’da yaşananları kınayarak, sanki bu tarakta hiç bezi yokmuş gibi, kirli mazisini temizlemiş oldu. Srebrenika olaylarından dolayı BM özür diledi. Hollanda hükümeti de sorumluluklarını kabul etti. Fakat hepsi de hatalarından, kuru bir özür ve üzüntülerini belirtmek yoluyla temizlendi ve suç yine Bosna devletinin üstünde kaldı.
Srebrenika Anneleri katliamdan BM’yi sorumlu tutmuş, BM’nin tazminat ödemesi için Lahey’deki Mahkemeye başvurmuşsa da, uluslar arası sözleşmelere göre BM’in yargılamadan muaf olduğu belirtilmiştir. Bu yüzden BM hiçbir zarara uğramadığı gibi, soykırıma göz yuman Hollandalı askerler de, ülkelerinde kahraman ilan edilmiştir.
Yani şimdi kolayca benimsediğimiz ve benimsemeyenleri suçladığımız bu soykırım kararı, öyle bir karardır ki, soykırıma uğrayan Bosna’nın Müslüman halkı, soykırım yapan da Bosna’nın Sırp halkı olduğundan, Bosna Hersek devleti hem mağdur ve hem de mahkum olmuştur.
Yani Lahey’de alınan soykırım kararının, soykırıma uğrayana hiçbir yararı olmadığı gibi, soykırım yapan Sırbistan Cumhuriyetinin suçlarını, AB, Nato ve BM’lerin hatalarını günahlarını temizlenmiştir. Yani Bosnalılar kendi içinde birbirini kırmış olup, olayın diğer tarafları insani duygularla bunu kınamıştır gibi bir sonuç yaratılmıştır. Bizim keskin ve kahraman milliyetçilerimizin zannettiği gibi, soykırım yaftası Sırbistan’ın üzerinde değil Bosna’nın üzerindedir.
İşte bazılarımızın sanki insani duygularla kabul ederek, kabul etmeyenleri insanlık suçu işlemekle suçladığımız, soykırım kararının özü budur.
Bu yüzden veya kendine göre başka nedenlerle Emir Kusturucia, bu suçluları aklayıp, suçsuzu mahkum eden soykırım kararını önemsemeyerek, işin özüne inerek, AB’nin çıkarları doğrultusunda ülkesinin parçalanmasını kabul edememektedir.
Yani biz bilmediğimiz ve özünü kavramadığımız bir soykırımdan dolayı Sırplara kızıp, liderleri Miloseviçe, Karadziçe lanetler yağdırırken, o hem bunlara rest çekmiş, küfretmiş ve hem de olayın asıl failleri, BM, AB, ABD ve Nato’ya lanetler yağdırmıştır.
Üstelik bunlar lafta kalmamış, 1993 Bosna Savaşı sırasında Sırbistan’ın aşırı milliyetçi lideri Vojislav Seselj’i düelloya davet etmiş ve yine 1995’te Belgrat’ta milliyetçi bir parti lideri olan Nebojsa Pajkiç’e yumruk atmıştır. Yani ülkemizde, Boşnak asıllı olduğu halde bir Sırp milliyetçisi olduğu düşünülen, Boşnak milliyetçisi olmamakla suçlanan Emir Kusturucia, aslında hiçbir zaman için bir Sırp milliyetçisi de olmamış ve her türlü milliyetçilik pisliğinin uzağında kalmayı başarabilmiş, dünyayı bir milletin çıkarları penceresinden değil, insan ve insanlık sevgisiyle kucaklamayı başarabilmiş bir hümanisttir.
Aslında o, bu şaçma ve saralı düşünceler yerine, sanatı ile değerlendirilseydi eğer, bütün yapıtlarında, insanların kullanılması, sömürülmesi, ezilmesine karşı bir duruş sergilediği; insan ve doğa sevgisi, dostluk, barış ve kardeşliği ön plana çıkarmaya çalıştığı görülebilirdi.
Yalnız bu durum soykırım denilen şeyin nasıl bir şey olduğunu tanımamızı sağladığı için bir bakıma faydalı olmuştur. Çünkü buna bakarak soykırım kararlarının nasıl alındığı anlaşılmaktadır. Ve yine bu soykırım kararına bakarak şunları söylemek yanlış olmaz sanıyorum.
Birincisi, soykırım kararları, organize suçlarda suçu birisinin (muhtemelen mağdurun) üstüne yıkarak, diğer suçluları aklamaktır. Örneğin bizim 1915 tehcir olayında da, soykırım suçunu, Ermenileri silahlandırıp, kışkırtıp, saldırtan bir sürü itilaf devletine paylaştırmak olanaksız olacağından, Osmanlıya yıkıp, ötekilerini aklamak çok daha kolay olmaktadır. Oysa Tehcir olayında ölen Ermenilerin ölümünden en az Osmanlı kadar, öteki itilaf devletleri de sorumlu olması gerekir.
İkincisi, herkes kendi soykırımını ret ederken, başkasının soykırımını tanımak çok kolay ve çok hoş bir davranış olup, kimse kabullenmekte zorlanmamaktadır. Örneğin biz de, koşulları ve kışkırtıcıları dikkate alınmadan, bize vurulmak istenen, hatta dünyada pek çok ülke parlamentosunda kabul edilen Ermeni soykırımına şiddetle karşı çıktığımız halde, başkalarının soykırımını, koşullarına falan bakmadan kolayca kabul edebiliyoruz. Öyleyse bundan sonra Ermeni soykırımını kabul edenlere fazla şaşırmamalıyız.
Üçüncüsü şimdi dünyada pek çok ülke parlamentosunda soykırım olarak kabul edilen 1915 Tehciri, Lahey Mahkemesi tarafından da onanır ise, Biz bunu kabul edecek miyiz? Ya da reddedersek, kabul etmediğimiz için, biz de dünyanın Emir Kusturicası olmayacak mıyız?
Dördüncüsü, savaşlardan şan şöhret ve ekonomik çıkar sağlayan devletler, savaşlardaki vahşet ve dehşetin üstünü örtmek, savaşın tüm pisliklerini tek bir olayda yoğunlaştırarak, savaş denilen pisliğin üstünü örtmek ve savaşları kutsallaştırmak için soykırım diye saçma sapan suçlar icat etmişlerdir. Çünkü her savaş zaten bir soykırımdır. Örneğin Bağdat’ı bombalayan uçaklar, şehirde hasta, çocuk, kadın, yaşlı ve savunmasız sivil insanları bombaladığının yani soykırım yaptığının bilincinde değil midir?
Elbette ki bilincindedir. Ama savaşı ve savaşanları aklamak adına tüm pislik bir yerde toplanıp kınanmak yoluyla, pisliğin kaynağı gizlenmektedir.
Beşincisi, bir sanat etkinliğinin, tüm bu saçmalıklarla ilgisi nedir?
Zaten siyasal şovları sergilemediğimiz bir yer kalmadı. Dünyaya yapılan Türkiye lansmanı oldukça zayıf...Tarafsız bir gözden haber okumak daha az yorucu oluyor. Ayıklama yapmak zorunda kalmıyor insan bilgi içerisinden...
Çok şükür ki doğruları görebilen ve de söyleyebilen bir arkadaşımız var. Türk basınına örnek olması gereken bir yazı. Yazının devamını merakla bekliyorum. Elinize, dilinize sağlık.