Saat 12.30’du. Dışarıdan bir taksiye atlayıp otele gittim. Beş dakikada toparlanıp aynı taksiyle geri geldim. Emil’i arasam mı aramasam mı diye tereddüt ettim.
Adam aşırı yakınlık gösterdi ve şimdi de işini bırakıp gelecek bana bilet alacaktı. Bu aşırı yakınlık bana pek olağan görünmedi. Yurt dışında hemşerilerini dolandırarak geçinen bir kesim olduğunu biliyordum. Çünkü kimse başka milletten birisini kolay kolay dolandıramaz. Türk, türkü, Arap Arap’ı, Sırp Sırp’ı dolandırır.
![]() |
Bir kompartıman |
Ama alt sıradan bilet alınması çok önemliydi. Ayrıca iyi izlerim, hile yapmasını engellerim diyerek, Emil’i çağırdım. Hemen geldi. Gişeye doğru ilerledik.
“Ver bin ruble bileti alayım” dedi ve hemen ardından “1500 Ruble” deyince, şüphelerim iyice arttı. Çünkü fiyatın normalde bini geçmemesi gerekiyordu. Ama sınır geçeceğiz, belki 1100 falandır diye verdim. Parayı pasaportun içine koyup, “Sen eşyalarını şuraya koy da bekle, kaybolmasın” diye beni uzaklaştırmak istedi. Ben iyice kuşkulandım, ama eşyalarla da ortalarda dolaşamazdım. Eşyaları koyarken o gişeye gidip pasaportu kadına bir şeyler diyerek verdi ve çekildi. Çünkü sırada bilet alanlar vardı.
Ama onlar biletini aldıkça yenileri giriyordu kuyruğa. Ben de kuyruğa girmek istedim, gerek yok kadın seninkini yazacak diye beni kuyruktan çıkarınca, artık kesinlikle ortada bir dolap döndüğünden emindim.
İpleri koparmak Emil’i devre dışı bırakmak veya bir miktar kayba razı olmak gerekiyordu. Düşündüm bunun 1000 Ruple kadarı yol parasıydı. Emil’in benden götüreceği 500 Ruple civarı bir miktar. Fakat her şey bilet alındıktan sonra belli olacak. Ben burada kalsam otel 1500 Ruple idi. Emil götürürse götürsün 500’ü diye kendimi rahatlatmaya çalıştım.
![]() |
Volga’nın deltasında ovaları basan sular |
Kadın en son olarak benim bileti kesti. Emil ona bir şeyler söyledi kadın sırıttı. Para üstü olarak 70-80 küsur Ruple madeni para uzattı. Emil onları bahşiş olarak kadına geri itti.
Oysa orada bilet alan hiçbir kimse bir kuruş bahşiş vermiyordu. Para kendinin olmayınca Emil bonkördü. Ben de o kadarı önemli değil diye düşündüm. Emil bana iyi yolculuklar dileyip hemen toz oldu.
Ben garın arka tarafında tren yoluna bakan bir yerde kafeye oturup bir su satın aldığım kafeciye bileti gösterdim. “Etat bilit skolka ruple” (Bu bilet kaç ruple) diye sordum. Bilette yazılı çok sayıdaki rakamların içinden 913 sayısını gösterdi. Demek ki kadının bana uzattığı para üstü 87 rupleymiş. Emil ya kadına parayı verirken 500’ü cebine atarak 1000 ruple koymuş pasaportun içine ya da konuşmaları sırasında 500’ü ayırmasını söylemiş. Çünkü bin beş yüzü benim gözümün önünde koysa da pasaportun içine, ben eşyaları kenara koyarken o gişenin önünde 500’ünü geri almış olabilir.
![]() |
Volga deltasında oluşan göller |
Neyse bunu kafaya takmadım. Enayi yerine konuldum diye üzülmedim çünkü kandırılmadım. İlk hareketinden itibaren Azeri kardeşimiz Emilin niyetini, kesine yakın derecede tahmin ediyordum. Miktar olarak da önemli bir miktar değildi. 30-32 lira civarında bir paraydı.
Ama hem otele bu gece vereceğim 1500 ruble kazançtı ve hem de hedefime bir gün daha yaklaşmış olacaktım. Ayrıca Astrahan’da kapılmış olduğum Volga büyüsünü daha henüz üzerimden atamamış, her şeyi tozpembe görüyordum. Astrahan’da yalnızca iki Volga görmüştüm ama her biri ayrı bir Nil nehriydi sanki.
![]() |
Başka bir Volga |
Tren 14.30’da kalktı. Ve şehri çıkar çıkmaz bir Volga’nın daha üstünden geçtik. Bu da öncekilerden farksız ve hatta yatağına sığmayıp kilometrelerce uzaklara taşmış, tren yolunun altında da, üstünde de kilometrelerce uzanan bir göl oluşturmuş. Kimi yerde adacıklarda ağaçlar, kimi yerde suyun içinden yükselen kamışlar, kimi yerde suda besin arayan hayvanlar, sıcaktan kaçıp suyun içinde serinleyen atlar vs.
Derken bir başka Volga’nın daha üzerinden geçtik. Bu da ötekilerin aynısıydı. Devasa bir yatakta akmasına rağmen taşmış yatağından ve önceki Volga’nın sularına karışıp yayılarak etrafa, gölü çok uzaklara kadar taşıyordu. Bu şekilde bundan sonra iki Volga daha geçtik. Aralarında göller ise hiç bitmeden devam ediyordu.
![]() |
Bir başka Volga daha |
Yani Volga burada delta oluştururken kaç kola ayrılıyor şu anda bilemiyorum ama ben ikisi Astrahan’ın içinde, altı tanesinin üstünden geçtim. Altısı da birbirinden farksızdı. Oluşturdukları gölün alanı da Burdur Gölünden daha küçük olamaz diye düşünüyorum. Çünkü belki iki saat kadar bu gölün içinde yol aldık. Yalnız göl sanki daimi bir yataktan çok, ovada bir taşkın görünümündeydi.
Hani bazen düşünürdüm, bu çöllerin arasında Hazar Denizi nasıl kuruyup gitmiyor diye? Ama gördüm ki, Volga tek başına koca bir denizi besleyecek kadar su taşımaktaydı. Volga gerçek bir dünya harikası, bir doğa harikasıydı.
![]() |
Volga sularının bastığı ovalar |
Volga’lar ve onların oluşturduğu gölleri geçtikten sonra geldiğimiz bir istasyonda, vagon görevlisi pasaportlarımızı toplayıp gitti. Bir süre sonra iki polis gelip benim adımı soyadımı ve baba adını bana okutup Rusça alfabeye çevirdi. Biraz sonra bir polis daha geldi ve fotoğraf çekmek yasak, gibi işaretler yapıp, İngilizce “Dileyt” dedi.
Bir anda büyük bir korkuya kapıldım, ter bastı. Çünkü en son hafızadaki fotoğrafları Tiflis’te bilgisayara aktarmıştım. Bir silecek olursa, Kafkas dağları, Osetya, Çeçenistan, İnguş, Dağıstan ve şu ana dek çekmiş olduğum Astrahan her şey bir anda yok olacaktı. Aslında belki de onun çekilmesini istemediği sınıra yakın sondan birkaç fotoğraftı, ama polis bu. Fotoğrafların tamamını sile getirip dokundu mu, hepsi de gidebilirdi.
![]() |
Volga Deltasında otlak ve yerleşimler |
Bekle işareti yapıp gitti. Yanında başka bir polisle geldi. Polis bana İngilizce burada fotoğraf çekmenin yasak olduğunu çektiklerimin bazılarını sileceklerini söyledi. Rahatladım ve en son çektiğim fotoğrafı açtım dileyt dedi, sildim geriye doğru 8-10 fotoğrafı sildikten sonra makineyi kaldırmamı ve Kazakistan’a dek fotoğraf çekmememi söyledi. Yoksa “Oll delete” diye de tehdit etti.
Fotoğraf makinesini kapatıp, gözlerinin önünde çantaya koydum. Gittiler… Of dedim! Derin bir nefes aldım. Bu arada pasaportum birkaç kez daha gidip gelmişti. Bir polis son kez geri getirdi. Rusya’ya girişte verdikleri kâğıdı almışlar ve yeni bir kâğıda çıkış damgası vurmuşlardı.
Bu istasyonda bir buçuk iki saat kadar bekledik. Buradan sonra bir saat kadar daha Rusya sınırları içinde ve bataklıkların, gölcüklerin içinden geçtik ama artık resim çekemiyorum. Bir saat kadar da Kazakistan topraklarında yol aldıktan sonra bir kazak istasyonuna geldik.
![]() |
Üstünden geçtiğimiz Volgalardan başka birisi |
Burası da Kazakistan gümrüğüydü. Polis bir kaç kez gelip gitti. Bu kez Kazak polisler adımı Kiril alfabesiyle yazmaya çalışıyordu. Onlar da Rusya’ya girişte aldığım kağıt parçasının hemen aynısı bir kağıt parçasını damgalayıp pasaportla birlikte getirdi. Kağıdın arkasındaki İngilizce açıklamayı işaret ederek, beş parmağını gösterdi. Beş gün içinde kayıt yaptıracaksın diyordu.
İki saatte bu gümrükte bekledik. Bekle ne olacak. Nasıl olsa yatağın altta. İster yat uyu, ister kalk otur diyeceksiniz, ama Kazak polisinin davranışları hiç de normal değil. Defalarca ayrı ayrı polisler gelip pasapotumun sayfalarını karıştırıp gidiyor. Ve bu işlem yalnızca bana uygulanıyordu.
Ayrıca burası sinekli bir kasabaydı. Astrahan’da, Volga kıyılarında da az miktarda olduğundan söz ettiğim sinekler geldiğimiz tüm istasyonlarda vardı ve trenden içeriye de doluyordu. Bu yüzden istasyonlarda pencereleri kapatınca tren hamama dönüyor, ter basıyordu. Bu sıcakta bu terle yatmaktansa oturuyor veya arada bir dolaşıp, dışarıda insanların sineklerle mücadelesini seyrediyordum. Gerçek bir afetti sinekler ve bu insanlar bununla yaşamaya alışmıştı.
Trenin içinden yerleşimin içlerine dek uzanan bir cadde görünüyor ve buradan insanlar istasyona geliyordu. Sanıyorum asker sevkiyatı gibi bir şey vardı. Aileler genç çocukları getirip trene bindiriyor, içleri buruk fakat belli etmemeye çalışarak uğurluyordu. Dışarıdaki insanların elleri yüzlerinin ve kafalarının etrafında sallanıp duruyordu. Sanki bu sinek kovalama hareketi otomatik bir davranış haline gelmişti. Hani bir kısrak veya öküzün sineklerini kovalamak için kuyruğunun kendiliğinden sallanması gibi.
Kiminin de elinde bir havlu veya eşarp onu sallıyor, kadınlar genellikle tülbentlerini ters bağlıyorlar, yani saçlarını değil yüzünü örtecek biçimde sineklerden korunmaya çalışıyorlardı. Kimi üşümüş insanlar gibi ceketini başına çekiyor, çok az sayıda genç de sineklere rest çekercesine soyunmuş bir şortla dolaşıyordu.
Düşündüm, düşündüm, düşündüm. Acaba bu insanların yaşamı yüz yıllardır böyle mi devam edip geliyordu? Yoksa Irak çöllerinin tozunun tüm İran’ı geçerek Hazar Kıyılarını buluta sise boğduğu gibi, küresel ısınma sonucu son yılların bir olayı mıydı? İnsanlar bununla yaşamayı nasıl başarıyordu?
Aslında bunları ve buranın adını sorup öğrenebilirdim ama bu insanlar adeta benden kaçıyordu. Soruya başladığım anda dinliyor, Rusça değilse elini hayır anlamında sallayıp geçip gidiyordu. Yabancıya karşı ilgisiz, dışlayıcı ve soğuk bir tavır sergiliyorlardı. Fotoğraf çekmeye de cesaret edemiyordum.
Oysa bu trendeki insanların hemen hepsi de Türk’tü. Dinleseler beni, en az yüzde elli ortak sözcük bulup anlaşabilirdik. Ama insanlarda yerleşmiş bir duygu vardı. Ve bu öylesine yerleşik ve güçlü bir duyguydu ki, bir insan nasıl olur da Rusça bilmezdi. Bu durum bu insanların kolay kavrayabileceği bir şey değildi.
Çünkü bunlar Kazakistan’da belki elli altmış çeşit millet bir arada yaşıyor ve hepsi de Rusça bildiğinden bir anlaşma problemi olmuyordu. Mahaçkale’de 48 milletten söz edilmiş, burada ise seksen millet var deniliyordu. Yani başka bir milletten olmak, olağan bir durumdu. Bunun yadırganacak bir tarafı yoktu. Herkes birbirini olduğu gibi kabul ediyor, dışlamıyor, yabancı saymıyordu. Ama Rusçayı bilmiyorsa, o dışarıda kalıyordu. İki kazak da olsa, iki Kırgız da olsa birbirini tanımıyorsa kendi dillerini değil, mutlaka Rusça konuşuyorlardı. Bu yüzden buradaki insanlarla Türkçe anlaşmaktan umudu keserek, Rusça seçtiğim 200 kelimelik liste üzerinde çalışmayı yoğunlaştırdım.
Kısacası Kazakistan ve Kazaklara karşı ilk edindiğim intiba olumsuzdu. Kısa sürede bu ülkeden çıkmalıyım diye düşünmeye başladım.
Nihayet saat 21.00’de Kazak Gümrüğünden hareket ettik. Dışarda göller bataklıklar. Tatlı su olmalı diye düşünüyorum. Çünkü içinde ve kıyısında yeşillikler yer yer ağaçlar var. Sığ sularda at sürüleri, ot mu arar yoksa serinlemek için mi oradadır bilinmez.
Buralarda tatlı su nasıl olabilir, Volga’nın suyu ta buralara kadar yayılıyor mudur; diye düşünerek yol alıyoruz. 36 -37. Paralellerde 7-8 arası güneşin batmasına alışık olduğumuzdan, güneşin bir türlü batmayışı da dikkatimi çekiyor. Demek, diyorum Akdeniz’in epeyce kuzeyindeyiz. Güneş ufukta çakılı kaldı sanki batmak bilmiyordu.
![]() |
Kazakistan’da bozkırlar |
Bataklıkların arasına bozkırlar giriyor, çok zayıf bir bitki örtüsü ve o da kuruyup geçmiş. Doğanın yerdeki rengi kuru ot rengi, sarının tonları. Yeşil hiç yok gibi. Kazakistan veya bu coğrafyaya özgü bir bozkır. Anadolu ve İran’dakinden farklı. Ve deve sürüleri dolaşıyor etrafta.
Vagonda 7-8 kişiyiz. İki Özbek, bir ben, üç kazak ve personel. Gümrükte çok yolcu binse de, bizim vagona almadılar. Gümrükten geçenler ayrı vagonda ve sinekli kentte de aşağı indirtmediler bizi. Benim dışımda herkes birbiriyle samimi konuşuyordu ve ben dışlanmıştım açıkçası.