29
Nisan
2025
Salı
ANASAYFA

Başkanlık

Başkanlık konusuna ise, yine bu sütunlarda 2009 başlarında “Anayasa, Uzlaşma ve Paranoya” adlı dosyam ile 2007’de yayınladığım “Nisan 2007 Tarihi” adlı dosyamda değinmiş ve Başkanlığın olabilirliğini savunmuştum. Şimdi bu dosyalara yeniden göz attığım zaman, Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığına göre ayarlanan cumhurbaşkanlığı yetkilerinin başkan yetkileri kadar geniş olduğunu gördüğüm için, başkanlığa olumlu baktığımı yazmışım.

Çünkü sorumluluğu olmayan bir makama bu kadar geniş yetkilerin verilmesi mantıklı ve doğru bir şey değildir. Aslında cumhurbaşkanlığı makamı, 1961 Anayasasındaki gibi devletin varlık, birlik ve bütünlüğünün temsil edildiği bir makam olmalıdır. Oysa bugün cumhurbaşkanının yasama, yürütme ve yargıyla ilgili, geniş yetkileri vardır. Bu yetkileri kullanan bir insanın ise mutlaka sorumluluğu da olmalıdır diye ve aynı yetkilerle başkan olursa, sorumluluğu olacaktır düşüncesiyle başkanlık da olabilir demiştim.

Fakat şu anda Başbakanımızın istediği başkanlık değil padişahlık denilmektedir. Oysa bakıyorum, şu andaki cumhurbaşkanının yetkileri, Mehmet Reşat ve Vahdettin’in yetkilerinden çok fazladır. Bu da göstermektedir ki, başbakanımızın istediği padişahlık, meşruti bir padişahlık değil, Fatih Sultan Mehmet’in, Yavuz Sultan Selim’in yetkilerine haiz, mutlakıyet padişahlığıdır. Oysa bugünün meşruti Krallıklarında bile Kralın yetkileri bizim cumhurbaşkanının yetkilerinden çok azdır.

Onun için daha önceden savunduğum tezler doğrultusunda, bugünkü cumhurbaşkanlığı yetkilerini aşmayacak ölçüde bir başkanlık, bu yetkileri kullanan insanın sorumluluk alması açısından hoş karşılanabilir. Ama en güzeli, cumhurbaşkanlığı makamının, 1961 Anayasasındaki yetkilerle yeniden düzenlenmesidir.

Halkımız, ABD’nin gücüne ve gelişmişliğine bakarak, başkanlığın iyi bir şey olduğunu düşünebilir. Fakat unutulmamalıdır ki, Amerikan Bağımsızlık Savaşı, Büyük Fransız İhtilalından önce ve ona kaynaklık etmiştir. Yani dünyadaki bütün başkanlıklar ABD’deki gibi değildir.

Dünyadaki Başkanlık örneklerinin %90’dan fazlası diktatörlüktür. Başbakanımızın isteği, Rusya’da Putin gibi, Türk Cumhuriyetlerindeki Nazarbeyov gibi değişmez veya Aliyev gibi babadan oğla geçen başkanlık olup, ben buraları gezdim, gördüm, bunların devletle, demokrasiyle uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktur. Bunların içinde en demokrat gösterileni, başkanlığı yıkarak, parlamenter sisteme geçen Kırgızistan’dır ki, burada bile normal bir devlet görünümü yoktur.

Buralarda, özellikle de Türk cumhuriyetlerinde devlet diye bir şey yok zaten. Çünkü devlet can güvenliği ve adalet demektir. Oysa buralarda bu iki kavrama, hiç örgütsüz bir kabiledeki kadar bile rastlamak mümkün değil. Devlet rüşvet, devlet baskı ve despotizm demektir. Devlet poliste başlayıp poliste bitiyor. Ve elbette ki böyle bir sistemde güvenlik ve adalet aramak, akıl işi değil. Can güvenliği ve adaletin olmadığı yerde ise, başka hiçbir şeyin anlam ve önemi kalmamaktadır.

Başbakanımızın başkanlık arzusuna gerekçe olarak gösterdiği nedenlerden birisi de güçlü devlet isteğidir. Aslında bu ulusalcıların öteden beri istediği, ama devlet olmadan önce dinci kesimin karşı çıktığı bir görüştü. Şimdi devleti ele geçirince onlar da güçlü devlet istemektedir. Vatandaş da sanır ki, güçlü devletin gücü dışa ve dünya ya karşı olacaktır.

Fakat yok böyle bir şey… Dünyada ve özellikle de demokrasinin yerleşmediği ülkelerde tüm devletlerin tüm gücü, vatandaşını baskı altında tutmak için kullanılan bir güçtür. Ben devletin mümkün olduğu kadar en güçsüz olanını severim. Dilerim ki, benim devletim dünyanın en güçsüz devleti olsun. Eğer dışarıda Emperyal emelleriniz yoksa, askeri gücünüz ve diktatör yöneticinin tüm gücü, içerde vatandaşına dönük bir güç olmaktan öteye geçemeyecektir.

Çünkü buradaki güçlü devletten kasıt, onun ordusunu, yargısını, ekonomisini güçlendirmek değildir. Güçlü devletten kasıt, devletteki tüm güçleri bir adama vererek onun güçlendirilmesidir. Şu ana kadar neredeyse dünyanın dörtte birini gezip, görüp, inceledim. Bugün Türk Cumhuriyetlerindeki başkanlık sisteminden daha kötü hiçbir yönetim görmediğimi rahatlıkla söyleyebilirim.

Ve yine Tataristan’ın başkenti Kazan’da pazarı gezerken bir Azeri, artık bu pazarların kalkacağını söyledi. “Neden kalkıyor” dedim, “Putin öyle söyledi” dedi. Peki bir yasası, yönetmeliği görüşmesi vs. olmaz mı? “Putin televizyonda söyledi ya” dedi. “Peki burası Tataristan Özerk Cumhuriyeti. Bu cumhuriyetin bu kadarcık bile özerkliği olamaz mı” dedim. “Olur mu? Putin ne söylerse bütün Rusya’da o olur” dedi. Yani burada olur olmaz vs ayrıntı bir yana, başkanlık sisteminin insan üzerindeki etkisi işte budur.

Onun için her iki tarafın ulusalcıları da, kafalarına şunu iyice yerleştirmelilerdir ki, yüzyıl değişmiş, onların kafasındaki, 20. yüzyıl başlarında olduğu gibi toprağa bağlı sömürgecilik ve cumhuriyet demokrasi birlikteliği 1950’lerde bitmiştir. Türkiye’nin sermayesi ve sömürme gücü varsa, Musul ve Halep’i kendi içine almadan, Suriye ve Irak’ın elinde daha iyi sömürebilir.

Bu gücü yoksa eğer, buralar Türkiye’de olsa da fark etmez, yine başkasının sömürüsüne aracı olabilmek için orayı koruyacak, bekleyecek, yatırım yapacaktır. Oysa toprak senin değilse, hiçbir zahmete katlanmadan gidip kırmızı halılarla karşılanarak, teşviklerden yararlanarak sömürür gelirsin.

Bugün yabancı sermaye sen isen, davul başkasının omzunda ama tokmak senin elinde demektir. Bu gün artık devlet herkesin kendi devleti olup, sömürmek için ayrıca toprak işgali geçerli değildir. Türkiye’nin ilhak veya işgale değil, barış ve huzura ihtiyacı vardır. Bu sağlandığı anda Türkiye dünyanın en ileri devletleri arasında yerini alabilecek durumdadır.

Sonuç olarak referandum sağlanamasa bile, her şeye rağmen, Türkiye’deki mevcut savaş durumunun her ne pahasına olursa olsun bitmesi konusunda düşüncelerim değişmedi. Her durum savaş durumundan daha iyidir. Onun için önce savaş bitmelidir. Çözüm sürecini ret etmek yerine herkes sürece katılmalı, beğenmediği veya sakıncalı gördüğü yerlerde kendisine göre en uygun çözüm önerileriyle halkın karşısına gelmelidir. AKP’nin çözüm sürecine ve başkanlık sistemine karşı çıkanların, AKP uzlaşmaya yanaşmıyorsa, halkın karşısına kendi çözüm süreçleriyle çıkmaları gerekir. Muhatabınız AKP değil halktır. Halk bunları sandıkta değerlendirecektir.

Yukarda çizdiğim portrede gelecekte karşılaşılabilecek olumsuzluklara rağmen, geleceğe yürümek, yani çözümün peşinden gitmek gerekir. Gelecekten korkarak, ileri adım atmaktan çekinmek, yerinde beklemek çözüm değildir. Çünkü yaşam zamandır ve zaman sürekli bir deveran, bir değişim ve dönüşümdür. Kimse bunun dışında kalarak kendini koruyamaz.

Bu durum dışarıda bir kaza ile karşılaşmayayım diye evden çıkmamak veya yola çıkmamak, olumsuz sonuçlanır düşüncesiyle bir işe başlamamaktır. Kâbus görürüm korkusuyla geceleri uykusuz geçirmektir. Oysa hayat evden çıkıp, yola çıkıp, başlangıçlar yaparak, hayatı yaşayarak, karşılaştığın sorunlara çözüm aramaktır.

Hayallerindeki gelecek korkusuyla otuz yıldır aynı yerde beklemek değil, sorunun üstüne yürümek ve ileri yürürken karşılaştığın sorunlara, akılcı çözümler bulmaktır. Sonrasında barışın devamlılığı için, halkların birlikteliği mi, ayrılması mı daha iyidir, etnik çıkar gözetilmeden değerlendirilmelidir. Birlikte yaşamak tercih edilirse, ayrışarak geleceği fethetmek değil, gelecekte insan temelinde kaynaşıp bir olmak hedeflenmelidir. Aslında sorun gerçek anlamda insan olamamamızdandır. Hepimiz de etnik zincirlerimizden kurtulup, insan olduğumuz zaman sorunlarımız da bitecektir.

nazmioner@mynet.com
 

Yayın Tarihi : 13 Haziran 2013 Perşembe 10:01:00
Güncelleme :14 Haziran 2013 Cuma 10:01:25


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
Nazmi Öner IP: 178.233.80.xxx Tarih : 15.06.2013 12:48:47

 Sayın Törün

Kürt sorununun çözümü, başkanlık ve siyasi patilerimizin tavırlarını işleyen yazılarımı bitirmiş olup, bu gün bizi bölen ve öfke kültürümüzü besleyen konulara geçecektim. Fakat yorumunuzda da belirttiğiniz gibi durum vahim bir hal aldı.
Bu yüzden Gezi parkı eylemi ve Başbakanımızın, agresif bir diktatör ve azgın bir provokatör gibi akıl almaz tavırlarından sonra üç yazı daha yazmaya karar verdim Başbakanımız, 2002 Genel Seçimlerinde, devletin zulmüne uğramış, başı önüne eğilmiş, mağdur vatandaş Recep Bey iken, ikinci dönemde başını kaldırıp, herkese kırmızı bez göstererek kızdıran ve öfkeyi besleyen bir matadora nasıl dönüştü ve üçüncü dönemde dikleşip, diktatörleşerek, nasıl provokatör oldu?
Fakat bunlara geçmeden, yazılarımın belli bir tarafın taraftarlığı ve karşıtlığı ile ilgisi olmadığının bilinmesi için, tarafsızlık üzerine düşüncelerimi açıklamayı gerekli gördüm. Tarafsızlıktan sonra başkanlığa biraz daha devam edeceğim. İlgi ve duyarlılığınıza teşekkür ederim.


Teoman Törün IP: 88.241.10.xxx Tarih : 14.06.2013 10:03:08

Başkanlığa soyunan Sayın Başbakanımızın hâliş hazırda kendisinde varolduğunu . vehmettiği yetki Putin'i de geçti, Nazarbayevi de geçti. Yargıyı dinlemiyor. Yürütmeyi durdurma kararına karşın verdiği emirlerle grayderleri gezi parkına sokuveriyor. Ölülere, ülke çapında beşbin civarında yaralıya, çekilen acılara karşın, millî servet ve vakit kayıplarına rağmen: "Bu Erdoğan değişmez" diyor. Acaba iptal davası hangi mercie açılmış; Recep Tayyip Erdoğana mı?" Putinle Nazarbayevin bile ülkerinde her şeye maydonoz olabildiklerini sanmıyorum. Tüm Dünyaya postasını koyduktan sonra lütfen yargı kararını bekleme ferasetini gösterebildi.   


Teoman Törün IP: 88.241.10.xxx Tarih : 15.06.2013 23:41:16

Değerli Hocam,

Başbakanın bugün Sincandaki insanı boğacak hâle getiren, tüm suçu uygarlık dersi veren genç direnişçilere yükleyen demagojik ve son derece tehlikeli sonuçlar doğuracak provokokatif  konuşmasını dinledikden ve Taksimdeki akşamki insanlık dramını gördükden sonra yakın gelecek hakkında daha fazla dehşet sahnelerine tanık olacağımıza emin oldum. Bu konu hakkındaki yazılarınızı merak ve sabırsızlıkla bekliyorum.