29
Nisan
2025
Salı
ANASAYFA

Çocuk Oyunları ve Eğitim Değeri (1)

Bu yazıyı kaleme alıncaya dek, köyde çocukken oynadığımız oyunlar üzerinde, hiç düşünmemiştim. Oyun olsun, zaman dolsun diye, rasgele yapılan davranışlar gibi görüyordum.

Fakat sonradan bunlar üzerinde düşününce, bu oyunların çok büyük bir yaşamsal değeri olduğunu, oyunların ve oyun alanlarının bir eğitim kurumu gibi hizmet gördüğünü hayret ve şaşkınlıkla fark ettim.

Nedir bunlar derseniz, bu düşündükçe genişleyen bir alan. Ve işte ilk aklıma gelenler. Öyle ki, oyun zaten tek başına yapılan bir etkinlik değil. Birden çok insan bir araya geliyor. Oyunda sıra var, eşit haklar var. İnsanlar birbirinin hakkına ve sırasına saygı göstermeyi öğreniyor.

Ayrıca oyunda yenmek de var, yenilmek de. Galibiyetin ve mağlubiyetin olgunlukla karşılanmasını, insanın hazımlı olmasını sağlıyor. Dahası insanı sosyalleştiriyor, toplum içinde işbirliği yapma alışkanlıkları kazandırıyor. İnsanlar arası iletişimi geliştiriyor.

Düşündükçe bunları açıp, daha da genişletebilirsiniz. Fakat benim burada sözünü ettiğim oyunlar, elbetteki bugünkü çocukların evlerinde kendi kendilerine oynadıkları, yapay bir oyuncağı oynama ya da bilgisayardaki oyunlar değil.

Bugünkü oyuncaklar hem hazır yapılmış ve parayla alınmış oyuncaklardır ve hem de bu oyuncaklarla oynamak bedensel bir aktiviteyi gerektirmemektedir. Bunlar seyretmek, yönetmek hükmetmek, (uzaktan kumanda ile) veya bilgisayarda tıklayıp oynatmak gibi şeylerdir.

Oysa biz oyunlarımızda kullandığımız oyuncağı ya kendimiz yapardık, ya da doğadan seçtiğimiz bir şeyi oyuncak olarak kullanırdık. Oyuncağı oynatmak veya hükmetmek için değil, onu belli kurallar içinde hareket ettirirken, asıl oyun içinde ve hareket halinde olan kendimizdik.

Bu yüzden oyuncak, oyun kuralları içinde kullanılırken, hareketlerimizi ve güç kullanımını ayarlamak, dengeyi sağlamak, oyunu bedensel ve düşünsel bir eğitime dönüştürürdü.

Daha doğrusu böyle olduğunu, şimdi karşılaştırdıkça ve üzerinde düşündükçe fark ediyorum. Ve aradaki farkı futbolcu ile seyirci ilişkisine benzetiyorum. Bizim oyunlarımızı oyunun içindeki futbolculara, bugünkü çocukların oyunlarını ise, tribündeki seyircilere benzetiyorum.

Kızgın taş oyunu

Geceleyin gurup halinde oynanan bir oyundur. İki guruba ayrılan tüm oyuncular yanyana bir çizgi halinde dizildikten sonra, oyunculardan birisi, ısıtılmış olan yumurta büyüklüğünde sıcak bir taşı, tüm gücü ile ileriye fırlatıp atar.

Taşın gidiş yönü dolunay gibi aydınlık gecelerde bir noktaya kadar izlenebilir. Fakat, taşın düştüğü yeri anlamak için, kulağın düşme sesini algıladığı yer veya yön daha önemlidir. Taş ısıtılırken islenerek kararacağından, beyaz taşlar dikkate alınmaz.

Fakat oyun karanlık bir gecede oynanıyorsa, taşın rengi veya gözle takip işe yaramaz. Düşme sesinin geldiği taraf dikkate alınarak yer tesbiti yapılabilir. Arama işlemi de yalnızca dokunma duyusuyla ilgilidir. Elinize geçen her taşı avuçlayıp, sıcak değilse bırakırsınız.

Kızgın taş oyununda, dokunulan cisimlerin yüzeylerinin biçimi, pürüzleri, sertliği, sıcaklığı vs. dokunma duyusunda farklı hisler geliştirir. Zamanla insan dokunduğu şeyin ne olduğunu hiç görmeden fark etmeye başlar.

Özellikle ay ışığı da yoksa, görmenin yerini tamamen dokunma duyusu alır. Karanlıkta bir şeyler aramak, yoklamak, hareket etmek, kısaca yaptığınız her şey üzerinde düşünmeyi de gerektirir.

İnsanlar zaman zaman, bazı zorunlu hallerde, geceleri de değişik durumlarla karşılaşabilir. Sokak lambaları olmayan bir yerde, bir parkta veya bir kırsalda karanlıkta kalabilir.

Bu yüzden insan faaliyetlerini gece de, normale yakın biçimde sürdürebilmesi için, askerlikte gece eğitimi yaptırılır. İşte kızgın taş oyunu da, böylesi bir gece eğitimi gibidir.

Elektrik ve sokak lambası, cep feneri ve benzeri bir şeyin bulunmadığı bu yıllarda, insanlar geceleri komşularına veya köy kahvesine gidip gelebiliyor ve gece hayvan otlatabiliyorsa, sanırım bunda bu oyunun payı büyüktür.

Taşı bulan, bulduğunu belli etmeden atış noktasına götürür. Bu yüzden taşı bulmaktan da önemlisi, onu kaptırmadan atış çizgisini geçmek olduğundan; bulanı anlayıp Amerikan futbolundaki gibi onu yıkarak, taşı elinden alıp çizgiyi geçmek de kazanmanın başka bir yoludur.

Bu da bir yandan taş ararken, bir yandan da, öteki oyuncuların davranışlarının izlenmesini gerektirir. Tabii ki bu da karanlıkta oldukça zor bir işdir.

Bu durumda en dikkate değer gözlem bulgusu, taşı bulanın ani bir hareketle fırlamasıdır ki, bu karanlığa alışmış gözlerle kolayca seçilebileceği gibi, çıkardığı sesten de anlaşılır. Bunu hissedip, “Taş bulundu” diye bağırdığınız zaman, siz ona yetişemeseniz de, onun önündekiler yolunu keser ve sizin guruptan birisi taşı elinden zorla alıp, çizgiyi geçebilir.

Oyuncu karanlıkta taşı kendi gurubundan birine de verebilir. Ve siz hala taş onun elindeymiş gibi numara yapan oyuncu ile uğraşırken, taşı gizlice verdiği başka bir arkadaşı çizgiyi geçebilir.

Aslında kaba kuvvete dayalı bir oyun gibi görülse de, hiç öyle değildir. Ben köyde kaldığım sürece kızgın taş oynamaktan dolayı zarar gören birisini hiç görmedim ve duymadım.

Çünkü bu boğuşmanın güreş gibi kuralları vardır. El, kol bacak, parmak burkulmaz. Oyuncu nefessiz kalacak biçimde bastırılmaz. Zorlama yalnızca avucunu açtırmak için ellere uygulanır. Zaten oyun, zor kullanmaktan ziyade akıl kullanmayı gerektirir.
 

Yayın Tarihi : 26 Ağustos 2011 Cuma 13:05:01


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?