Cumhuriyet, yasaklar ve dayatmalar rejimi değildir. Yasakçı, ispiyoncu, fişleyici, işkenceci, despot ve dayatmacı devletler, tam da cumhuriyetin karşıtı olan devletlerdir. Fakat tarih boyunca kurulan devletlere ve Türk devletlerine baktığımızda, devlet yönetimde en kolay yöntem olarak sindirme yönteminin tercih edildiğini görmekteyiz. Bu yönetimlere tehdit, yasak, baskı ve şiddet egemendir. Burada amaç, gözdağı verip korkutarak milleti sindirip, devleti götürmek, çıkarını ve keyfi yönetimleri sürdürmektir.
Çünkü bu zihniyete göre: hakla, hukukla, kanıtla uğraşmak hem uzun iştir ve hem de devleti aciz gösterir. O yüzden olay mahallinde yakaladığın iki kişiyi asarsan, ya da basit bir suçu büyütüp idamla yargılarsan herkes susar. Hem kolay yoldur ve hem de herkesi sindirecek korku ve gözdağı içerir. Para cezalarında bile bu yöntem geçerlidir. Denetleme olanağınız olmayan alanlara, ödenmeyecek derecede ağır para cezaları koymak, aslında uygulamadan çok, gözdağı vermek amacına yöneliktir.
Yasaklar en çok da beyinlere ve düşünceye karşıdır. Kitaba yazıya ve kültüre karşıdır. Sıradan roman ve hikâyelerin bile yasaklanarak her on yılda bir toplatıldığı ülkemizde, 12 Eylül’ün bu anlamda ayrı bir yeri vardır.
12 Eylül sonrası okul kütüphanelerindeki kitapların incelenerek, yasaklananların kaldırılması için oluşturulan kurulda görevliydim. Kütüphaneler öylesine boşaltıldı ki, bırakın Lenin’i, Nazım Hikmeti, Sabahattin Ali’yi; Yaşar Kemal’in, Fakir Baykurt’un ve Aziz Nesin’in sıradan kitapları bile depolara kaldırıldı. Sonunda okul kütüphanelerinde ders kitapları ile test kitaplarının dışında sadece ansiklopediler, Tacüt Tevarih ve İdris-i Bitlisi gibi, eski dilde yazılmış, okuyanın ne yazıldığını anlayamadığı tarih kitapları ve İslam ansiklopedisi ile dini içerikli kitaplar kalmıştır. Sınıf kitaplıkları tamamen kapatılmış ve diğer kitaplar kamyonlarla SEKA ya gönderilmiştir. Ne olur ne olmaz endişesiyle kitaplardan ve kütüphanelerden uzak durulmuştur.
Evlerdeki kitaplarsa önce bulunmaz sanılan gizli yerlere saklandı, fakat aramaların çok ayrıntılı olduğu duyulduktan sonra, işkencenin yaygınlaşması ve acımasızlığı karşısında korkuya kapılarak, kitaplar sobalarda yakıldı.
Bunun orta çağdan farkı neydi ve ne adına yapılmıştı? Bu muydu cumhuriyet? Yirminci yüzyılın son çeyreğinde, dünya bilgi çağına girerken bizi ortaçağa sokup, bilgi araçları kitapları yakanlar, yaktıranlar üstelik bir de Atatürkçü ve kahraman oldu. Atatürk’ün temelli ortadan kaldırıldığı seksen sonrasında, kim ki Atatürk derse, doğrusu ona şüpheyle bakmaya başlamıştım. Çünkü bu insanların ortaçağı topluma kabul ettirmek için kullandıkları tek çağdaş araç, en son propaganda taktikleriydi. Ve demek ki propagandanın tutması için Atatürk, cumhuriyet, vatan, millet vs. kavramların, göstermelik olarak kullanılması gerekiyordu.
Bu yüzden aydın ve aklı başında olduğu düşünülen seçkin elitin çok büyük bir bölümü dâhil, içinde Atatürk olmayan bu Atatürkçülüğü, şimdilerde kolayca kabullendiler. Despot ve dayatmacı yönetimler: Atatürk’ün ülkeyi ve insanlarını, ortaçağdan çıkarıp yakın çağa taşımak için uyguladığı Kemalist dayatmaları, toplumu tekrar ortaçağa döndürmek için uyguladıkları kendi dayatmalarıyla eşdeğer kabul ederek, Atatürkçü olduklarını ileri sürmüşlerdir. Ve Atatürkçü düşünce dernekleri dâhil, aydın ve ilerici olduğunu ileri süren pek çok sivil toplum örgütü de bu tuzağa düşmüştür diye düşünüyorum. Ülkemizde sivil toplum örgütlerinin bir türlü sivilleşememesi, militarist yapılar sergilemesi ise ayrı bir sorundur.
Aslında bu anayasaya ve 12 Eylül felsefesine seksenli yıllarda şiddetle karşı çıkan bu aydınlar; 2002’den itibaren oluşan AKP karşıtlığının etkisiyle, karşı çıktığı bu cumhuriyet ve demokrasi karşıtı görüşlere hararetle sarılıp savunur hale gelmiştir.
Oysa metodolojik anlamda düşünen bir beyin, çağı içine sindirmiş bir aydın, AKP’yi yıkmak için, Atatürk’ün, cumhuriyet ve demokrasinin, hak ve özgürlüklerin bulunmadığı bir anayasayı nasıl baş tacı yapabilir? Eğer bu anayasa bu denli değerli idiyse, neden AKP’ye kadar karşı çıkmıştır? AKP’den kurtulmanın yolu tüm değerlerinizden vazgeçmek midir? Her şeyi taraftar veya karşıt olduğumuz uç noktalardan görmek zorunda mıyız? AKP veya hükümetlere ve onların hatalı uygulamalarına karşı olmak başka bir şeydir, ulusal değerleri çağdaş seviyelere çıkarmak azmi başka şeydir. Birisi için ötekinden vazgeçmek gerekmez. Çağdaş bir anayasa ve cumhuriyeti savunarak da hükümetlerle mücadele edilebilir.
Fakat bunlar geçmişte de samimi ve inanılmış değerler değil idiyse o başka bir şeydir. Bir siyasi partiye taraftar veya karşıt olmak, insanların temel değerleriyle bu denli ters düşmesine neden olmamalıdır. Bu durum da göstermektedir ki; savunduğumuz değerler, içtenlikle inandığımız değerler değilmiş. Ya da bunları çok yönlü düşünüp, içimize sindirememiş, bir yaşam tarzı olarak benimseyememişiz.
Oysa bu anayasa ile oluşturulan sistem hep pislik üretti ve üretmeye devam ediyor, yürürlükte kaldığı sürece de devam edecek. AKP’si, CHP’si, MHP’si hepsi de bu sistemin ürünü. Çözüm ise, Çağdaş, laik, ulus egemenliğine dayalı demokratik, şeffaf bir cumhuriyet. Fakat bu anayasa ile böyle bir cumhuriyet yaratmak da olanaksız.
Neden, sistem bir türlü temizlenemiyor; neden gidip gidip aynı pislikte boğuluyor? Çünkü benimsenen değerler, kutsallaştırılsa da içeriğiyle ilgilenilmemiş, özü kavranmamış. Çünkü inançlar samimi ve ahlaki değil. Çünkü ahlak bir türlü yerine oturtulamıyor. Ve deniliyor ki, ahlak yasaklarla değil, özgürlükle mümkündür. Ama bizim anayasamız, tüm özgür alanları kapatmak, yasaklamak ve kullanımını engellemek üzerine oluşturulmuşsa, yasaklar her yanımızı sarmışsa, demek ki ahlak bizim çok uzağımızda kalmak zorundadır.
“Ahlak özgürlükle mümkün.”
Halk olarak ancak polisin, hakimin veya toplumsal kontrolün zoruyla kurallara uyuyor, doğru davranışlar sergileyebiliyoruz. Çünkü hiyerarşik ilişkinin, baskı ve korkunun öne çıktığı toplumlarda ahlaki gelişim maalesef eksik kalıyor. Ahlak özgürlükle ilgilidir!
Doğan Cüceloğlu’nun belirlemesi ile Türk halkı ”değerler toplumu” olamamıştır. Hiyerarşik ilişkinin, baskı ve korkunun öne çıktığı toplumlarda ahlaki gelişim maalesef eksik kalıyor. Çünkü ahlak özgürlükle ilgilidir… Çünkü “iyi” diye nitelenen bir davranış, baskı altında kalmaksızın yapıldığında ahlaki olur. (11.06.2008 İshak Torun arşivi)
Bu gün Türkiye’de, ahlak değerlerinin gelişip boy atabileceği, sivil, özgür, laik ve demokrat bir anayasaya acilen ihtiyaç vardır. Sosyal devlet anlayışının da, laikliğin de ve hatta yönetimle ilgili her şeyin, yeniden tanımlanmaya ihtiyacı vardır ve ilerde de, yine yeni tanımlara ihtiyacı olacaktır. Örneğin laiklik de ilk günkü, herkese tepeden bakan, dayatmacı, keskin özelliklerinden sıyrılarak, insanlarla bütünleşmeli, kucaklaşmalıdır. Hiçbir kavram insana aykırı uygulamalarla, zorlamalarla ve insanlarla inatlaşarak hayata geçirilemez. Dinin devlete müdahalesine karşı geliştirilen duyarlılık, devletin dine müdahalesi anlamında da sorgulanmalıdır.
12 Eylül hareketi ve 1982 Anayasasının, kesinlikle Atatürkçülükle uzaktan yakından alakası olmadığı gibi, benimsenen Kemalist ideolojinin de içinde veya hiçbir yerinde Atatürk yoktur. Çünkü Kemalist dayatmalar çağı yakalamak için, 12 Eylül dayatmaları ise, ortaçağa geri dönmek için düzenlenmiş dayatmalardır. Kemalizm’in hedefi dayatmasız demokrasiye, ulus egemenliğini hakim kılmaya yönelikken, 12 Eylül dayatmalarının hedefi ise; ulus egemenliğini etkisizleştirerek, bürokrasi egemen, despot bir yürütme yapılanması oluşturmaya yöneliktir. Ama bu Atatürkçülük ve Kemalizm’e taban tabana zıt görüş, Kemalizm ve hatta Atatürkçülük olarak yutturulmuştur. Kaldı ki Kemalizm de, asla Atatürkçülük değildir. Başlangıçta, Atatürkçülüğün amacına ulaştırılmasında başvurulan bir araçtır.
Sayın Öner’in Cumhuriyet paranoyasının hız kesmeksizin devam ettiğini görmek üzücü. Ne diyebiliriz ki? Allah şifa verir İnşallah! Anlamakta zorlandığım nokta; Sayın Öner’in sürekli Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet, laiklik, ulusalcılık ile 12 Eylül Anayasası arasında kurmaya çalıştığı ilişkidir. Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden 44 yıl sonra yazılmış ve halk oylaması ile kabul edilmiş bir anayasa nedeniyle, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetin ve gerçekleştirdiği devrimlerin; fişleyici, despot, dayatmacı, gözdağı verici ve milletin sindirilmesi gibi kelimelerle tanımlanmasını yakışık dışı buluyorum. Sayın Öner 12 Eylül Anayasasına bu kadar karşı olduğunu, aradan 26 yıl geçtikten sonra mı hatırlayabildi? Neden bugün gösterdiği tepkileri 26 yıl once gösteremedi? AKP’nin liderliğini çektiği sivil anayasa çalışmalarının sonunda daha demokratik, daha kemalist, daha laik , daha özgür bir anayasa mı yazılacak zannediyorlar? Taslak metni, Türk halkından once ABD ve AB ülkelerinin siyasilerine gösterilen İkinci Cumhuriyetciler ve AKP’li akedemisyenlerce kaleme alınan sivil anayasa, kendi ifadelerine göre en azından belli bir çıkar grubunun gayrı ahlaki ve anti demokratik bir faaliyetinin sonucu sayılmaz mı? “Olay mahallinde yakaladığın iki kişiyi asarsan, ya da basit bir suçu büyütüp idamla yargılarsan herkes susar.” ve “Örneğin laiklik de ilk günkü, herkese tepeden bakan, dayatmacı, keskin özelliklerinden sıyrılarak, insanlarla bütünleşmeli.” Sözlerinizle işaret etmek istediğiniz tam olarak nedir? Cumhuriyetin ilk günlerinde başlatılan isyanlarda, o gün yakalanan elebaşıların idam edilmelerini mi onaylamıyorsunuz? Laiklik, İslam gibi yönetme arzusu yüksek bir dinin kendi şeriatını, bireyin ve toplumun tüm yaşamına dayatmasını engelleme mekanizmasıdır. Laiklikle bütünleşemeyen insanların, sorunun nedenini kendilerinde aramaları gerekmez mi? Kişiye uygun bir laik sitemi nerede görüyorsunuz? Laiklik, her koşulda dini kuralların toplum yönetimine dayatılmasına karşı bir engeldir. Bu dindarlarca fazla keskin bulunuyor diye törpülenenirse, ortaya çıkaçak sulandırılmış laiklik, Cumhuriyetimizi ve Atatürk devrimlerini, daha da önemlisi ülkemizi korumamız için yeterli olur mu?