29
Nisan
2025
Salı
ANASAYFA

Dışarı çıkmak ve Türkiye’ye dışarıdan bakmak

Yurt dışına gezi yapabilecek kadar bir paraya kavuşmak için elli yıl çalışmam gerekiyormuş ki, ilk kez 1996 yılında bin dolar kadar bir para tedarik ederek Sibirya’ya gitmek istemiştim.

O zamanlar Sovyetler Birliği yeni dağılmış olduğundan fiyatlar çok düşüktü. Bir de ben geziye bir kere konsantre oldu mu, yeme içme veya lüks aramam. En asgari koşullarda bile geziyi sürdürebilirim. Bu yüzden bin dolarla kesin iki ay eski Sovyet cumhuriyetlerinde dolaşabilirdim.

Moskova’dan Trans-Sibirk demiryolu ile Pasifik Okyanusu kıyılarına dek Sibirya’da dolaşıp, Moğolistan, Kazakistan, Tacikistan, Özbekistan, Türkmenistan ve İran yoluyla geri dönecektim. Fakat o zamanlar Rusya Federasyonu güvenlik nedeniyle, yeşil pasaportum olmasına rağmen, böyle bir gezi için bana vize verilmedi. Ancak gruplara ve belli adreslere gelip gideceklere vize veriliyordu.

Bu yüzden ilk yurtdışı gezim 1998 sonlarında Avustralya’ya oldu. Oğlum ve torunumu görmek için gittiğim Avustralya’da üç ay kaldım. Bu gezide Türkiye’yi ilk kez dışardan görme olanağı buldum. Demokrasiyi tanıdım, yaşadım ve demokrasinin bir tanım değil de bir yaşam biçimi olduğunu orada anladım.

Avustralya 1999. New Castle’da Torunum Teoman’la gittiğimiz bir park.

Daha doğrusu 1998 yılı benim hayatımda milat oldu. 1998 öncesi 53 yıllık yaşantımda doğru bildiğim pek çok şeyin yanlış olduğunu, Dünyanın Türkiye’den göründüğü gibi olmadığını, Türkiye’nin de dışardan çok ama çok farklı bir görünüm sergilediğini gördüm.

Türkiye’nin hak ve özgürlüklerden yoksun, demokrasiden habersiz, dünyadan kopuk, kendi içinde hamasi palavralarla oluşturduğu sanal bir dünyada, kendini beğenmiş, içine dönük, alıngan bir toplum olduğunu oradan hayretle gördüm.

Demokrasi ve devlet anlayışım, dünya görüşüm, kültüre ve mevcut toplumsal değerlere bakışım tamamen değişti. Bu geziden sonra değişen dünya görüşümün etkisiyle “Kültüre Eleştirel Bakış” adlı kitabımı yazmıştım.

Bundan sonra yeniden yurt dışına çıkabilecek kadar bir birikim sağlamam 2002 yılını buldu. 2002 Martında 21 günlük bir Avrupa gezisi yaptım. Bu gezide Avrupa’nın beş ülkesinde 14 kenti yürüyerek gezdim.

Köln 2002. Ren Nehrinin üstünden Dom ve tren istasyonunun görünüşü.

Yani sabah 5 saat bir kentte yürüdüm, öğleden sonra yakınındaki başka bir kentte 5 saat yürüyerek, kentlerin mimari dokusu kadar, kültürel ve sosyal yapısıyla, insan ilişkilerini de gözlemeye çalıştım.

Paris, Strasburg, Brüksel, Amsterdam, Köln, Frankfurt gibi bazı şehirlerde ise ikişer gün kaldım.

Lüksenburg 2002.

Bu gezi de görüp yaşadıklarım da, Avustralya gezisinde değişen düşüncelerimi destekliyordu. Buralarda da, Türkiye’nin imajı çok düşüktü. Türkiye buradan da oldukça farklı görünüyordu. Belki bunların bakış açıları da sorunluydu. Ama Türkiye’nin içerden görünüşü kesinlikle çok daha fazla sorunlu, hamasi ve gerçek dışıydı.

2003 Yılında bir haftalık bir Mısır turuna katıldım. Mısır tarih ve coğrafya bilgilerimi tamamen altüst etti. Kahire’de 38 derece sıcaklıkta terlemeden dolaştığım zaman ve hatta kimi insanların takım elbise ve kravatla dolaştığını gördükten sonra, insan hayatı üzerinde hava sıcaklığının öneminin fazla abartılmış olduğunu anladım.

Çöl ve sıcaklık nedeniyle yaşamaya elverişli bir yer olmadığını düşündüğüm Mısır’ın aslında yaşamak için en güzel yer olduğunu, insanların tarih boyunca burayı tercih etmelerinin boşuna olmadığını anladım.

Kahire Müzesinde ise Eski Mısır uygarlığının büyüklüğünü, onun görkemi karşısında Grek ve Roma’nın çok basit kaldığını gördükten sonra bizdeki tarih ve coğrafya kitaplarının gerçeği yansıtmadığına kesinlikle kanaat getirdim.

2003 Mısır. Kahire’de piramitler.

Özellikle tarih kitaplarında insanın ve insanlığın bulunmadığını, tarihin hükümdarların, kahramanların, askerlerin kısaca yönetici kesimlerin tarihi olduğunu fark ettim. “Tarihin Tanımı” adlı kitabımı da, bu amaçla sıradan insanı tarihe dahil etmek düşüncesiyle yazmıştım.

Ne Tayland ve Singapur’da gördüğüm ekvatoral ormanlar, ne Strasburg’da gördüğüm Ren vadisi, ne de Mısır’da gördüğüm çöl hayatı, coğrafya kitaplarının yazdığı gibi değildi.

Aslında bizde okunan tarih ve coğrafya kitapları batılılardan tercüme olduğu için, kitaplardaki bilgiler de, onların neyi düşünerek ve hangi amaçlarla yazdıklarına göre değişiklik gösteriyordu.

Mısır gezisi de bu ve buna benzer yönleriyle düşünce yapımda değişimlere neden oldu. Ayrıca Türk imajı burada da düşüktü. Mısır’lının Türkiye hakkındaki düşünceleri “Türkiye de bizim gibi bir üçüncü dünya ülkesi” biçiminde özetlenebilirdi.

Yurtdışına dördüncü çıkışım 2004 sonlarında Hollanda’ya oldu. Bu ülkede yaşayan kızımı ziyaret için gittiğimiz Amsterdam’da üç ay kaldık. Bu süre içinde Avrupalının yönetim anlayışını, yaşamını, Türklerin entegrasyon sorunlarını, uzlaşma kültürünün önemini öğrendim.

Haziran 2011 İran’da Persepolis

Tüm bu gezilerde Türkiye’ye dışardan baktığım zaman, insanların, içerde ortaçağ tartışmalarından daha ilkel ve içi boş tartışmalar ve felaket senaryolarıyla kamplaştırılmış olduğunu, yolsuzluk, yoksulluk ve rüşvetin olağan bir hal aldığını, yürütülen hamasi düşmanlıklar siyasetinin ve koparılan milliyetçi fırtınaların, bu pislik düzenini sürdürmek için yapıldığını artık net olarak görebiliyordum.

Fakat buna rağmen doğruluk dürüstlük propagandalarıyla abartılı ve hamasi bir üstünlük taslama, Türk milletinin yüceliği ve şanlı tarihimizle açıklanmaya ve yönetimlerin hırsızlığı yolsuzluğu saklanmaya, halkın öfkesi dışarıya çevrilmeye çalışılıyor ve başarılı da oluyordu.

İçerde yolunda gitmeyen her şeyin sorumluluğunu dışarıya yıkmak için, dışarıda Türkiye için söylenen sıradan bir insanın sıradan bir sözü bile abartılı bir alınganlığa dönüştürülerek milliyetçi duygular yükseltilmeye çalışılıyordu. Bunlar da dışarıda Türkiye’yi anlayışsız, uzlaşmaz ve kavgacı olarak gösteriyordu.

Genel görüntü; Türkler çağdaş uygarlık ve demokrasiyi yakalayamamış, despot ve dayatmacı yönetimlere bağışıklık kazanmış, ekonomik ve sosyal açıdan geri kalmış bir Ortadoğu ülkesi, bir İslam ülkesi ya da bunların toplamı bir üçüncü dünya ülkesi olarak görülüyordu.

Türk parası dünyanın hiçbir yerinde geçmiyor, kimse Türk parasını almak istemiyordu. Aslında biz de kendi ülkemizde Tl’den kaçıyorduk. Türk Bankalarındaki toplam mevduatın çoğunluğu Tl. değil, döviz cinsinden paralardı.

Mart 2011 Kıbrıs’ta Rauf Denktaş ile bir söyleşi sonrası.

Bu gezilerin sonucunda, ülkemi daha sağlıklı değerlendirmek, dünyaya ve olaylara daha objektif ve tarafsız bakabilmek gibi kazanımların yanı sıra, beynimdeki şartlanmış yapılanmalar da yıkılarak, dünya görüşüm yerelden evrensele doğru bir gelişme gösteriyordu.

İnandığım değerlerin çoğunun insanlığın çıkar ve faydasından çok, egemenlerin çıkarları için kullanılan, şark kurnazlıkları olduğunu fark ediyordum. Ayrıca yeni ülkeler görmek, yeni vardığım bir şehrin sokaklarında yürümek, yeni insanları ve kültürleri tanımak çok hoşuma gidiyordu.

Bu yüzden dağılan Sovyet Cumhuriyetlerini, Balkanları ve Kafkasları, Suriye Filistin bölgesi ve İran’ı ilk fırsatta görmek istiyordum. 2010 sonbaharında Suriye, Ürdün ve Lübnan’ı planlamıştım fakat bazı işlerim nedeniyle gidemedim. Sonra da Suriye karıştı.

Ama 2011 baharında İran’a gitmek için kesin kararlıydım. Ve bu kararımı gerçekleştirerek, İran ve çevresinde 40 günde 13 kent gezdim. Gezdiğim kentlerin özelliklerini, tarihi ve doğal güzelliklerini yazıp fotoğraflarını çektim.

Bu yazı dizisinde Gürcistan’ın başkenti Tiflis’ten başlayarak ve gezdiğim bu kentlere dayalı olarak, Eski İran Tarihi, İran’daki bin yıllık Türk tarihi, Zerdüştlük, Şia ve bugünkü İran insanını tanıtmaya çalışacağım.

Yayın Tarihi : 10 Kasım 2011 Perşembe 12:31:41


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
Teoman Törün IP: 88.240.46.xxx Tarih : 11.11.2011 16:37:35

Gerçekden Hocam, insan mutlaka üstünde yaşadığı gezegen'i kısmen de olsa ülkesi dışında mutlaka görmeli. Aksi hâlde, aşırı ulusalcıların (şimdilerde "şartlandırmayı da aşan şiddette bir deyim çıkmış: "ŞOKLANDIRMA") böyle bir prosesle acayip "Narsisizm'e yakalanılıyor. Ben de ilk yurt dışı çıkışımda ülke tarihim hakkında atıp tutmalarımı şimdi hâlâ mahcubiyetten tüylerim diken diken olarak hatırlıyorum. Alay konusu oluyormuşum.