29
Nisan
2025
Salı
ANASAYFA

Dr. Niyazi Altunya (7)

7-SENDİKACILIK

Sayın Altunya: sizinle Göller Bölgesinin kırsal yaşamını paylaşmamız, Gönen denilen aydınlık havuzunda yıkanıp, cehaletten arınmamız ve Anadolu kırsalına birer eğitim neferi olarak dağılmamızın ötesinde, bir de sendikacılık deneyimimiz var.

Bildiğim kadarıyla Türkiye’de çalışanların örgütlenmesi yönünde verilen mücadelede en ön saflarda yer aldınız ve ilk memur sendikasını kurdunuz. 1990’lı yılların başlarından emekli oluncaya dek Burdur temsilcisi olarak benim de içinde bulunduğum bu hareket, sizi daha yakından tanımama ve itiraf edeyim ki, büyük ölçüde olumlu yönde etkilenmeme neden oldu.

Türkiye gibi, cunta anayasalarıyla hak ve özgürlüklerin sıfırlandığı, despot ve dayatmacı yönetimlere karşı, örgütlü mücadelenin önderliğini, üstelik hamaset ve şovenizmden arındırılmış, akılcı ve çağdaş bir zemine taşıyarak sürdürmek, yerleşik anlayışlarla savaşı göze alabilmek gerçekten zorun da ötesinde bir şeydi.

Bu alandaki çalışmalarınızı, bildiğim kadarıyla, ‘Türkiye’de Öğretmen Örgütlenmesi’ ve ‘Eğitim-iş Deneyimi’ gibi kitaplarınızda uzun uzadıya anlattınız.

Şimdi bu çalışmalarınızın size göre en önemli gerekçeleri ve karşılaştığınız güçlüklerle bunların üstesinden gelebilmek için verdiğiniz mücadeleyi, kısaca özetleyebilir misiniz?

Niyazi Altunya Eğitim-iş genel kurulunda.

Eğitim- İş deneyimi insanların kendi haklarının bilincine varıp onu yaratmalarının ilginç bir örneğidir. Eskiden haklar yasalarla düzenlenmeden kullanılamazdı. Örneğin TÖS yıllarca yasa beklenilerek kuruldu. Oysa sendikamız eğitim- iş öncelikle hakkın potansiyel olarak var olduğu kabulüyle kuruldu. Üstelik yasaklama yoktu. 1950’lerde onayladığımız Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (M.11/1) de bu hakkı tanıyordu.

Gerçi birçok hukukçu bile böyle bir hak olamayacağı kanısında idi. Davamız yıllarca mahkemelerde süründü. Danıştay bile 1.5 yılda karar verdi. Türk mahkemeleri ilk kez Eğitim-İş örneğinde uluslar arası hukuku dayanak kabul etti. Sendikamız bu yönde de öncüdür.

Biz bir yandan darbe ile kırılan onurumuzu saygınlığımızı yeniden kazanmak, diğer yandan da sendikal bir örgüt modeli yaratmak istedik. Bunu yaparken iki önemli dayanağımız, güvencemiz vardı: öğretmenlerin bilinci ve bilimin öncülüğü.

Arkadaşlarımız geçmişteki örgütlenmemizin yanlışlarından önemli derseler çıkardılar. Yola çıkarken de hukukçulardan yararlandılar. Ve kendi hukuklarını yarattılar.

O günler çok sıkıntılıydı. Dilekçe hakkınızı kullanmadığınız için bile hapse tıkılabiliyordunuz. Doğrusu pek hissettirmemeye çalışsak da çantamız da yedek çamaşırlarımızla bekliyorduk. Sözüm ona özgürlükçü Özal, darbecilerin gölgesini kullanıyordu.

Biz sendikaya bu kadar hızlı ulaşacağımızı ummuyorduk. Dilekçemizi bile almadıklarına göre kurar kurmaz kapatılır kanısındaydık. Ama akıl, sabır, sorumluluk ve görece yargının tarafsızlığı başarıda etkili oldu.

Benim yönetici olmam hesapta yoktu. Hatta birkaç arkadaş ‘sen buyur’ yarışına girdiler. Kurucu olmak isteyenlerden bir kanat ayrılıp gitmişti. Önce başkanın nitelikleri tartışıldı sonra başkan seçildi. Başkan eğitimden anlayan biri olmalıydı! Çünkü 1968den sonra örgütlerimiz eğitimden kopmuş ve umudunu tümden toplumun kurtuluşuna bağlamıştı. Anlayış: ‘Türkiye kurtulmadan öğretmenler ve eğitim kurtulamaz’ anlayışıydı.

Biz gerçekçi davrandık olabileceğin en iyisini yapmaya çalıştık. Eğitim-İş’in akıllı çıkışı diğer sendikaların da yolunu açtı. Geçmişe ilişkin bir pişmanlığım yok. Ancak birleştikten sonra varislerimiz başarılı olamadılar ve inisiyatifi, yetkiyi biz bıraktığımızda var gibi yok gibi olanlara kaptırdılar.

Bu sadece dinci öğretmenlerin çoğalmasıyla ilgili değil. Eğitim-Sen’e dair ‘bölücülük’ kaygısı önemli bir neden. Bizim başarımız özgül eğilimleri dışta tutmamızda yatıyordu. Hem kendi sorunlarımıza hem de eğitim ve ülke sorunlarına doğru baktığımıza inanıyorum.

Ne var ki bizim içimize de hastalıklı unsurlar girmişti. Yine de bizler yapacağımız doğruları yaptık kanısındayım. Kolaya kaçmadık. Ucuz kahraman olmadık. Çalışmalarımızda nitelik, bilgi ve sorumluluk öndeydi.

Yine de ‘keşke böyle olmasaydı’ demeden edemiyoruz. Ama bu keşke bizim yaptıklarımızla şimdi yapılanlarla ilgili değil. Eğitim-İş 2005 de yeniden kuruldu. Ancak eskisinin yerini tutamadı. Bunda etkili olan birçok etmen var. Başta ‘bölündük’ gerekçesi var. Ama şu an da onu yönetenlerden de beklenenler var.

ÖRGÜTLENMENİN DURUMU

Türkiye’de çalışanların örgütlenmesi konusunda gelinen noktayı, başlıca kazanımları ve eksiklikleri ana hatlarıyla açıklayabilir misiniz?

Türkiye gerçek anlamda örgütlü bir toplum değil. Özellikle çalışan kesimde etkili örgütlülük yok. Bunda özelleştirme adı altında yaşanan işsizleştirmenin büyük etkisi var. Çalışanların örgütlenmesinin en büyük handikabı işsizlik ve güvencesizliktir.

Şu anda işçi örgütleri çöküş sürecindedir. Memurlar göreceleri sayesinde daha şanslı. Ancak onlar da güvencelerini kaybetme tehdidi altında. Var olan sendikaların bir kısmı da iktidara yamanmış ya da onunla sıcak ilişki içinde olursa sorunu çözeceği kanısında. Sendikacılığın çok iyi bilindiği kanısında değilim.

ÖRGÜTLERE BASKI

Despot ve dayatmacı toplumlarda yönetimlerin en hassas oldukları konu, elbette ki insanların örgütlenerek hak aramaya kalkışması olduğundan, en acımasız uygulamalarını bu alanda sergiliyorlardı. Örgütlenmeye öncülük edenler sıkı biçimde izleniyor, fişleniyor ve yıldırılmaya çalışılıyordu. Bu konuda Burdur’da sendikayı kurduktan sonra yedi kişilik yönetim kuruluyla hakimin karşısında tek sıra yan yana dizilişimizi ve o sorgulamayı hala dün gibi hatırlıyorum.

Oysa siz bu yargılamaların Türkiye çapında tarafıydınız, sayısız yargılamaya savunma hazırladınız, kapatılan şubelerin açılması için gece gündüz mücadele verdiniz, üyeleri aydınlatmak için il il dolaşıp, açık oturumlar seminerler düzenlediniz. Türkiye’de örgütlenme özgürlüğünün kazanılmasında belki de en büyük hizmeti verdiniz. Yönetimlerin öfkesine hedef olurken, çalışanların ve sağ duyulu insanların taktirini kazandınız. Başöğretmenlik onur ödülü aldınız.

Şimdi geçmişte kalan tüm bu olumlu veya olumsuz yaşam kesitleri, sizde nasıl bir duygu yaratıyor. Keşke dediğiniz olaylar ve durumlar var mı?

Gerek sendikalar gerek diğer örgütler son yıllarda sürekli iktidar baskısı altında. AKP iktidarı baskısını günden güne artırıyor. Sermaye örgütlerinin(TÜSİAD) gibi bir kısmı bile tehdit altında. Bu durum referandumda açıkça ortaya konuldu. Basın yargı ordu üzerinde kurulan baskı çalışan örgütlerini de tehdit ediyor.

Ve baskı örgütlerin doğuşundan beri var. Temmuz1908 de İstanbul da kurulan ilk öğretmen ve işçi örgütleri kurulur kurulmaz (eşitlik özgürlük adalet) sloganı ile gelen ittihatçıların hedef tahtası oldu. Bu gün ‘baba’ rolü oynayan Süleyman Demirel başbakanlığı süresince öğretmen örgütleri ile hiç görüşmemiştir. 1975 de kurduğu milliyetçi cephe döneminde öğretmen kıyımı doruğa çıktı.

Ecevit hükümeti döneminde baskılar görece azaldı ama o da örgüt temsilcileriyle görüşüp onlardan bilgi alma gereği duymadı. Üstelik öğretmen okullarının tümü onun iktidarında kapatıldı.

Sendikayı kurduğumuzda bizi mahkemeye veren hatta bizi süren bakanlarla taşra yöneticileriyle uygar ilişki kurmaya çalıştık. Bu sıkıcı ilişkilerin olumlu etki bıraktığını düşünüyorum. İlk görüştüğümüz bakanlardan Adnan Kahveci ve Avni Akyol şaşkınlık geçirdiler. Hiç slogan kullanmadan sorunları düzenli ve sistematik anlattık. İkisi de bizi sorunları bilip bilmediğimiz konusunda sınavdan geçirdiler. Biz de yüz akı ile ve saygı uyandırarak çıktık. Bu üslubun çok yararını gördük. Hiçbir şey kaybetmedik ödün vermedik kazandık.

Yayın Tarihi : 11 Ağustos 2011 Perşembe 09:57:42
Güncelleme :11 Ağustos 2011 Perşembe 10:04:50


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?