29
Nisan
2025
Salı
ANASAYFA

M.Ö. 34I Yılında bir Sagalassos sabahı

NOT: Sevgili okuyucular. Hatırlarsanız Tarihte Yolculuğa başlarken, arada bir canlandırmalara yer vereceğim demiştim. Şimdi bunların ilkinde, araştırmalarıma dayanarak ve hayal gücümü kullanarak bir canlandırmayı sizlerle paylaşmak istiyorum.

Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte Sagalassos sokaklarında büyük bir hareketlilik gözleniyordu. Daha doğrusu insanlar, sanki bir şeylerin arayışı, kapışılması, paylaşılması söz konusuymuşçasına ellerinde sepetlerle bir sokaktan ötekine koşuşuyorlardı. Fakat bu durum, aslında bir Sagalassos’lu için hiç de ilginç olmayıp, hatta her sabah yinelenen sıradan bir olaydı. Çünkü şehrin çiftçi aileleri ve köleleri, gece boyunca evlerden sokaklara atılan dışkıları topluyorlardı.

Sagalassos

İnsanlar beşer onar kişilik guruplar halinde sokaklarda ilerlerken, önlerine çıkan dışkılara doğru hızla koşarak, kaparcasına alıp sepetlerine dolduruyorlardı. Aynı dışkıya aynı anda yönelen birkaç el, aynı aileden değilse eğer, toplama işi ağız dalaşı ve küfürleşmelerle, bir de ses ve gürültü boyutu kazanıyordu.

Orta yaşlı, siyah uzun saçlı, at suratlı tombulca bir kadın, kocaman bir küfeyi sağ eliyle sürüklerken, etrafında dışkı toplayan çocuklarına: sol eliyle dışkıların çok olabileceğini düşündüğü bir ara sokağı işaret ediyordu. Çocuklar hemen kalabalığın içinden ayrılarak sokağa girdiler. Üç çocuğunun ardından sokağa dalan kadın bir anda Avcının yaşlı kölesiyle adeta burun buruna geldi.

Kadın yaşlı köleye, öfkeyle tiksinti karışımı, küçümseyerek baktıktan sonra, egemen bir ses tonuyla çocuklarına bağırdı. “Bu moruk toplamış bu sakağı. Dönün çocuklar.”

Kadın hızla tekrar ana caddeye dönerek, kalabalığa karışırken, çocuklar da onu izledi. İhtiyar köle arkalarından sesleniyor, bir şeyler söylüyordu. Fakat kadın ya kısa sürede daha fazla dışkı kapma telaşıyla gerçekten duymadı, ya da zaman kaybetmemek için duymazlıktan geldi. Hemen Kokasbos rahibi Milkuas’ın evinin önünden Güneye dönerek, Pers mahallesine girdi.

Yaşlı adam çok bitkin bir vaziyette, sesi kısılmış ve ayakta durmakta güçlük çekiyordu. Tıraşsız kırışık yüzünde renk kalmamış, oldukça solgun görünüyordu. Birkaç adım daha atınca önce elindeki dışkı sepeti düşerek devrildi ve bir metre kadar yuvarlanan sepet, sonra yatık vaziyette durdu. İçindeki dışkılar yola yayıldı.

Yaşlı adam, düşmemek için yandaki duvara yaslanmak istediyse de, dengesini kaybedince duvara uzanan eli boşa çıkarak yere yuvarlandı. Birkaç dakika dinlendikten sonra, devrilen dışkı sepetine baktı, kalkmak için kendini yokladı, ama başını kaldıracak kadar bile gücü olmadığını fark edince, yeniden seslenmeye çalıştı.

Fakat artık sesi de çıkmıyor ve sepetten dökülen dışkıları karıştıran serçeler bile onu dikkate almıyordu. Sağ kolu hareketsizdi. Solu yokladı; sol kol hala canlıydı. Sol kolunu yavaşça kaldırıp, bileğindeki köle damgasını, alnındaki köle damgasının üstüne koydu. Dingin ve sonsuz bir boşluk hissi içinde hayatı gözlerinin önünden geçmeye başladı.

Kıran kırana bir savaşın orta yerinde, vurduğunu deviren genç ve güçlü bir savaşçıydı. Savaşın bir yerinde kader onu Avcı ile karşı karşıya getirmişti. Bir kılıç darbesiyle Avcı’yı öteki dünyaya göndermek için kılıcını kaldırmak üzereyken, arkasından çok güçlü bir kılıç darbesi alınca, can havliyle geri dönüp kılıcını rasgele savurdu. Kendine saldıranın kellesinin koptuğunu gördü.

Hemen Avcıya saldırmak için döndüğünde Avcının kılıcını havada gördü. Fakat karşılık verecek durumda olmadığını fark ederek, daha Avcı’nın kılıcı havada iken yere yıkıldı. Sağ kolunun omuzla birleştiği yerden derin bir yara almış olup, çok kan kaybediyordu. Yaşamdan umudunu kesmiş yirmi bir yaşında hayatının orada sona ereceğini düşünüyordu.

Günler sonra bir yatakta gözlerini açtığı zaman karşısında Avcıyı görünce şaşırıp kalmıştı. Çünkü olağan koşullarda Avcının orada, düşmanının kafasını bedeninden ayırması beklenirdi. Oysa Avcı düşmanının ölmesine razı olmamış, yaralarını sararak atının terkisinde onu evine getirmiş, iyileştirmişti.

Şimdi avcı, sorgu dolu bakışlar ve başarmanın gururuyla “Adın neydi senin savaşçı” diye soruyordu. Henüz hastanın gücü yerine gelmemişti. Fısıltı halinde “Sibillios” diyebilmişti.

Avcı “Benim adım da Dudus” diyerek, onu tutsak bir köleden çok, savaş anılarının özel bir yerinde, bir başarı simgesi gibi sergilemek istediğinin ipuçlarını, daha bu ilk konuşmada ortaya koymuştu.

 

Yayın Tarihi : 18 Kasım 2013 Pazartesi 10:21:15


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
Teoman Törün IP: 88.246.131.xxx Tarih : 18.11.2013 12:36:43

Hamaset ve açıktan dışkı toplama çağında bile insanın yüreğindeki sevecenlik cevheri aktive oluyormuş demek ki... Hocam Anadolunun doyulmaz tarihî anılarını ve uçsuz bucaksız arkeolojik zenginliklerini sunmakla kültürümüze büyük katkı veriyorsunuz. İskenderin Termessosda dikiş tutturamamasını önemli bir faktörü Güllük (Solymos) Dağında tecri edilmiş şekilde yaşayan Solimlilerin bu çok müstahkem dağı inatla savunması ve İskenderin civarı çevreleyen zeytinlikleri yakarak öfkesini bastırmaya çalıştıktan sonra yöreden ayrılmasıdır.