29
Mayıs
2025
Perşembe
ANASAYFA

Matador Başbakan Recep Tayyip Bey

Türkiye siyasi bir arena, millet tribünde seyirci ve politikacılar matadordur. Fakat boğa yoktur ortada. Hiç önemli değil, çünkü bizim matadorlar boğasız da yapar şovunu. Hatta tribündeki seyirciye öyle bir kırmızı bez gösterir ki, onları inanılmaz derecede kızdırıp, kışkırtıp, azgın bir boğadan daha azgın boğalar haline getirip, kendisine saldırtabilir. Ve kendine yapılan saldırıyı, taraftarlarını kemikleştirmeye dönüştürebilir, rakibe yöneltebilir.

Türk siyasi tarihinde siyaset yapmanın özeti, öfke ikliminde gerilim ve çatışma yaratmaktır. Boğayı öfkelendirip saldırtmak için ise kırmızı bez göstermek gerekir. Ama her boğa için ayrı kırmızı bezler lazımdır. Örneğin birisi diğerine kırmızı bez olarak Atatürk, cumhuriyet, laiklik vs gösterir. Onların kırmızı bezi ise, 2. Dünya Savaşı yıllarından bir İnönü fotoğrafı olabilir. Dinsizlik ve demokrasi olabilir. Birisi diğerine urgan atar vs.

Ama sonuçta kin ve nefret her tarafı sarınca, kestirmeden faşizme kolayca ulaşılır. Dünyada kaç çeşit yönetim vardır, bunların özellikleri nelerdir ve Türkiye’deki yönetimin özellikleri hangisini andırır derseniz; yönetimimiz açık, net ve eksiksiz bir faşizmdir diyorum. Faşizmin rengi etnik kökenlidir diye düşünenlere de derim ki, faşizmin rengi, kokusu, duygusu vs yoktur. İklimi, toprağı ve ürünü vardır. İklimi öfke, toprağı sevgisizlik, ürünü kin ve nefrettir. Tadı acıdır.

Faşizmin etnik milliyetçi, dinci veya sosyalist olmasının hiçbir farkı yoktur. Burada amaç, topluca bir milletin ruh sağlığını bozmak, paranoyak hale getirmektir. Matadorlar en büyük paranoyaklardır. Şimdi söyleyin bakalım Türkiye’de bunlardan hangisi eksiktir. Dinci faşizm mi, etnik faşizm mi, sağı solu ortası mı? Sevgisizlik mi, paranoyak yetersizliği mi?

Buraya nasıl geldik derseniz, mağdur vatandaş olarak geldiği devlette başbakan birinci dönem, hala mağdur vatandaş Recep Bey olup, devlet yetişemeyeceği yüksekliklerdeydi. Ve o da kendinden öncekiler gibi, egemenlerin elindeki devletin kukla başbakanıydı. Ama ikinci dönemin sonlarına doğru, halkı da arkasına alarak devleti eline geçirdi. Ama bu kolay olmadı. Pek çok badireler atlattı.

Kapatılma tehditleri, ordu ve yargı darbeleri, daha önce 244 oyla cumhurbaşkanı seçilenler varken, 358 milletvekiliyle, cumhurbaşkanını seçtirememesi, belki bugünkü ruh sağlığının bozulmasında etkili olmuş olabilir diye düşünüyorum. Fakat bunların hepsini mağduriyete dönüştürerek, seçimlerde çok büyük bir avantaj sağladı. Bir yandan baskı ve korku, bir yandan hızla büyüyen bir halk desteği karşısında ruh sağlığının bozulmaması olanaksızdır.

Muhalefet ise iktidar alternatifi olmaktan uzak, yine kendi kuyusunu kazan; insan, demokrasi ve halktan kaçan, halkı aşağılayan, içi boş bir cumhuriyeti ve dogmalaşmış bir laikliği savunuyordu. 1923’ten 1925’e geçmeyi bile, cumhuriyeti orada kurtlara bırakıp uzaklara gitmek gibi algılıyordu. Bırakın tüm siyasi yelpazeye kucak açmayı, soldaki insanların bile, kiminin cumhuriyet anlayışına, kiminin liberalliğine, kiminin Atatürkçülüğüne takıyordu. En sert ittihatçı gelenekleriyle, önüne gelene tehditler savuruyor, herkesi ve her şeyi ret ediyordu.

Tarikatlaştırdığı 1920’li yılların laiklik anlayışıyla CHP, merkezdeki samimi dindarları bile korkutan, cunta anayasası ve onun rejimini savunan, her şeye karşı çıkan, eskisinden daha hırçın ve kavgacı bir muhalefet görünümüyle, yüzde yüz AKP’ye destek verdi denilebilir.

Oldukça ayrıntılı bir tarih tespiti olarak, 300 sayfalık bir kitap bütünlüğünde yazmış olduğum “Nisan 2007 Tarihi” adlı dosyamda, dönemin laiklik şeriat ve türban tartışmaları, Cumhurbaşkanlığı seçimi krizleri, cumhuriyet yürüyüşleri ve seçim öncesi değerlendirmeleri işlemiş ve bunların büyük bir bölümünü bu köşede yayınlamıştım.

Sonuç olarak bu vartaları atlatarak ve bunları mağduriyete çevirip halka anlatarak, halkı küçümsemek ve aşağılamak yerine onun gururunu okşayarak, sosyal demokrat bir parti gibi halka yardımlar dağıtarak, seçimlerden zaferle çıkan Recep Tayyip Erdoğan’ın ikinci dönemine Kürt açılımı ve benzeri açılımlarla, anayasa referandumu damgasını vurdu diyebiliriz.

Dönemin en büyük tartışma konusu Kürt açılımı olsa da açılımlardan bir sonuç alınamadı. Önemli olan milli iradenin ordudan alınmasıydı. Ve bunu da anayasa referandumu sağladığından ikinci dönemin en önemli olayı referandum idi. Referandum milli iradeyi, orduyu, yargıyı, bürokrasiyi ve ülkedeki hemen her şeyi Recep Tayyip Beye sundu.

Referandumu sadece sağ ve merkez değil, soldan da, ordu darbelerinden bıkan ve cunta anayasasıyla yönetilmekten utanan, milli iradenin millete ait olacağı daha demokratik bir ortam uman solcular da desteklemişti. Ve ben de, bu sütunlarda milletin iradesinin kimsenin tekelinde olmaması gerektiğini, bunun demokrasinin olmasa olmaz koşulu olduğunu savunmuştum. Milli iradenin sahibine, yani millete verilmesini istiyordum. Bu konuda da “Anayasa, Uzlaşma ve Paranoya” diye bir kitap daha yazmış ve yine bunun da büyük bölümünü bu sütunlarda yayınlamıştım.

Fakat Başbakan Referandum ile bütün güçleri ele geçirdikten sonra, ağır ağır gerçek yüzünü de göstermeye başladı. Milli iradeden sonra, ordu ve yargıyı da ele geçirince, derin devlete yöneldi. Aslında derin devlet bahanesiyle Ergenekon, Balyoz vs davalarla son temizlikleri de yaptı. Kendisini tehdit edebilecek büyüklükte hiçbir güç bırakmadı. Zaten bu son temizlikte derin devletten çok, muhalifler içeri kapatıldı. Artık kin ve intikam peşindeydi. Çünkü artık hiçbir engel kalmamış tek başına devletti.

İşte başbakanımız da bundan sonra, daha hızlı değişmeye başladı. Artık tüm güç elinde bir başbakandı. Başı yerden kalkmış dik duruyor ve diklenme provalarına başlamıştı. Rakiplerini artık küçük görüyor aşağılıyordu. Halk ta umurunda değildi artık. Çünkü artık kendisi halk değil, devlet olmuştu. Fakir değil zengindi.

Halkın gururunu okşayacak sözler söylese ve seçim yardımları devam etse de, halka artık tepeden bakıyordu. Ve ayrıca herkes de halk değildi. Halk yalnızca kendine oy veren veya dayatmalarını ayet kabul edercesine destekleyen taraftarlar olup, bunun dışındakiler, kendi başarılarını çekemeyen vatan hainleriydi. Yerli veya yabancı işbirlikçilerdi. Marjinal guruplara mensup, yasadışı eşkıyalar, çeteler veya bunların çevrelerindeki çapulculardı.

Çevresindekilerin yağcılığı aşırı derecede abartmasının da etkisiyle, ruh sağlığı iyice bozularak, zaman içinde Tanrısal ve kutsal, olağanüstü bir insan olduğuna inanmaya başladı ve büyüklük havaları iyice büyüdü. Söylemleri setleşmeye, davranışları efelenmeye, kabadayılaşıp bayağılaşmaya başladı. Zafer sarhoşluğuyla, ayakları yerden kesildi.

İkinci dönemin sonlarında tüm güçler elinde olduğu gibi, artık muhalefeti de ezberlemişti. Önemli dayatmalar sırasında, adeta muhalefete bir kırmızı bez parçası gösterip çileden çıkarıyor, onlar azgın boğalar gibi beze saldırırken, o arka planda işi götürüyordu. Rakiplerini kızdırıp saldırtmak için, yaptığı en doğal ve en doğru işlerde bile, olaya dayatmalar, efelenmeler ekleyerek, ya da sonradan çark ederim diyerek, yani olayın bir yerinde bir kırmızı bez yerleştirerek, onların saldırılarından adeta zevk alıyordu. Çünkü saldıranlar eskisi gibi özgür de değil, artık zincire vurulmuş aslanlardı.

Yani artık devlet elinde oyuncak olmuştu. İstediğiyle, istediği gibi oynuyordu. Ve muhalefet de, öfke ve şartlanmışlıkla her şeye karşı çıkıp her yere saldırınca, Başbakan çoğu doğru olsa da muhalefetin bu saldırılarından yanlışları seçip halka gösteriyor, onları halkın gözünde küçük düşürmeye çalışıyordu.

Basına, Atatürkçüye, canının istediği ve hoşlanmadığı herkese kırmızı bez gösterip insanları çıldırtıp sokağa döküyor, sonra da arkasından polisi gönderip, istediklerini toplatıyor, içeri tıkıyordu. Sonuçta Türkiye tam bir Arena ve başbakan da, seyirciye oynayan tam bir matador olmuştu. İntikam peşinde olduğu her gün biraz daha su yüzüne çıkıyordu. Kin ve nefret ruh sağlığını her gün daha kötüye götürüyordu

Fakat hırsızlık yolsuzluk dedikoduları ayyuka çıksa da, milli gelirde dağılım dengesizliği zirve yapsa da, ekonomi iyi gidiyor ve göze görünür, yatırımlar yapılıyordu. Ve o artık çok partili dönemde, devleti tüm kurumlarıyla, ilk kez ele geçiren muzaffer bir komutandı.

Aslında bu başarısında, sağcısı, solcusu, merkezi ve muhafazakarıyla yüzde 70’lik bir kesimin payı vardı. Çünkü herkes ordudan alınan milli iradenin halka verileceğini sanıyordu. Oysa Başbakan aldığı her şeyi cebine atıyordu. Ordu da, yargı da, bürokrasi de, yasama da, yürütme de elindeydi. Tek başına Türkiye ve tek başına milli iradeydi.

Bu arada o ana kadar içinde gizlediği, dinci devleti tesis arzularının da, ilk işaretlerini çaktırmadan vermeye başlamıştı. “Artık Müslüman bir gençlik istiyoruz” diyordu. Valisi pisuarları söktürüyordu. Okul aile birliği toplantılarını Cuma namazında camide yapan bir milli eğitim müdürü, “Laikler, Atatürkçüler bana saldırsın ki, ben müsteşar olayım” diyerek, yükselmenin yolunu gösteriyordu. Yani insanlar AKP iktidarında, mevcut rejime karşı suç işleyerek veya Atatürk’e küfrederek yükseliyordu. Bir başka deyişle, 2002’lerin mağdur Recep Beyi takiye veya taklit olup, Refah Partisindeki görüşlerinin hiç değişmediği anlaşılıyordu.

AKP Haziran 2011 Genel Seçimlerine bu atmosfer içinde girdi. Ama yine rakipsizdi. Ana muhalefette genel başkan değişmiş ve partiyi en azından AKP’nin solunda, sosyal demokrat bir çizgiye çekmeye, solu bütünleştirmeye ve siyasi yelpazede en azından yüzde ellileri hedeflemeye çalışıyordu. Ve en azından bu yüzde ellinin %35’ini oya dönüştürebilecek bir görüntü de sergiliyordu.

Fakat ulusalcılar partinin sahibiydi, siyasi yelpazenin sağ direği gibi, merkezi bile istemiyor, soldaki insanları dışlıyor, liboş, 2. Cumhuriyetçi, satılmış vs diyor, yelpazeyi %20’den fazla açmak istemiyordu. Burası ulusalcıların partisi, beğenmeye çıkıp gitsin diyor, Genel başkanın söylemleri havada kalıyordu.

Bu yüzden AKP’nin üçüncü kez kazanmasının en büyük destekçisi yine CHP oldu. İkinci seçim zaferiyle ayakları yerden kesilen başbakan, bu üçüncü zaferden sonra artık uçuyordu. Başbakan olarak Türkiye’yi yönetmek kendisini kesmiyor, Putin gibi, Obama gibi, BAŞKAN olmak ve dünyayı yönetmek istiyordu. Bunun için gerekirse ülkeyi bölmeyi, gerekirse milleti birbirine kırdırmayı bile göze alıyordu.
 

Yayın Tarihi : 29 Haziran 2013 Cumartesi 23:51:25
Güncelleme :1 Temmuz 2013 Pazartesi 09:56:09


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?