29
Nisan
2025
Salı
ANASAYFA

Mustafalar Neden Çatıştı?


2007 yılı gibi 2008 yılı da, laiklik, şeriat ve türban tartışmalarının içeriksiz, inatlaşmış, kısır çekişmelerinin gölgesinde kaldığından, bu durum kimilerinde bir Atatürk karşıtlığı yaratırken, kimilerinin de Atatürk’e daha çok sarılmasına ve onu daha çok sahiplenmesine neden olmuştur.

Sizler ne düşünürsünüz bilemiyorum ama bence iki taraf da gerçek bir tespit yapmaya yanaşmamakta, gerçeklerden uzaklaşmaya çalışmaktadır. Daha doğrusu, birbirlerini kabullenmekte zorlanan gruplar, Atatürk bahanesiyle, aslında birbirlerinden uzaklaşmaya çalışmaktadırlar. Çünkü Atatürk, insanları birbirinden uzaklaştırmanın değil, yakınlaştırmanın adresidir.

Örneğin bazı siyasi partilerimiz, çıkarlarını türbana göre biçimlendirip, Atatürk’ün karşı çıktığı kıyafetin kara çarşaf olduğunu, türbanın yeni bir moda olduğunu ve dinimize uygunluğunu dayatarak, Atatürk anlayışında soru işaretleri bırakarak, toplumu parsellemeye çalışmış ve türbanı siyasi bir simge gibi kullanmıştır.

Son iki yıldır türbana ve yaratılan bu anlayışa karşı, amansız bir savaşın simgesi haline gelmiş olan muhalif siyasi partimiz ise, bugün kara çarşaflıları kitleler halinde partiye kaydederken, “Onların evinde Atatürk resmi var” diyerek, Atatürk adına karşı çıktığı bir davranışı, bu kez çıkarına uygun görünce, yine Atatürk adına kabul etmektedir. Ve kimse de çıkıp da, “Kardeşim sen türban, çarşaf gibi biçimsel şeylere mi karşısın, yoksa türbanla çarşafı düşünsel olarak mı ayrıma tabi tutuyorsun” diyememektedir. Çünkü sorsanız, deseniz bile, bu tür saçmalıkların geçerli ve yeterli bir yanıtı yoktur.

Örneğin şöyle bir savunma saçmadır. Yani olayı, kamusal alanların dışında kıyafet sınırlamalarını gereksiz görmekle açıklayamazsınız. Çünkü siyasi partiler de kamusal alan olup, üstelik hizmetin verildiği bir kamusal alandır ve kamu adına asıl sınırlamalar konulabilecek yer burasıdır. Oysa üniversitede kamusal alan hizmetin verildiği kesim olup, hizmet verenler için koşullar öne sürebilirsiniz. Hizmeti alanlar için sınırlama konulması mantıksızdır. Yani vatandaşlık görevlerini yerine getiren her vatandaş, bundan doğan haklarını, doğal, geleneksel ve etik değerlere uygun her kıyafetin içinde alabilir. Bu bir hak ve özgürlüktür.

Şark kültürünün olaylar ve insanlar arasında yaratılacak ret duygusu ve zıtlaşma alanlarında yol alan, bu kirli çıkar politikaları, insanları kendi çıkarlarına ve birbirlerine karşı çıkarırken, kurnazlara yol açmayı amaçladığından, ipler iyice gerilmekte ve uzlaşma engellenmektedir. İnsanlar uzlaşmadan uzaklaştıkça, birbirlerinden de uzaklaşmaktadır. Çatışma tüm çıkar guruplarının işine gelmekte ve şark kültüründe herkes, her zaman çatışmalardan beslenmektedir.

İşte yaratılan bu çatışma ortamlarının doğal bir sonucu olarak, son iki yılda 10 Kasım’lar daha bir önem kazanmış ve Atatürk’ü sahiplenme ya da ondan vazgeçme duyguları, daha kesin hatlarla ortaya çıkmıştır. Çünkü şark kültürü akıl ve bilimden uzak bir çatışma kültürüdür. Bir şeyi ya sever, ya nefret edersiniz. Ya sever, ya terk edersiniz. Ya çatışır ya da teslim olursunuz. Orta yolu, anlaşması, uzlaşması yoktur. Çünkü uzlaşma kültürü değil çatışma kültürüdür. Ve toplumda geçerli tüm değerler de, bu anlayışa alet edilir.

Bizde de bu gözü dönmüş çıkar çarkına en fazla alet edilen, zıtlaşma, kutuplaşma ve çatışmalar yaratarak bir tarafın desteğini kemikleştirmek için kullanılan değerlerin başında, Atatürk ve din kurumu ilk sıraları işgal etmiştir denilebilir.

Ülkemizde yönetimi eline geçirmek isteyen her kişi, kurum veya kuruluş, ya da yönetimi zorla elde eden darbeciler, cuntalar, ihtilal konseyleri, çıkarlarını ve iktidarlarını gerçekleştirmek ya da sağlamlaştırmak için, uzmanlara bir program hazırlatırlar. Ve bu çıkar programları halka, ya Atatürkçülüğün, ya da dinin ve kültürün bir gereği olarak sunulur. Artık programa karşı çıkmak ya dine, ya da Atatürk’e karşı çıkmaktır. Birisine taraf olmaksa, zaten ötekine karşı çıkmak olarak da algılanacağından, vatandaşın ikiyüzlü olmaktan başka çaresi kalmamıştır.

Örneğin 12 Eylül yönetimi, yapmak istediklerini sistemleştirerek, beyinlere buna uygun bir Atatürk heykeli dikmeye çalışmış ve büyük ölçüde başarı da sağlamıştır. Altmış senedir herkes aynı yönteme sarılınca da, Atatürk’le ilgisi olmayan, çıkarcıların simgesi bazında bir sürü Atatürk ortaya çıkmış ve yandaşlar da bunlardan beğendiğini alıp yakasına takmıştır. Aslında 12 Eylül 1980 den sonra Atatürk adına yapılan hemen her şey, Atatürk’e karşı bir tavır gibidir. 12 Eylül sonrasında, Atatürkçü kesimler bile, çoğu zaman karşıtları kadar, Atatürk’e ters düşmektedir. Kafalarında kalıplaştırdıkları Atatürk’le gerçeğinin bir benzerliği bulunmamaktadır.

Bu Atatürk’lerin tek ortak noktası ise, yaratıcılarının çıkarlarına hizmet için programlanmış robotlar olmasıdır. Bunlar insan değildir. Çocuk olmamış, aşık olmamış, normal bir anadan doğmamış, örneğin 25 yaşında bir yüzbaşı olarak dünyaya gelmiş, yurt ve millet sevgisiyle hiç yemeden, içmeden, uyumadan hep koşup durmuştur. Heykellerindeki gibi onlar: betondan, tunçtan, demir-çelik ve çimento karışımından oluşan insanüstü bir yaratıktır.

O denli ayrı bir yaratık ki, ne ülkemizde ve ne de dünyada bir benzeri bulunup da bir filmi bile çekilememiştir. Kimse onu canlandırmaya cesaret edemediği gibi, betonlaşmış kalıpların dışında bir şey söyleme cesaretini de gösterememiştir. Bu yüzden yaşamı belgesellerle ifade edilebilmekte ve bunlarda bile, belli bir kalıbın dışına çıkılması hoş görülmemektedir.

Hal böyle olunca da, beyinlerde yaratılmış olan beton Mustafa ile belgeseldeki insan Mustafa, çatışmaktadır. Yani bu yüzden “Mustafa” filmindeki insan Mustafa, beyinlerimizde yarattığımız betonlaşmış Mustafa kalıplarımıza uymamış, çoğumuzu isyan ettirmiştir. Can Dündar’ın “Mustafa” filmi toplumda bir bomba etkisi yaratmış, Dündar Atatürk karşıtlığından vatan hainliğine dek uzanan suçlamalara maruz kalmıştır.

Oysa bu bir belgeseldir ve her şey belgelidir. Ama kimileri “Ben istediğim belgeyle bütünleşmek istiyorum, her belge ile de yüzleşmek istemiyorum” demektedir. Belgeli bile olsa benin görmek istemediğim belgeleri gösteren benden değildir, ötekidir anlayışı sergilenmektedir. Üstelik belgelerde Atatürk’ün dehasından, yurt ve millet sevgisinden, insanüstü hizmetlerinden övgüyle, sevgiyle ve minnet duygularıyla bahsedilmektedir. Peki, nesi beğenilmemiştir derseniz, bence beyinlerimizdeki kalıplara, öncelikle çocukluğu ters düşmektedir.

Beynimizdeki kalıplara göre, yukarda da değindiğim gibi, sanırım Atatürk 25 yaşında bir yüzbaşı olarak doğmalıydı. Koskoca Atatürk için çocukluk ve sıradan bir aile, üstelik üvey baba falan bunları insanlar beyinlerinde yarattıkları, betondan bir kalıpla bağdaştıramamış, Atatürk’ün de normal her hangi bir insan gibi etten, kemikten ve sinirden yaratılmış olmasını hazmedememişlerdir. Hele de hele, bir madama aşık olup, aşk mektupları yazmak falan, yakışır mı, yıllardır beynimizde betonlaştırıp çelikleştirdiğimiz Atatürk kalıbına.

Yani beyinlerimizdeki Atatürk kavramı, ölümlü bir insan kavramından çok, çimento, beton, demir çelik ve bunlardan oluşmuş kalıplar kavramına götürüyorsa düşüncelerimizi, gerçek Atatürk’ü anlamamız elbette ki, çok zordur. Çimento şiirimde de belirttiğim gibi, çimento sağlamlık açısından bir teknoloji harikası olsa da, orada esneklik, orada duygular ve insanla ilgili alanlar çok kısıtlıdır.

ÇİMENTO

Göğü burgaç burgaç delen kuleler
Devasa köprüler, uçsuz tüneller
Hepsi teknoloji harikası
Çimentonun eseriydiler.
Demir ve çelikle birlikte yüzyılın egemeni
Gücün, direncin, sağlamlığın simgesiydiler.

Fakat sağlamlaştıralım derken yapıları
Heyhat, sürçtü ellerimiz
Beyinlerimize attık betonları.
Artık bu betonlaşmış beyinlerle
Olanaksızdı yıkabilmek tabuları
Olanaksızdı keşfedip yeniden aklı
Yakalayabilmemiz çağı.

Bu yüzden şimdi işlerimizde
Eğitim sistemimizde, ilişkilerimizde
Şimdi egemen olan her yere ve her şeye
Betonlu bir beyin yansıması.
Bu yüzden düşüncelerimiz
Önce harç gibi cıvık, sonra töre gibi katı
Sokaklarımız, parklarımız ağaçlı
Ama ağaçlarımız beton ormanı.

Türkiye’de her alanda ve her anlayışta belli kalıplar yaratılarak, her şeyi bu kalıplar çerçevesinde görüp algılamak ve algılatmak hastalığı, adeta dermansız bir derde dönüşmüş durumdadır. Ve işin kötüsü tüm kalıplar sahte, tüm kalıplar genellikle çıkar amaçlı kullanılmak için özel olarak yaratılmış geçersiz, kalp, tabulaştırılmış ve insandan uzaklaştırılmış kalıplardır.

Eğitim sistemimiz, insanlara ve olaylara kalıpsız, karşılıksız, tarafsız, objektif bir bakış yeteneğini kazandıramadığından ve şark kültürü, çıkarsız, önyargısız, bilimsel bir yaklaşım sergileyemediğinden olmalı, yönetenler yönetilenlere kalıplar koymak ihtiyacı duymaktadır. Hatta toplumda herkes herkese, kalıplaşmış ön yargılarla yaklaşmaktadır. Ve herkesin kalıbı Atatürkçü düşünceye uygun düşmekte, Atatürkçülüğü en iyi biçimde ifade etmektedir.

Oysa bilmiyorlar ki, Atatürk bir kalıp değil, kalıplara karşıtlığın ifadesidir, kalıplara karşıtlığın simgesidir. Çünkü Atatürk, akıl ve bilim ekseninde sürekli değişim ve dönüşümün, gelişim ve çağdaşlaşmanın mücadelesini veren sonsuza dek sürecek, bitmeyen bir koşudur. Onu nasıl kalıplara alarak, üstüne beton ve çelikten kafesler yaparak, nasıl hapsedebilir ve bu dondurma düşüncenizi nasıl Atatürkçülük olarak savunabilirsiniz?

Üstelik bunun nedeni de, Atatürk sevgisi olarak gösteriliyor ki, bir tabunun, bir putun sevgiye değil, tapınılmaya ve kayıtsız şartsız teslimiyete, yani kölelere ihtiyacı vardır. Oysa Atatürk’ün yaşamı boyunca tüm mücadelesi, Türk milletini her türlü kölelikten, bağımlılıktan, kurtarıp özgürleştirmek ve kendi kendisini yönetmeyi öğretmek uğrunadır. Ve yine Atatürk’ün tüm çabası, tüm savaşı, akıl ve bilimi, hurafe ve safsatanın, icazetin, her tür kalıbın önüne çıkartmak uğrunadır. Atatürk’ü tabulaştırarak, betonlaştırarak ve tunçlaştırarak dolaysıyla da insan özelliklerinden uzaklaştırarak, onu sevdiğini ve koruduğunu düşünmek, ihanetin de ötesinde bir gaflet ve cehalettir diye düşünüyorum.

Genellikle tüm yazılarımda yinelediğim gibi, Atatürkçülük: çok açık, çok net ve çok basit üç sözcükten ibarettir. Akıl, bilim ve çağdaşlık. Bu kavramları kalıplara alarak dondurmak mümkün olmadığı gibi, zamanla da sınırlayamazsınız. Yani bu kavramlar belli dönemlerle sınırlanamayacağı gibi, Atatürk’ü 1923- 1933 Kemalist uygulamalarına hapsederek de, buradan kendinize uygun kalıplar çıkaramazsınız. O, zamana ve olaylara, yere ve duruma göre hep akıl, bilim ve çağın en uygun yöntemleriyle çözümler üretmeye çalışmıştır. 1923’lerin koşullarında ürettiği bir çözümü, 1980’li yıllara dayatmak Atatürk’ü aynen taklit etmiş bile olsanız, Atatürk’e ihanettir.

İşte bu yüzden 12 Eylül Yönetiminin beyinlerimize dikmeye çalıştığı ve iki binli yıllardan itibaren kafaları iyice karıştıran Atatürk heykelinin de, gerçek Atatürk’le hiçbir ilgisi yoktur. 12 Eylül yönetimi, kendi anti demokratik, diktacı dayatmalarını, Atatürk’e mal etmek için, 1923- 1933 arası, Atatürk’ün çağı yakalamak amacıyla yaptığı Kemalist dayatmalarla kendi dayatmalarını özdeşleştirerek, insanların beyninde Atatürk karşıtı bir Atatürk yaratmaya çalışmıştır.

Çünkü bu iki dayatmanın hiçbir ortak yönü bulunmadığı gibi, taban tabana da zıt kavramlardır. Öncelikle dayatılan şeyin zamanı ve toplum yapıları farklıdır. Yani Atatürk, cumhuriyetin sözcük olarak bile duyulmadığı, bilinmediği bir toplumda, cumhuriyeti dayatmayıp da, halkoyuna mı sunsaydı? Ayrıca amaçları da taban tabana zıttır. Yani Atatürk milli iradenin egemen olduğu, hakların ve özgürlüklerin dayatmasız kullanıldığı bir sistemi dayatırken, 12 Eylül yönetimi, hak ve özgürlükleri silip süpüren, milli iradeyi ikinci plana iterek, yönetimi parlamento dışından bir cumhurbaşkanı ile askeri bürokrasiye teslim eden bir anlayışı dayatmaktadır.

Atatürk’ün dayatmaları çağı yakalamak ve bir daha halka hiçbir kimsenin hiçbir şey dayatamayacağı, milli iradeye dayalı bir sistemi dayatmak olup, özünde yatan şey, en kısa sürede dayatmasız bir döneme geçmektir. Yani bırakın 1980’leri, Atatürk: 1940’larda, 1950’lerde tamamen ve her alanda tek karar ve söz sahibi millet olmasını beklerken, 1980’lerde milli iradenin anayasalardan temizlenmeye çalışılmasının Atatürk’le bir ilgisi olamaz. Bu yüzden 12 Eylül Yönetiminin, çağ dışı dayatmaları bırakın Atatürkçülüğü, Atatürk’e karşı tam bir darbe olmuş ve beyinlerde farklı Mustafalar oluşmasını hızlandırmıştır.

Bu gün bu kavram kargaşaları içinde, Atatürk’ten vazgeçenler adını bile ağızlarına almak istemezken, sahiplenenler de, sanki onu paylaşmak istemeyen kıskançlıklar sergilemektedir. Yukarda da belirttiğim gibi aslında bunların sorunu Atatürk’le değil, kendileriyledir. Kendi yaşam tarzları, kültür yapıları ve sosyal statüleriyle, ekonomik durumları ve yaşadıkları semtlerle ilgilidir diye düşünüyorum. Çünkü neden insanların kendi arasındaki ayrışımlar değil de liderler, önderler olsaydı, bugün Fransızlar da Charles de Gaulle’lü, Ameririkelılar Corc Washington’u, İngilizler Churchill’i tartışıyor olurdu ki; onlarda böyle bir tartışma yoktur.

Atayı olduğu gibi, yalın ve gerçek anlamıyla kabullenmek yerine, her birimiz düşüncelerimizdeki, işimize gelen ayrı bir Atatürk yaratmak peşine düştüğümüzden, Atatürk’ü bölüp, kendimize bir parça almaya çalışırken, aslında onu parçalayıp küçülterek, yalnızlaştırarak, kendimizi parçalayıp küçülttüğümüzü ve kendimizi yalnızlaştırdığımızı fark etmiyoruz. Kafalarımızda kendimize göre bir Mustafa yaratarak ve bunu kurnaz kalıplara sokarak, ondan uzaklaşıyoruz; Mustafalarımız çatışma içine düşüyor, gerçek Mustafa ile karşılaşmaktan korkuyoruz.

Yayın Tarihi : 7 Aralık 2008 Pazar 12:18:50


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?