Evlerimizde radyo olmadığı için Köy kahvesine giderek, büyük bir keyifle izlediğimizi anımsıyorum 27 Mayıs Yassı ada yargılamalarını. Gerçi ben o zaman 15 yaşında bir çocuktum ama büyüklerin bir kısmı rahatsızlığını kısık sesle belirtse de çoğunluğun “Kahrolsun diktatörler” dediğini duyuyordum. Adalet gerçekleşiyor ve hak yerini buluyordu. Bu yüzden ben de bir çocuk da olsam ülkem adına seviniyordum.
Oysa o yargılamaların sanıklarının, yani seçim galibiyetleri sonucunda ayakları yerden kesilen, Menderes Hükümetinin galibiyet sarhoşluğuyla bazı yanlışları ve dikta hevesleri olsa da, bu durumu hak etmedikleri düşüncesi ve bu yüzden, milli vicdanda yargılananların aklanıp, yargılayanların mahkumiyeti gecikmedi.
Halk bu düşüncesini 1965 ve 69 seçimlerinde tokat gibi ortaya koydu. Ayrıca 27 Mayısın devri sabık yaratılarak milletin bölünmesine neden olduğu ileri sürülürken, vicdanlardaki sızısı günümüze dek geldi. Zaman onların küçük hatalarını kapattı ve mahkum edenler mahkum şimdi.
12 Martta gençler yargılandı, kanlı katillerin hiçbiri bir gün içerde yatmadan ortalarda dolaştığı, katilliğine ilaveten hırsızlığı hainliği defalarca ortaya dökülen benzer kişilerin parlamentoda boy attığı bu ülkede, eline kan bulaşmamış üç taze fidan idam edildi. Onlar bir kez idam olduysa da, onları idam eden zihniyet, darağacından hiç inmedi. Sonradan idam edenler bile, pişmanlıklarını dile getirdi. Asıl mahkum katil devlet ve onu yönetendi.
12 Eylül yargılamaları ise, Hitlerin, Stalin’in mahkemelerini aratmadığı gibi dehşet ve vahşet acısından da onlardan geri kalmıyordu. Tam bir utanç tablosu ve tam bir yüzkarasıydı. Türk tarihinin en karanlık noktası ve ne denli yıkansa, hangi deterjan kullanılsa hiç çıkmayacak bir kara lekeydi. Bu vahşet ve iğrenç işkenceleri geçmiş yazılarımda uzun uzadıya açıklamıştım.
Üstelik dinciliği de onlar hortlattı. Samimi Müslümanların inancını aşağılayan, ilkel tarikatından olmayana kafir muamelesi yapan, İslam’ın tersi yalan, iftira istismar ve çıkara dayalı, acımasız ve vahşi İslam dışı ilkel bağnaz ve tutucu bir anlayışı İslam diye dayattılar, iktidar ettiler. Bu da 12 Eylülün eseri olup, şimdi yaraları ebediyen kanayacak cinsten yeni ve farklı yaralar açmışlardır.
12 Eylül çok sert geçtiğinden ve 27 Mayısın devri sabık yaratmamak anlayışından hareketle 28 Şubat ılımlı geçmesine rağmen hala yaraları hissedilmekte ve bugünkü Ergenekon yargılamalarıyla intikamı alınmaya çalışılmaktadır.
Ama bu din ve ahlak dışı dinci anlayışın, kan ve kin aleviyle yanıp tutuşan zihniyeti, üçüncü kez seçim kazandıkları zaman ortaya çıkmıştı. O zamana dek çağdaş ve demokrat görünüyordu. Ve önemli başarılar da elde etmişti. Fakat üçüncü seçim zaferi, Menderes gibi ayaklarını yerden kesmişti. Zafer sarhoşlukları, alkol sarhoşluğunun ötesi, afyon sarhoşluğunu anımsatıyor, gözü dönmüş bir öfke, kin ve nefretle her yere ve her şeye karşı bir saldırı başlatıldı.
Bunların intikam yargılamaları da, öncekiler gibi milletin vicdanını sızlatacak, kanatacak ve yıllarca unutulmayacaktır. Mahkum ettikleri insanlar milli vicdanda aklanacak ve tarihe mahkum edenler mahkum olarak geçecektir. Dilerim olmaz ve bu vahşet ebediyen sürüp gitmez, ama sanıyorum ben istemesem de bir gün bunun hesabını sormak için yanıp tutuşanlar olacaktır.
Bu durum da ülkenin tüm enerjisini iç mücadelelerle tüketmesine, sen ben kavgalarının sürüp gitmesine neden olacaktır. Ayrıca bugün bu vahşet tablosuyla milli vicdanda mahkum olanlar, yargılanıp mahkum olunca, en azından milli vicdanın yine bir bölümü sızlayacak kanayacak ve kutuplaşmayı kemikleştirecektir.
Bu dava gizli tanıklar ispatlanamayan iddialar ve savunmaya uygulanan baskı ve tehditler altında cumhuriyet tarihinin en ilkel, en ilkesiz salt intikam amaçlı, sadece davacıların mutlu olmasına hizmet etmiş ama devri sabık yaratılmıştır. Sıkıyönetim mahkemelerinde bile görülmemiş bir haksızlık ve adaletsizlik abidesi olarak tarihe geçecektir.
27 Mayıs yargılamalarının ülkeyi nasıl böldüğü fark edildikten sonra, özellikle de 12 Eylül olayları da yaşandıktan sonra, bir daha devri sabık yaratılmamasına gayret gösterilmişti. Bu yüzden 28 Şubat post modern bir darbe olarak nitelendi.
Ama şimdi yine milletin üçte birinin sevinip, üçte ikisinin yas tuttuğu ve intikam duygusu yarattığı bir durum oluşturuldu. Dilerim sorulmaz ve bu ikilik son bulur, ama öyle düşünüyorum ki, milli vicdanın dengelenmesi için bunların hesabı bunlardan sorulacaktır. Ve o da başka yeni hesaplaşmalara yol açacağından Türkiye bu iki tarafının birbirine karşı duyduğu kin ve intikam duygularını durduramadıkça, bunların iç mücadelesi Türkiye’nin gelişmesini engelleyecektir.
Aslında halkın istediği kavgasız gürültüsüz, medeni ilişkiler içinde bir yönetimdir. Ve politikacı da bunu çok iyi bilir, ama mağduru oynayarak halkın duygularını sömürmek ve oyları kemikleştirerek garantiye almak en kesin yöntemdir.
Bu yüzden politikacılar ülkede her şeyin yolunda gittiği zamanlarda ve süt liman ortamlarda bile kavga çıkarmak, fırtınalar yaratmak konusunda yeteneklidir ve hiç tereddütsüz toplumu germekten çekinmez. Karşıya saldırıp, aşağılayıp karalarken bile bunu bir savunmaya dönüştürerek mağduru oynar.
Ve çoğu zaman da halkı kandırmayı başarır. Çünkü ülkenin en mağduru, hatta devlet zulmü altında ezileni halktır. Bu yüzden halkın mağdura karşı yüreği yufkadır.
Bir gurup politikacı da vardır ki, onlar bu halkı kandırma ve göz boyama numaralarını ifşa eder. Kimsenin bunlara kanmamasını, bu tuzaklara düşmemesini açıklar. Ama bunu ağlayarak değil meydan okuyarak yapar. Ve yalancının mağduriyet masalına gerçeklik katar. Halk meydan okuyanı sevmez. Yöneten ağırbaşlı ve alçak gönüllü olsun ister.
Sonuçta sefilleri oynayan mağduriyet politikacılarıyla, hep kaybetse de, galibi oynayan mağlubiyet politikacıları ve olmasa da aslında birbirlerinden farkları, hep aynı oyunun bir parçasıdırlar. Gerçeklere dayalı, ama saygılı ve alçak gönüllü bir politikayı halkın anlamayacağını sanırlar.
Çünkü onlara göre Türkiye’nin iki yüzü vardır. Muhafazakar ve modern yüzü… Cumhuriyetçi-saltanatçı yüzü. Ya da kutsal ve gelenekçi-akıl ve bilimci yüzü vs.
Ve politika buna göre yapılmaktadır. Yani iki taraftan birini sahiplenip, karşıya kin ve nefret yaratılmaktadır. Bu yöntem yıllar yılı taraflardan birini sürekli iktidarda, ötekini ana muhalefet olarak yaşatmaktadır. Muhalefet iktidar olmayı düşünmediği sürece bunda bir sakınca da yoktur.
Ama politikacılar hep kazansa da, ülke ve insanı hep kaybetmektedir. Ülke ve insanının çıkarı, politikacının çıkarına işleyen bu ikili yapıyı sonlandırarak, bu iki tarafın ülke ve insan çıkarlarında birleştirilmesidir.
nazmioner@mynet.com