29
Nisan
2025
Salı
ANASAYFA

Türkiye’de büyük kitle muhafazakârdır

Türkiye’de büyük kitle muhafazakâr olduğu için, ülke genelinde bir fikri yamak veya Türkiye’de iktidara sahip olmak için, muhafazakâr kesimlerin desteğini almak zorunluluğu vardır. Onun için muhafazakârları anlamak ve kendinizi onlara doğru ve samimi olarak anlatmanız gerekir. Bunu başardığınız taktirde, akılcı, faydacı ve sağduyulu Türk muhafazakarlığı, sizi geri çevirmez. Sosyal demokrat bir partiye oy da verir, Atatürkçülüğü de ret etmez.

Çünkü Atatürk bize bağımsız bir vatan hediye etti. Ve elbette ki bunu cebinden çıkarıp ya da pazardan alarak hediye etmedi. Aslanın midesinden çıkarıp da hediye etti. Ayrıca 1600'leri yaşayan Türk toplumunu, Kemalizm denilen ve çağının en gelişmiş uzay aracıyla, kısa sürede çağa taşıdı. Ve bir daha çağdan kopmaması, çağı takip etmesi için, her zaman ve her koşulda geçerli, sağlam kurallar koydu. İşte böyle bir insana karşı, vefa duygusundan başka hiç bir duygu taşımaması gereken insanların, ihanete varan davranışları karşısında doğrusu üzüntüye kapılmamak olanaksızdır.

Fakat her şeyini Atatürk'e borçlu olan Türk milletinin ne yazık ki, % 10-15'lik bir bölümü, Atatürkçülüğü sahiplenip, Atatürk'ü putlaştırıp tabulaştırmaya çalışırken, milletin genelinden soyutlamaya ve 1923- 1933 aralığına sıkıştırmaya çalışmaktadır. Ve ayrıca %60 civarındaki muhafazakâr vatandaşımızı da Atatürkçülüğün sınırları dışına atmaktadır. Diğer % 10 kadar bir bölüm ise, Atatürk’ün yarattığı mucizeyi görmezlikten geldiği gibi, Atatürk’ün zarar verdiğini bile düşünecek kadar gaflet içinde ya da çıkarının peşindedir.

Halkın % 60’ını durduk yerde olur olmaz Atatürkçüyüm demek ihtiyacı hissetmediği için Atatürk karşıtı sayarak, %20’sini Atatürkçülüğü benimki gibi kutsal ve kalıplara dökük değil diye dışlayarak, birlikte bulunduğun %20lik kesinden de, herkesin Atatürkçülüğünde her an için bir noksan arayarak Atatürkçü olmanın zararı, bence Atatürk karşıtlığından daha fazladır.

Olaya böyle söylemler, biçimler ve ayrıntılar açısından yaklaşmak Atatürkçülüğü küçültmüş alanını daraltmış, saygınlığını yitirmesine ve böylesi hastalıklı bir Atatürkçülük anlayışına karşı, kalabalık halk kesimlerinde bir soğuma belirmiştir. Aslında bu soğuma ve uzaklaşma Atatürk’e karşı olmayıp, bu tür Atatürkçülük anlayışına karşıdır.

Çünkü Atatürkçülük bir yaşam biçimidir, söylemle Atatürkçü olunmaz. Akıla, bilime ve çağa uygun bir yaşam tarzını benimseyen herkes, hayata sevgi ve hoşgörüyle bakabilen herkes muhafazakâr, dindar veya ateist de olsa, sağcı da olsa, solcu da olsa Atatürkçüdür. Çünkü Atatürkçülük bir dernek, bir siyasi parti veya bir fikir kulübü değil, bir yaşam biçimidir.

Zaten genel bir kuraldır ki, sevgi, iyi, güzel, doğru kendini açıkça ortaya koyar. Onun için bir insan, “Ben iyiyim, dürüstüm” derse, ben onun dürüstlüğünden şüpheye düşerim. Aynı şekilde “Milliyetçiyim” diyenin milliyetçiliğinden, “Atatürkçüyüm” diyenin Atatürkçülüğünden de şüpheye düşerim. Çünkü bunlar söylem değil eylemdir ve eylemlerle ortaya çıkar. Durduk yerde söyleniyorsa, ya bir çıkar ya da birilerini dışlama, aşağılama söz konusudur.

Oysa defalarca belirttiğim gibi Atatürkçülük, insanları dışlamak değil kucaklamak, uzaklaştırmak değil yaklaştırmak, öfke değil hoşgörü, nefret değil sevgidir. Bu yüzden ADD ve CHP alanlarını genişletmek istiyorlarsa, dışladıkları muhafazakâr kesimlerin ve 2. cumhuriyetçilerin kazanılmasına ihtiyaç vardır.

Aslında bizim muhafazakâr vatandaşlarımız tutucu, bağnaz ve fanatik değildir. Akılcı ve sağduyuludur. Şekilden çok özden yanadır. Akla bilime ve çağa uygun olanı, bir şartla çok kolay benimser. O da söyleyenin samimiyetidir.

Bu yüzden CHP’nin muhafazakâr kesimlerin oylarını alabilmesi ve ADD’nin Atatürkçülüğün alanını genişleterek, Türkiye geneline yayabilmesi için önce kendilerinin, Atatürk ve cumhuriyetle ilgili düşüncelerini güncellemeleri, bu değerleri tekellerinden çıkarıp, tüm halkın ortak değeri haline getirmeleri gerektiğine inanıyorum.

Bunu gerçekleştirebilmek için de, Kemalizm ile Atatürkçülüğü ayrı tutmaları, demokrasiyi birinci değer kabul etmeleri ve Tarihi kendi zamanı içinde doğru değerlendirmeleri gerekmektedir.

Yani geçmişin yanlış ve doğruları değerlendirilip, günümüzde yararlanılabilecek sonuçlar çıkarılırken, bu durum bugün yaşayan toplum kesimlerinden kiminin hainliğine, kiminin kahramanlığına yorularak, ders yerine ters sonuçlarla kamplaşmalara, kutuplaşmalara neden olmamalıdır.

TARİHİ ANLAMAK

Dünyada başka hiçbir bilim yoktur ki, Tarih kadar kolay yorumlanıp açıklanabilsin. Ve dünyada hiçbir bilgi yoktur ki, tarih kadar kolay kavranıp anlaşılabilsin. Öyle ki, yalnızca okuma yazma bilen birisi dahi tarihi bir metni okuduğu zaman anlayabilir. Hatta okuma yazması olmasa bile, okunan bir tarih metininden sonuca varabilir.

Bu yüzden eğitim alanı ve mesleği ne olursa olsun herkes tarih okuyarak tarihçi olabilir. Hatta okuduklarından tarihle ilgili makaleler yazabilir. Hatta dünyada bir bakıma tarihle uğraşanların çoğu tarih dışı mesleklerdedir.

Fakat sıkı durun şimdi, size aynı konuda bir şey daha söyleyeceğim. Dünyada hiçbir bilim yoktur ki, tarih kadar zor yorumlanıp açıklanabilsin. Ve yine dünyada hiçbir bilgi yoktur ki, tarih kadar zor kavranıp anlaşılabilsin. O kolayca anlaşılan tarih bilgileri çoğu zaman, Kurtuluş Savaşını ve 1923’ü, 2013’ten görüp anlamamız gibi, yanlış bir anlayıştır.

Neden derseniz bunun pek çok nedeni vardır. Bir kere Tarihin matematik bilimi gibi formülleri, fizik gibi kanunları yoktur. Yani pozitif bir bilim değil sosyal bilimdir. Gerçi sosyal bilimlerin de kendine göre yöntem ve metotları olsa da, pozitif bilimler kadar kesin ve net sonuçlara ulaşılamaz. Ama sizin okuduğunuz metin, kesin ve net bir bilgi gibi yazıldığından siz onu kolayca anlayıp, doğru zannedebilirsiniz.

En önemlisi de zaman ve mekân farkıdır. Örneğin MÖ 1285’te Hititlerle Mısır arasında imzalanan Kadeş antlaşmasını bugünkü Türkiye’de okuyup anlayabilirsiniz. Ama anladığınız ne kadar doğru bir bilgidir bu kesin değildir. Çünkü Mısır Tarihini anlamak için yeri, yani Mısır coğrafyasını ve zamanı, yani MÖ 1285’li yılların koşullarını da bilmek gerekir.

Hatta bırakın bu denli eskiye ve uzağa gitmeyi, henüz üzerinden daha yüz sene bile geçmeyen Kurtuluş Savaşımızı tam olarak anlayarak gerçekçi bir zemine oturtamadığımız için hala birbirimizi hain ilan edebiliyoruz. Örneğin önceleri devlete bağlılık vatandaşlık açısından en büyük bir değer sayılırken ve devlete başkaldıran asi sayılırken, Kurtuluş Savaşında devlete bağlı kalanlar asi ve hain, karşı çıkanlar kahraman sayılmıştır. Kurtuluş Savaşı başarılamasaydı bu kez onlar asi ve hain sayılacaktı.

Gerçi bugün siz aradaki farkı görerek, o zamanki insanların da, bu farkı fark ederek doğru yerde durmaları gerekirdi diyebilirsiniz. Fakat o zaman o farkı görebilenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu. Ya da o farkı fark edebilmek için M. Kemal olmak gerekiyordu.

Yine tarihi doğru anlamanın zorluklarından birisi de, pek çok olayın belgesi yoktur. Belgesi olanın eksikleri olabilir veya belgenin ne kadar tarafsız ve güvenilir olduğu belli değildir. Çünkü belgede belirtilen görüşler kişiseldir. Olay kişiselleştiği anda, bugün hepimizin gözleri önünde gerçekleşen olaylarla ilgili olarak bile yüz çeşit görüş ve düşünce ileri sürülebilmektedir. Geleceğin tarihçisi bu düşüncelerden kendine göre ortak bir sonuç çıkarmaya çalışacaktır. Hatta bu yüzden tarih için, tarihte yalnızca tarihler doğrudur diyenler bile vardır.

Yani İstanbul 29 Mayıs 1453 günü alınmıştır. Bu doğru bir bilgidir. Ama gemiler gerçekten karadan yüzmüş müdür? Ulubatlı Hasan diye birisi gerçekten var mıdır, yoksa hayali midir? Fatih İstanbul’u yağmalattırmış mıdır? Ve daha fetihle ilgili bilgilerin ne kadarı doğru, ne kadarı yanlıştır? Bunları bilemeyiz. Ama tarihi yazan kişi kendisine göre kaynaklardan, efsane ve söylencelerden topladığı tüm bilgileri yorumlayarak size bir İstanbul fethi yazar. Sizin okuduğunuz zaman anladığınız şey budur. Bu ne kadar doğrudur bilinmez ama 1453 tarihi doğrudur.

Tabii ki, olaya bu denli olumsuz bakmak da doğru değildir. Elbette ki tarihte, tarihlerin dışında doğru olan çok şey de vardır. Ama bunları doğru anlamak çok zordur. Bunun en güzel yöntemi, okuduğunuz tarih olay ve bilgisine dışarıdan ve bu günün penceresinden bakmayıp, olayın içine girmenizdir. Yani kendinizi olayın geçtiği zaman ve mekânda, o günün insanının yerine koyabilmenizdir.

nazmioner@mynet.com

 

 

 

 

 

Yayın Tarihi : 19 Nisan 2013 Cuma 17:11:51


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
Teoman Törün IP: 85.103.76.xxx Tarih : 20.04.2013 17:55:57

Nezih ifadelerinin hayranı olduğum Nazmi Hoca "plüralizm-çoğulculuğu" sindirebilirsek toplumsal barışta yol alırız demek istiyor. Mantık ve bilgi yüklü bu yazısında da elbette haklı. Benim de bir ara işaret ettiğim üzere tüm toplumsal bilimler gibi ucu bucağı bulunmayan tarihdeki olguların tahlili de son derece güç. Örnek verdikleri "Kadeş Andlaşması" gerçekden bugün lâfzî olarak çok iyi okunup anlaşılabiliyor ama arka planındaki olay ve olgular kümesi derinliğine araştırılıp bilinmedikçe dayanakları ve amacı anlaşılamaz. Kadeş Andlaşmasının dili bugün çok iyi anlaşılıyor. Ancak bugünün Türkçesi ile yazdığı hâlde ne istediği hiç anlaşılamayan bu "Hikâyeci bana tanıdık gibi geldi.   


Yılmaz Ergüvenç IP: 88.240.116.xxx Tarih : 21.04.2013 17:33:36

Yazılarınızdan çok yararlanıyorum. Elbette ki okul müfredatı tarih derslerinde bilim değil, bilgi verilmesi esastır. Çünkü okul, yapı, zemin, zaman açısından akademik bir çevre değildir. Bilim, yöntem, gözlem, denek gerektirir; yine de kuşku içerir. Yanılmıyorsam İngilizce ''science'' sözcüğü içinde bilim ve fen birlikteliği vardır.Bizdeki ''bilim'' sözcüğü Arapça ''ilm''in karşılığı mıdır? Şüpheliyim. Sosyal bilimlere, bilimsel araştırmaların tümünü kapsamadığı için ''soft science'' denmiştir. Her halde tarih bilimi de bu tanım içine girer. Einstein'dan bir anekdot: Adam saate bakıyor, minesini, akrep ve yelkovanını, saniye göstergesini görüyor. Tiktaklarını işitiyor. Ama bir türlü saatin içini açamıyor. Saatin içini, gözlemlediği işletme düzenine göre, akıl ve zekâsı ile hayal ediyor. Bir takım kararlara varıyor. Ne var ki saati işleten mekanizmayı tam anlamıyla çözemiyor. Mimarlığın bilim olmadığını kesin biliyorum; tarih bilimini de saat örneğindeki gibi anlıyorum. Ne olur sürçü lisan ettiysem hoş görün.  


Hikayeci (1) IP: 95.15.104.xxx Tarih : 19.04.2013 19:45:14

Delinin birini tımarhaneye atmışlar; rahatsızlığı ise "kendini buğday zannedip tavuklar tarafından yem olmakmış" ! Uzunca süren tedavisinin sonucunda  kendisinin 'buğday olmadığına' hükmetmesi sağlanmış ama,  tam taburcu olacağı sırada, hastanin başhekimine şunları söylemiş: "- ben kendimin buğday olmadığımı kabullenerek sıhhatime kavuştum ! ; fakat karşılaşacağım tavuklar benim buğday olmadığımı nasıl bilebilecekler ? !"