2-MİLLİYETÇİLİĞİMİZİN NEDENİ
Türkiye’de tüm kavgaların çatışmaların, kurnazlıkların, hedef saptırmaların ve komplo teorilerinin, tek ve yegâne amacı, sürekli pislik üretmekte olan mevcut sistemin sürdürülmesi mücadelesidir. Çünkü mevcut düzene göre oluşmuş, hortumlama yöntemleri geliştirilmiştir. Ve bu hortumlardan beslenenler, geçen 85 yıl içinde sistemi tamamen ele geçirmiş ve örgütlenmesini buna göre yapılandırmış olup, sisteme uygun özel çıkar sistemleri oluşturmuşlardır.
Çünkü devlet geleneğimizde en belirgin özelliklerimizin başında hırsızlık gelmektedir. Osmanlıda asılan kırktan fazla başbakanın yarıdan fazlası, devleti soymak suçundan asılmıştır. Hatta öylesine ilginç örnekler vardır ki, hırsızlık nedeniyle asılan bir başbakanın yerine getirilen eskisinden daha hırsız çıktığı için, yılını doldurmadan asılanlar vardır.
Bu hırsızlık düzeni sürsün diye, bu yüzden derin devlete, bu yüzden ilkel anayasalara, bu yüzden baskıcı ve otoriter sistemlere, sahip çıkılır. Ve yine bu yüzden AB kriterlerine ve çağdaşlaşmaya, bu yüzden demokrasi ve insan haklarına, bu yüzden reformlara karşı çıkılır. Akıl ve bilimden uzak durulur.
Maalesef bu durum, tarih boyunca kurulan Türk devletlerinin kaderi gibidir. Bir Türk devleti kurulur. Kuruluşta kurucular ve tüm millet, hiçbir çıkar ve fayda gözetmeksizin, tam bir özveri ile tüm yaşamını devlete adar. Hızlı bir kuruluşu, efsanevi bir şahlanış dönemi izler. Fakat bir sonraki nesil, bu durumu ranta çevirdi mi bir kere, bir daha aslına döndürülemez, değiştirilemez. Değişim ancak, devleti yıkıp yeniden kurmaktan geçer. Başka türlü değişim ve dönüşümü beceremeyiz.
Bu yüzden dünyada kurduğu devlet sayısıyla ön sıralarda yer alan Türk milleti, kurduğu devleti en çok yıkan, ya da Osmanlı hariç uzun süre ayakta tutamayan bir millet olarak da ön sıralarda yer almaktadır. Ama çok devlet kurmakla öğünürken, gerekli değişimleri sağlayıp da, devleti yaşatamayışımızdan kimse söz etmemektedir.
Demokrasi, insan hakları, sosyal devlet ve hukuk devleti olma açısından oldukça düşük nitelikli cumhuriyetimiz de, dünyada eşi benzeri az görülebilecek bir kurtuluş savaşından sonra kurulmuş ve Atatürk döneminde şahlanışını yaşadıktan sonra, kazanımlar belli çevrelerce ranta dönüşmeye başlayınca TC’nin ortaçağı başlamıştır. Atatürk’ten sonra bu sistemden beslenenlerin örgütlenmelerine, beslenip semirmelerine, mafyalaşıp çeteleşmelerine, gerekli ortam hazırlamış ve laiklik de bu alanlarda bir engellemede bulunamamış, daha doğrusu bunlar, laikliğin ilgi alanının dışında kalmıştır.
Bu yüzden bu sistemin savunucuları, içi boşaltılmış bir cumhuriyetin yalnızca laiklik alanını, 1923- 1933 arası dayatmalar dönemini benimseyerek, Atatürkçülüğü Kemalizm’e indirgeyerek, cumhuriyeti ve Atatürk’ü de sahiplenebilmektedirler. Cumhuriyetin içinin, akıl ve bilim temelinde, millet egemenliği (demokrasi) ve insan hakları, hukuk devleti ve çağdaş değerlerle doldurulmasına karşı çıkmaktadırlar.
İttihatçı geleneklere, restleşmelere, hamaset ve şovenizme başvurarak, uzlaşmaya yanaşmamaktadırlar. Uzlaşmayı teslimiyetçilik, çağdaşlaşmayı Avrupa Birliğinin dayatması ve Sevr’i hortlatma, demokrasi ve insan haklarını: ülkeyi bölüp parçalamak için dayatılan bağımsızlığımıza müdahale olarak değerlendirmektedirler.
Çünkü bu çağdaş ve demokratik değerler, pislik sisteminden beslenenlerin çanına ot tıkayacak; demokratik sistemde istedikleri gibi at oynatamayacaklardır. AB standartlarındaki demokrasilerde derin devlet de barınamayacaktır. İhale mafyaları ve devletten geçinmecilik sona erecektir.
Ta Osmanlının derinliklerine kadar uzanan bu kavga hep aynı kavgadır. Atatürk Devrimlerine karşı verilen kavga da, 1961 Anayasasına karşı verilen mücadelenin amacı da, 1978 de AET üyeliğinin reddinden, Şeriat, laiklik ve türban tartışmalarına kadar tüm kavgaların nedeni, çağdaş sistemlere karşı çıkarak, eskisini sürdürmek isteğidir.
Öte yandan demokrasi ve çağdaş değerleri savunduğunu söyleyen, fakat radikal dincilik ve laiklik karşıtlığıyla suçlanan hükümet de, çıkıp halkın karşısına: “Demokrasi ve çağdaşlık taleplerim kadar laikliği de istiyorum” diyememektedir. Devlet kademelerini İmam-hatiplilerle doldurmaya devam etmektedir. Kendinden öncekiler gibi, ilgi alanına en çok ihaleler girmektedir.
24 Mayıs 2008 Tarihli milliyette Melih Aşık’ın köşesinde şöyle bir ihale eleştirisi vardı.
“Kasım 2005’te Türk Telekom’un yüzde 55’i, Oger Telecom’a 6.6 milyar dolara satıldı. İki ay sonra da kurumlar vergisi yüzde 30’dan yüzde 20’ye indirildi. Bu indirim iki ay önce açıklansaydı, TT’nin değeri iki milyar dolar artmış olacaktı.
CHP Milletvekili Osman Coşkunoğlu: “Sağlam kaynakların söylemesine göre bu iki milyar, AKP ile Hariri ailesi arasında paylaşıldı;” diyor.
Doğrudur, yanlıştır; ama bu tür söylemler ve kuşkular geçmişimizde hep vardır. Ve devlet en büyük müşteri ve en büyük üreticiyse, ihaleler her zaman iştah kabartacak ve iktidar olmanın yegâne amacı olacaktır. Sistem yozlaştırılıp, kapkaç ön plana çıkarken, pislikler, milliyetçilik perdesiyle kapatılmaya çalışılacaktır.
Bu çıkar sistemine, “Nisan 2007 Tarihi” adlı dosyamda şöyle değinmişim.
“Sistem 12 Eylül 1980 ihtilaliyle temelli yerleşmiştir. Atatürk ve cumhuriyet değerleri 12 Eylül’de dile düşürülerek, bir maske haline getirilerek, değersizleştirilerek, yerine din ve milliyet tohumları ekildi.
Zamanın cumhurbaşkanı Atatürk övgülerinin arasında: “Ben imam çocuğuyum” cümlelerini yerleştirdikçe, camilerde ve yasal ortamlarda yürütülen kuran kursları, vakıfların gözden uzak lüks kamplarında, yurtlarında, bazı partilerin, grupların, cemaatlerin geleceğe yönelik fedai yetiştirme merkezlerine dönüştü. Sonra araya bir biçimde Hizbullah da eklendi.
Bu gün AKP karşıtı olan çevreler, o günlerde bu durumu görmezden geldiler. Çünkü din, dinci partiler kadar, ona karşı görünen partiler için de istismar konusuydu. Eğer AKP İran’a gitme numaraları yapsa, karşıtları da onun yolunu kesme numaraları yapacak, gül gibi geçinip gideceklerdi. Ama AKP rotayı AB’ye çevirince her şey değişti.
Atatürk’ün bir maske olarak kullanılmasının nelere mal olabileceği görüldüğü halde; 2004’lerde yeni maske arayışlarıyla, bayrak, bağımsızlık, yabancı düşmanlığı ve milli değerler kullanıldı. Cumhuriyet: milliyetçilik üzerinde yükselmeye başladı. Artık bilim, akıl ve Atatürk, geride bırakılmış halledilmişti. Şimdi milliyetçilik ve din eksenli, iki akıl ve bilimdışı kavram üzerinde yürümemiz önerilmekteydi.
Bütün bunlar göstermektedir ki; Atatürk sonrasında ülke çok kötü yönetilmiş ve her şey tamamen ranta çevrilmiştir. Yönetenler, gerçek anlamda devleti, milleti ve ülkeyi hiç düşünmemiş, salt çıkarlarını kollamışlardır.
Yönetenler çıkarları için, egemen oldukları devleti, kendilerinden yana olan milleti ve sömürdükleri ülkeyi çok sevmişler, bayrak yapmışlar, yüceltmiş kutsallaştırmışlardır. Çıkarlarına ters düşen devlet anlayışını ise vatan hainliği, millet anlayışını bölücülük olarak nitelendirmişlerdir. Çünkü devlet bir kurumlar sistemidir ve tüm kurum ve kuruluşların amacı, devlete hizmet etmek, devleti ayakta tutmak içindir. Devleti ileri götürmek ve bu hizmeti nemalandırarak, fazlasıyla insana, vatandaşa döndürmektir. Ama böyle bir şey akıl, bilim ve hukuk ortamında gelişir.
Türkiye’de ise tüm kurum ve kuruluşlara çoğu insanlar önce karnını doyurmak için gelir. Sonra da fırsat buldukça götürmeyi düşünür. Götürdükçe de milliyetçi, devletçi kesilir. Devleti savunmak zorundadır. Çünkü devlet onun, sağmal ineğidir.
Çünkü aklın yerini kurnazlık (Çete, çıkar, taraftar), hukukun yerini, çıkara endeksli din ve töre, bilimin yerini bağnaz duygular almıştır. Çünkü şark kültürünün damgası vardır. Ayrıca bunları yapanlar memleketin hakiki sahipleridir! Ölümüne milliyetçidir… Kendileri için bir şey yapıyorsa namerttir(!)
Onlara göre vatan her an için, içten ve dıştan tehlikelerle çevrilidir. Tüm dünyada altı milyar insanın tamamı, işini gücünü bırakmış, "Türkiye’ye nasıl bir kötülük yapsak" diye düşünmektedir. Vatanı, milleti, devleti koruyanlar, kendilerini işte bu tehlikelere siper etmektedir. Bu yüzden kendilerine destek olmayanlar: hain, bölücü ve dış güçlerin işbirlikçisidir. Ya da laiklik ve cumhuriyet karşıtı radikal dincidir.
Devlette görevli olduğu halde, götürme mevkiinde olmayanlar, götürmeyi kişiliğiyle bağdaştıramayanlar, Devlet görevlisi olmayanlar ve devletle iş yapmayan, sıradan vatandaşlar, vergi ödeyen insanlar, milliyetçiliği şüpheli insanlardır. Çünkü ikide bir, yaptıkları işin karşılığını alamamaktan, ödedikleri vergiden, sistemin pislikten başka bir şey üretemediğinden yakınırlar. Bu basit ve sıradan insanlar, “Vatan için her şeyim feda olsun” diyemez; ödediği üç-beş kuruş verginin lafını ederler. Bazen bu tür vatandaşlardan bazılarını öldürse çeteler, yargının davayı ciddiye almaması, savsaklaması, hasıraltı yapıp zamanaşımına bırakmasını, devletin selameti için doğal karşılamak gerekir.
Şark kültürünün ve sistemin temel direği gerilim ve çatışma, insanları cinslere, ırklara bölme, ideolojiler üzerinden siyaset yapma, bir gün savunduğuna ertesi gün karşı çıkma, hepsi de milliyetçilikten beslenir.” (Nisan 2007 Tarihi’nden)
Ve bu gün Türkiye’de milliyetçiliğin geldiği nokta tehlike sınırlarının ötesine geçmiştir. Birkaç yıl önceye dayanan bu tespitim, bugün artık patlama noktasındadır. İlk provası Akdeniz üniversitesinde korkunç görüntüler ve pek çok soru işaretleri ve şüphelerin gölgesinde yapılmış olup, bir ay kadar sonra Adapazarı’nda izin alınarak yapılan bir toplantının basılmasıyla tehlike kendini açıkça ortaya koymuştur. Ve bu kez, direkt bir iç savaşın hedeflenmiş olduğu görülmektedir. Bu durum Türkiye’nin bir dünya savaşına katılmasından çok daha korkunç ve tehlikelidir.
Günümüzde milliyetçilik, her ne kadar insanlık alemi ve tüm dünya için en büyük tehdidi oluştursa da, şu andaki Türkiye üzerindeki tehdit bu ortalamanın çok üstündedir. Çünkü ülkemizde milliyetçilik, hiçbir risk hesabı yapılmadan, en küçük çıkarlar için bile en vahşi biçimde kullanılmaktadır. Ama bu durum gaz kaçağı gibidir. Kibrit çakılmadan fark edilmez. Milliyetçiliğin yarattığı nefret ortamında, kendisiyle, insanlarla, yaşamla barışık olmayan birileri, elinde bir kibrit beklemekte olabilir. Artık durup düşünmek ve tehlikeyi fark etmek gerekir. Küçük hesaplarla vara yoğa gaz verip durmaktan vazgeçilmeli, gaz kesilmelidir.
MİLLİYETÇİLİK DÜŞMANLIK DEĞİL SEVGİ
Milliyetçilik, değildir sevmek
Millet denilen sanal bir kavramı
Milliyetçilik sevmektir ananı babanı
Sevmektir aileni, çocuklarını
Sevmek doğayı ve tüm yaratılanı
Milliyetçilik saygı duymak selam vermek
Sevmek milliyetçilik komşularını
Sevmek sokağındaki insanları
Kardeşlik bağı sayabilmektir
Milliyetçilik, vatandaşlık bağını
Derim ki:
Gerçekleri görelim ve kendimizle yüzleşelim
Yüzleşelim ki yolumuzun yol olmadığını bilelim
Gerçek dine, gerçek Atatürk’e, gerçek sevgiye dönelim
Bizimkisi yurt-millet sevgisi değil, paranoyadır bilelim.
“Kültüre Eleştirel Bakış” tan.