30
Nisan
2025
Çarşamba
KİTAP

Gezmeyi sevmeyen bir gezgin

‘Paris, Frankfurt... Yahut Hiç!’te Ahmet Haşim’in tüm gezi yazıları ilk defa bir arada. Haşim her şeyden önce bir şair ve sağlığı nasıl olursa olsun, dünyaya ne şekilde bakarsa baksın, bir şiir gibi yazmış yazılarını. Haşim’in gezi yazıları da bir şiirin ancak bir araya geldiklerinde anlamlı olan imgeleri gibi

Bana seyahati ilaç gibi tavsiye ettiler. Üç aydan beri Avrupa’nın görmediğim şehri kalmadı. Berlin’de midem bozuldu, Paris’te nezle oldum, Hollanda’da romatizmaya tutuldum. Her yerde ancak yabancılığımı daha fazla hissettim. Nevrasteni ileri bir şekle girdi. İşte seyahatten istifadem. Seyahatim boş bir şeymiş. Şimdi bu ümit ve teselliyi de kaybetmiş olarak, memleketime, yani hüznüme ve yalnızlığıma dönüyorum. Mustaribim, mustaribim, her zamandan daha fazla mustarip.”
Gezilerini kaleme almış, gezi edebiyatı türüne eser kazandırmış edebiyatçıların pek çoğundan farklı olarak, Ahmet Haşim gezmeyi sevmeyen biri. Yukarıdaki alıntıda 1929 yılında çıktığı Paris gezisinden dönüşte, trende karşılaştığı emekli bir Portekiz zabitini konuşturuyor ama bu düşünceler pekâlâ kendi düşünceleriymiş gibi geldi bana. Notos Kitap’tan çıkan Paris, Frankfurt... Yahut Hiç!’te toplanan tüm yazıları okuduktan sonra insanın bu kanaate varması işten bile değil. Daha yola çıkarken, gezi notlarının ilk satırlarını kaleme alırken oldukça kasvetli, karanlık bir tablo çiziyor çünkü Haşim. 1928’de Paris ve 1932’de yaptığı Frankfurt gezisinin ilk satırları bu açıdan bir bütünlük arz ediyor neredeyse:
“Durup dururken sevgili âdetlerimden, kitaplarımdan, dostlarımdan, yatağımdan, geceliğimden, terliklerimden ayrılıp bir deniz seferinin zorunlu arkadaşlıklarına, alışılmamış yemeklerine, iç sıkıntılarına, rahatsızlıklarına, endişelerine, bile bile kendini katlandırmak, benim gibi kırk iki yaşının faziletine ermiş olan bezgin ve tembel bir adamın kolay kolay yapacağı bir hata değildi. Bu hatayı biraz başka bir hava almaya ve dinlenmeğe ihtiyacım olduğunu zannettiğim için yaptım.” (1928 Paris)
“Bu bir hastanın yol notları, rüzgârlı, karanlık bir sonbahar gecesiyle başlar.
“İstanbul’un denizini sinirli, ufuklarını mürekkep gibi siyah ve Üsküdar taraflarının göklerini uzak bir yangının hafif kırmızılıklarına boyanmış bıraktım. Onun için zifiri bir karanlıkta tren Sirkeci’den ayrılırken sinirlerim iyi değildi.” (1932 Frankfurt)
Haşim’in hayatı ve eserleri incelendiğinde -özellikle yakın dostu Abdülhak Şinasi’nin yazdıkları ve Beşir Ayvazoğlu’nun Ömrüm Benim Bir Ateşti adlı kitabı- bu negatif yaklaşımın, bu olanın bitenin dışında, biraz alaycı, biraz kırgın ve karamsar bakışın şairin gezi yazıları ile sınırlı olmadığı görülüyor. Ayrıca bu üç geziye çıkmasını gerektiren ihtiyaçlar da rol oynamış olmalı böyle bir tablonun oluşmasında. Şairin, ya ruhsal bir buhran, bir kaçma isteğiyle yahut gittikçe kötüleşen sağlığını düzeltmek umuduyla yaptığı geziler çünkü bunlar. Ve geziye çıkan, hatta zorunlu olduğu için yollara düşen hasta bir adamın gözleri ile bakmış dünyaya Haşim.

Şiir ve gezi yazısı


Ancak Haşim her şeyden önce bir şair ve sağlığı nasıl olursa olsun, dünyaya ne şekilde bakarsa baksın, bir şair gibi görmüş, bir şiir gibi yazmış. Gezi yazıları da bir şiirin ancak bir araya geldiklerinde anlamlı olan imgeleri gibi. Dile getirilmesi zor bir histen, küçücük bir esinlenişten yola çıkıyor her biri. 1926 tarihli Piyale kitabına yazdığı ‘Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar’ başlıklı önsözde de belirttiği üzere, anlam ve açıklık peşinde koşmuyor Haşim, ne şiirinde, ne yazılarında... Her ne kadar adı geçen yazısında şiir ile düzyazıyı birbirine karşıt konumlandırıyorsa da Frankfurt Seyahatnamesi’nin ‘Harikulade’ girişinde gezi yazısı ile şiiri birbirine benzetmekten geri kalmıyor. Paris, Frankfurt... Yahut Hiç!’e yazdığı önsözde Serdar Soydan’ın da belirttiği ve alıntıladığı gibi, “Nasıl ki ‘yeni hayaller yaratıcı’ şair, alelade şeyleri bir araya getirip harikuladeyi ortaya çıkarıyorsa, gezgin de aynı şekilde, tamamen yabancısı olduğu bir çevrede, bilmeden, çoğunlukla anlamadan, daima uydurukçu bir gözün hayretiyle bakar ve yazar. İşte bu yüzden, Evliya Çelebi’nin eski Türkiye’si, Comte de Gobineau’nun Afgan’ı ve İran’ı, Pierre Loti’nin İstanbul’u, Paul Morand’ın New York’u ancak seyyah gözünün yoktan yaratıp görebileceği birer harikulade hayaldir.”
Böyle bir anlayışla kaleme aldığı için belki de, gezi edebiyatından çoğunlukla beklenildiği gibi, bir şehri, bir ülkeyi ayan beyan gözümüzde canlandırabileceğimiz denli tasvir etmiyor asla Haşim. Belki okuyucuların en çok merak ettikleri, edecekleri noktaları aydınlatmıyor. Çünkü ne şiiri, ne de şiire benzettiği gezi yazılarında, anlamın, açıklığın peşinde. Çünkü şair ne gerçeğin habercisi, ne de savunucusu... Bir şiirin imgeleri gibi arka arkaya getiriyor gezi izlenimlerini sadece. Sonuçta ortaya çıkan, tasvir etmekten ziyade duyumsatan, tahmin ettiren, hayal gücünü çalıştıran bir bütün.

Ahmet Haşim’in hayvanları


Haşim’in gezi yazılarında dikkati çeken bir diğer nokta ise şairin hayvanlarla olan ilişkisi. 1928 yılında Paris’e gider gitmez ilk işi hayvanat bahçesine gitmek oluyor. Ruh haline bağlı olarak üzgün, yorgun, umutsuz, ısınmak için birbirine sokulmuş, utanç içinde kendilerini izleyenlere sırtlarını dönmüş, hıçkıran, çığlık atan hayvanlar görüyor. Tahammül edilmez bir hal alıyor bir süre sonra şairin gördükleri, ve artık bakmamaya çalışarak hızla ilerliyor çıkış kapısına doğru. Öyle ki bahçenin Seine Nehri tarafına açılan kapısından çıkmadan evvel, heykeltıraş Fromier’nin bir ayı yavrusu avcısıyla iri bir ayı annesinin kanlı kucaklaşmasını temsil eden tuncu önünde durup esir ve gurbette olan tüm o hayvanların şifasız ıstırabından akan zehirle dolan ruhunu serbest canavarın zalim insan üzerindeki zaferini gösteren bu trajik şaheseri seyretmekle bir parça ferahlatıyor Ahmet Haşim.
1929’de Paris’e giderken sekiz gün kaldığı İtalya’da dillerini bilmediği İtalyanların konuşmalarını at kişnemesine, çaylak ıslığına benzetiyor. Dahası dillerini bilmediği bu insanlara derdini anlatmak için garip sesler çıkarıyor ya da işaret dili kullanıyor. Bir süre sonra ise, “O kadar ilkelleşmiştim ki, bana bir şey söylemek isteyenler, bir hayvana dert anlatmak için yapılan sesleri ve işaretleri kullanıyorlardı. Sanki insandan kediye dönüşmüştüm,” demekten alamıyor kendini.
Frankfurt Seyahatnamesi’nde ise, kendisini yalnız ve çaresiz hisseden hasta adamın, yağmurlu kasvetli sokaklarda düşüp kalmak ve dillerini bilmediği insanlara acısını, meramını anlatamamak korkusu ile, hayvanat bahçesine koştuğunu görüyoruz. Hasta adam, “bu gurbet diyarında, yağmurlu havada, demir kafeslerin arkasında, yaşlı gözlerle kendilerini seyre gelenlere dalgın dalgın bakan dilsiz hayvanlara bir kardeş acısıyla bakardım,” diyor.

Yahut Hiç!


Ahmet Haşim’in tüm gezi yazıları ilk defa bir araya getiriliyor. Bize Göre kitabı içindeki Bir Seyahatin Notları (1928 Paris) ve Frankfurt Seyahatnamesi aslında bugüne kadar beşer altışar defa basılmıştı. (Ki bu denli basılmaları büyük bir şans ve ayrıcalık olsa gerek. Bu kitaplarla birlikte basılmış kitapların çoğu bugün unutulup gitmiş. Ancak yine de her gün yeniden basılsa ve her gün yeniden okunsa diyor insan; tadına doyulmayacak kitaplar ikisi de.) 1929 Paris gezisinin notları ve 1928 gezisinin Bir Seyahatin Notları’na alınmamış parçaları ise daha önce bir kez, Eylül 1991’de Dergah Yayınları tarafından yazarın İkdam gazetesindeki diğer yazıları ile kitaplaşmıştı.
Kitabın arka kapak yazısında da belirtildiği gibi “Ahmet Haşim’in Avrupa’sı, gezi kitaplarından ansiklopedik bilgi ve öneri bekleyenler için gerçekten de “hiç”tir. Oysa bir başkasının gözleri ve ruhu ile dolaşmak, şiirli bir söyleyişin büyüsüne kapılarak benzersiz ayrıntıları, küçücük duyuşları yaşamak isteyenler için paha biçilmez bir fırsattır.” Diğer bir değişle, Paris, Frankfurt... Yahut Hiç! Ahmet Haşim’in tamamını ilk kez bir arada okuyabileceğimiz en güzel ve en uzun şiirlerinden birini okuyucunun beğenisine sunmaktadır.

PARİS, FRANKFURT YAHUT HİÇ!

Ahmet Haşim Notos Kitap 2008 475 sayfa 9.5 YTL.

Milliyet
Yayın Tarihi : 9 Ekim 2008 Perşembe 13:16:47


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?