28
Mayıs
2025
Çarşamba
KİTAP

Güneşin altında yeni bir şey yok

Romantizmle birlikte başlıyor bireysel sıkıntı zira romantizm insanın kendi varlığını fark ettiği bir dönem. Tarih öncesi çağlarda nesnelere, ilk çağlarda tanrılara has bir özellik olan sıkılma, Tanrı ’nın da dünyadan elini çekmesiyle insana iniyor

Kitabı Pandora Kitabevi,’ninn yeni çıkanlar rafında görür görmez hemen aldım; Allahtan yanımda yeteri kadar para vardı. Kitap; Sıkıntı’nın Felsefesi adını taşıyordu ve bir İskandinav tarafından, Lars Fr. H. Svendsen tarafından yazılmıştı. Yazarı hiç tanımıyordum, duymamıştım bile, ama yazları beyaz geceleri yaşayan, kışları kasvetli uzun karanlık günlere mahkûm olan bir iklimin insanı olduğuna göre, sıkıntı hakkında bize söyleyebilecek epey çok ve esaslı düşüncesi olabilirdi. O yüzden hemen alıp okumaya başladım. Hemen şunu söyleyeyim: Sıkıntı üzerine yazılan bir kitap sıkıntıyı derinlemesine, hatta belki de bize gerçekten sıkıntıyı hissettirebilecek bir şekilde yazılabilirdi. Svendsen ise tarihsel bir serimlemeyi çeşitli filozof ve edebiyatçılar üzerinden yapmakla yetinerek konuyu pek de hakkıyla ele alamıyor. Konu muhteşem, ama çok daha esaslı yazılabilirdi. Biraz hafif kalmış. Sıkıntı herhangi bir ‘ilginç’ konu mahiyetine indirgenmiş sanki; bu da açıkçası biraz canımı sıktı.
Ama ne var ki yine de eksiğiyle gediğiyle de olsa okunmayı hak ediyor; zira en azından şunu çok net olarak öğreniyorsunuz ki, şimdi bizim ezelden beri varmış gibi yaşadığımız şu bunaltıcı sıkıntı ilk çağlardan modernitenin başladığı döneme gelinceye değin bu anlamıyla yok. Acedia var. Acedia ise şu: “Geç antikite ve Ortaçağ düşünürleri sayesinde bize ulaşan acedia tasvirleri, bizim bugün ‘sıkıntı’ adını verdiğimiz ve kayıtsızlık ve işsiz güçsüzlükle karakterize edilen şeye tekabül eder. Ama temel bir fark vardır: Acedia her şeyden önce ahlakî bir kavramken, günümüzde bizim anladığımız şekliyle ‘sıkıntı’ daha çok psikolojik bir haldir. Bundan başka, acedia bir azınlığı ilgilendirir, oysa sıkıntı kitleleri etkiler.” (s. 62) Tamam acedia entelektüel bir azınlığı ilgilendiren ahlakî bir kavram olabilir ama ben günümüzde sıkıntının sadece psikolojik olmadığını, aynı zamanda varoluşsal da olduğunu iddia edeceğim. Öyle bir sıkıntı ki bu, varlığımızı zorlayıp en sonunda onu parçalamayı başarıyor. İşte bu varoluşsal sıkıntının moderniteye özgü bir fenomen olduğunda ısrar ediyor yazar, ki bu bana ikna edici geliyor.
Romantizmle birlikte başlıyor bireysel sıkıntı zira romantizm insanın kendi bireysel varlığını fark ettiği bir dönem. Tarih öncesi çağlarda nesnelere, ilk çağlarda tanrılara has bir özellik olan sıkılma, romantizmle birlikte, Tanrı’nın da git gide dünyadan elini çekmesiyle insana iniyor. Daha önce azınlığa ait olan bu ruh hali romantizmle birlikte halka mal oluyor. Yani şu: Sıkıntı modern insanın ‘ayrıcalığı’dır.
Şunu da eklemek gerekir: Bütünlüklü bir anlama sahip olmayınca daha tikel şeylerin tek tek hiçbir anlamı kalmıyor. Şimdi günümüzde yaşadığımız işte bu, nedeni bilinmeyen ‘anonim’ sıkıntıdır. Bu anonim sıkıntı bütün bir toplumu ve giderek dünyayı terk eden anlamın geride bıraktığı boşluk, yani anlam eksikliğinden kaynaklanıyor. Sıkılıyoruz, çünkü anlamlı hiçbir şey yok artık. Ya da öyle ki çok kısa ‘an’lar halinde var olup sonra hemen ortadan yok oluyorlar. Eh, Tanrı’nın da ölümüyle mutlak yalnızlığa düşen insan bu durumda anlamı kendi yaratmak zorunluluğuyla baş başa kalıyor. (“Tanrısız insan hiçbir şeydir ve sıkıntı bu hiçliğin bilincidir.” s. 66) Önceden verili, hazır anlamlar vardı; bunları Tanrı ya da gelenekler tarafından kuşaktan kuşağa aktarılıyordu; ama şimdi hazır ve sağlam bir anlam yok; bunu insan teki tek başına yaratmak zorunda. İşte bu noktada devreye ‘ihlal’ giriyor. Bu aşırı dayanılmaz sıkıntı karşısında insan sıkıntısını azaltacak yeni hazlar peşinde koşmaya yöneliyor. Halbuki haz yalnızca geçici bir doygunluk sağlar ve yeni bir ihtiyacın ortaya çıkışıyla bu haz hiçliğe indirgenir: Tekrar sıfır noktasına dönülür. “Sıkıntı ile ihlal arasında bir ortaklık vardır. Sanki sıkıntıya karşı yegâne çare hep daha radikal biçimde onu ihlal etmektir, çünkü ihlal kendi’yi yeni bir şeyle; onu sıkıntı içinde boğmakla tehdit eden aynı’nın nakaratından başka bir şeyle ilişki içine sokar.” (s. 79) Goethe’de Faust, Hölderlin’de Hyperion, Byron’da Don Juan hep bu ihlal ve tekrar ihlal ve tekrar ihlal döngüsüne girmişlerdir.
Günümüzde artık onulmaz bir sıkıntı içindeyiz, ve her vesileyle, kendimizi eğlenceye ya da hazza adayarak, ya da maceraya, sistem tarafından bize sunulan “yeni” anlara adayarak sıkıntıyı ihlal etmeye çalışıyoruz ama yine de sonuç değişmiyor; sıkıntı her seferinde yeniden hem de daha da büyüyerek geri dönüyor. Sıkıntı toplum tarafından kaçılacak bir öcü haline getirildikçe yeniden karşımıza çıkıyor.
Her neyse... kitap ‘Sıkıntı Problemi’, ‘Sıkıntının Tarihi’, ‘Sıkıntının Fenomenolojisi’ ve ‘Sıkıntı Ahlakı’ adlı dört alt bölümden oluşuyor. Premodern sıkıntı acedia’dan romantizme gelerek Pascal, Schopenhauer, Nietzsche, Hölderlin, Novalis üzerinden bir sıkıntı çetelesi çıkartıyor. Peki, kitap herhangi bir reçete sunuyor mu? Elbette sunmuyor, sunamaz da. Kesin olan bir şey varsa o da bu varoluşsal sıkıntının bundan sonra bir kader gibi peşimizde olacağıdır. Dünya sıkıcı bir yer artık.

SIKINTI’NIN FELSEFESİ

Lars Fr. H. Svendsen Çeviren: Murat Erşen Bağlam Yayınları, 2008 224 sayfa, 15 YTL.

Radikal Kitap
Yayın Tarihi : 19 Aralık 2008 Cuma 10:28:31


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?