14
Nisan
2025
Pazertesi
YAŞAM

DÜŞÜK KARBONLU YAŞAM AÇILIMI GEREKLİ

Düşük karbonlu yaşama geçiş stratejisini artık daha fazla konuşmamız gerek. Bireysel düzeydeki tedbirlerden, ulaşım ve şehirleşme gibi yerel önlemlere, tarım ve sanayileşme stratejisi gibi ulusal düzeyde alınacak kararlara kadar geniş bir yelpaze oluşturan, düşük karbonlu yaşama geçiş konusu damgasını ülkemiz gündemine kalıcı biçimde vurmalı.

 

Türkiye, dünyada seragazı emisyonları en hızlı artan ülkeler arasında yeralıyor. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) Sekreteryası verilerine göre, Kyoto protokolünde emisyon azaltım yükümlülüğü bulunan Ek-I ülkeleri arasında Türkiye, 1990-2007 arası sera gazı emisyonları artışında % 137 ile açık ara birinci sırada. Türkiye’yi % 82’lik artışla Avustralya ve % 55’lik artışla İspanya takip ediyor. Ülkemizde görülen bu hızlı artışın aslında iki farklı nedeni var. Birincisi 1990 yılının Türkiye’de ekonominin gerilediği bir yıla rastlaması. Ancak daha da önemlisi, Türkiye’nin ekonomik ve sınai gelişme ve kalkınma sürecinde karşılaştırıldığı ülkelere oranla henüz geride olması. Başka bir deyişle Türkiye diğer ülkelerin geçmişte tamamladığı süreçten yeni geçiyor ve dolayısıyla bu hızlı büyüme ve kalkınma süreci de emisyonlarındaki artışı tetikliyor.

Türkiye’nin karbon izdüşümü
2008 yılındaki ulusal sera gazı envanter bildirimine göre Türkiye’nin sera gazı emisyonları 330 milyon ton CO2 eşdeğerine ulaşmış durumda. Emisyon kaynakları içinde % 27’lik payla elektrik üretimi başı çekerken bu sektörü sırasıyla % 26’lık payla sanayi, % 13’luk payla ulaşım, % 9’luk oranla atık sektörü, % 8’lik payla enerji kullanımına bağlı olmayan sınai emisyonlar ve % 5’lik payla tarım sektörü izliyor. 1990-2007 arasında emisyonu göreceli olarak en hızlı artan sektör atıklar. Bu sektördeki artış % 400 oranında. Enerji üretim ve kullanımından kaynaklanan emisyonların ise yaklaşık üç kat artış göstermiş.

Türkiye’nin karbon izdüşümüne ilişkin doğru bir değerlendirme yapılabilmesi için bu göstergelerin uluslararası düzeyde de bir karşılaştırmasının yapılmasına ihtiyaç var. 2006 yılı verileri esas alındığında ülkemizde kişi başına düşen seragazı emisyonları 5 ton, CO2 karbon emisyonu ise 3.9 ton olarak hesaplanabilmektedir. Buna karşılık AB-27’inin karbon emisyon ortalaması 9.2 tondur. Türkiye, AB ülkeleri içinde Letonya hariç tutulduğunda en düşük kişi başına karbon emisyonuna sahiptir. Örneğin Fransa’da bu oran 6.4, Almanya’da 10.6 tondur. Kişi başına düşen seragazı emisyonları ise ABD’de 20 ton, Çin’de 6 ton, Hindistan’da ise 2 tondur. Toplam emisyonlarda ise Türkiye, AB içinde 7. sırada yeralmaktadır. Toplam küresel seragazı emisyonları içindeki payı ise binde sekizdir. Bir diğer ilginç gösterge ise milli gelire oranla karbon emisyonlarıdır. Bu gösterge üretim sürecinin ne ölçüde karbon yoğun olduğuna işaret etmektedir. Türkiye’nin 2006 yılı değeri 0.68 ton/euro’dur. Bu değer AB ülkeleri içinde Türkiye’yi 8. sıraya yerleştirmektedir. Karbon yoğunluğu en yüksek AB ülkesi 5.75 ton/euro ile Estonya olup, en düşük karbon yoğunluğuna sahip ülke ise 0.16 ton/euro ile İsveç’dir.

Türkiye’den beklentiler
Türkiye’den sera gazı emisyonlarını azaltmasına ilişkin oluşan beklentilerin iki temel dayanağı var. Öncelikle Türkiye bir taraftan OECD ülkesi olması, diğer taraftan AB ile müzakere eden ülke statüsü nedeniyle (AB ile iklim değişikliği ile mücadele boyutunu da içeren çevre başlığının 21 Aralıkta açılması bekleniyor) iklim değişikliği müzakerelerinde gelişmiş ülkeler grubu içinde değerlendiriliyor ve bu ülkelerin üstlenecekleri taahhütlere paralel bir yükümlülük üstlenmesi isteniyor. Nitekim Türkiye, Kyoto Protokolünde Ek-I olarak adlandırılan ve genelde gelişmiş ülkelerin içinde bulunduğu grupta yeraldı. Buna karşılık 2001 yılında yapılan bir değişiklikle diğer gelişmiş ülkelerden farklı olarak kendi özel statüsünü kayda geçirerek, Kyoto kapsamında emisyon kısıtlaması üstlenme yükümlülüğünden kurtuldu. Ankara, Kopenhag öncesinde de Türkiye’nin gelişme yolunda bir ülke olduğunu, gelişmiş ülkeler gibi kapsamlı yükümlülükler üstlenemeyeceğine dikkat çekiyor.

Türkiye ne yapabilir ?
Yapılan çalışmalar Türkiye’nin Kopenhag’da 1990 yılına referansla herhangi bir azaltım yükümlülüğü üstlenemeyeceğini gösteriyor. Zira 1990’a oranla emisyonların sabit tutulması bile bugüne oranla % 73 oranında bir emisyon azaltılmasını gerektiriyor.

Böylesine bir azaltım yükümlülüğünün ekonomiye getireceği maliyet ise 2050 yılına kadar 100 milyar doları aşıyor. Buna karşılık Türkiye’nin Kopenhag’da artıştan indirim şeklinde özetlenebilecek bir yaklaşımı savunması beklenebilir. Buna göre, 2050 yılına kadar Türkiye, “business as usual - BAU” olarak adlandırılan ve herhangi bir tedbir alınmadığı takdirde artacak olan emisyonlarının tablosunu hazırlayacak ve bu beklenen artış miktarı üzerinden bir azaltım yükümlülüğü üstlenecek. Nitekim bir süre önce Çevre Bakanı Eroğlu tarafından yapılan açıklama da bu mantığa uygundu. Bakan, Türkiye’nin bu BAU senaryosuna oranla % 11 oranında bir emisyon azaltım yükümlülüğü üstlenebileceğini ifade etti. Ancak Kopenhag’da özellikle ABD ve Çin’in de yükümlülük üstlenmeleri durumunda, Türkiye’nin üzerindeki baskının artacağı muhakkak. Neticede Türkiye Kopenhag’dan % 15- 20 aralığında daha yüksek bir emisyon azaltım yükümlülüğü üstlenmiş olarak dönebilir.

Türkiye için bir azaltım ve uyum stratejisi
Emisyonların azaltılması, küresel düzeyde iklim değişikliği ile yürütülen mücadeleye katkıda bulunacak. Ancak bunun ulusal ekonomiye maliyeti ne olacak ? Bu konuda sene başından bu yana kamu kesiminde yoğun bir çalışma yürütülüyor. Ancak şu aşamada, bu maliyetin başta çimento, demir çelik, cam, seramik ve kimyasallar olmak üzere enerji yoğun sektörler tarafından üstlenileceğini söylemek mümkün. Bu sektörler, karbon emisyonlarına getirilecek sınırlama sonrasında daha temiz üretim teknolojilerine geçmek için ilave yatırım yapmak zorunda kalacaklar. Veya ilave karbon emisyonu yapabilmek için kurulacak olan karbon ticareti pazarından emisyon izni satın alacaklar. Herhalvekarda karşılaşacakları bu maliyet artışını bir ölçüde ürün ve satışlarına yansıtacaklar. Bu kısıtlamalardan etkilenecek bir diğer alan ise elektrik üretimi olacak. Türkiye’nin karbon emisyonlarını kısıtlamada göstereceği yaklaşımın iddiasına paralel olarak özellikle fosil yakıtlardan elde edilen elektrik fiyatının artması sözkonusu olacak. Böylesine bir artış, Türkiye’de rüzgâr, jeotermal ve hatta güneş gibi yenilenebilir enerjilerin rekabet şansını güçlendirecek. Keza enerji alanında nükleer yatırımına yönelinmesi için de yeni bir gerekçe oluşturacak.

Düşük karbonlu yaşam açılımı
Emisyonların azaltılması için yürütülecek olan çalışmaların yanı sıra, Türkiye’nin bu yeni şartlara uyumu gerçekleştirecek, popüler tabirle bir “açılıma” gereksinim duyacağı muhakkak. Başka bir deyişle, bir süredir uluslararası kamuoyunun gündemini işgal eden düşük karbonlu yaşama geçiş stratejisini artık daha fazla konuşmamız gerekecek. Bireysel düzeyde alınabilecek tedbirlerden, ulaşım ve şehirleşme gibi yerel düzeyde alınacak önlemlere, tarım ve sanayileşme stratejisi gibi ulusal düzeyde alınacak kararlara kadar geniş bir yelpaze oluşturan, düşük karbonlu yaşama geçiş konusu Kopenhag’dan sonra damgasını ülkemiz gündemine, ümit ediyorum ki, kalıcı şekilde vuracak.

Sinan Ülgen: Ekonomi ve Dış Politika Araştırmalar Merkezi (EDAM) başkanı
 

Radikal
Yayın Tarihi : 11 Aralık 2009 Cuma 19:51:28
Güncelleme :14 Aralık 2009 Pazartesi 01:06:26


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?