İki oğluma da tapıyorum, üç çocuğumu içim titreyerek, aynı oranda seviyorum. Ama üç gün önce bir yaşını dolduran kızıma hissettiğim sevgi, oğullarımla eşit derecede olmasına karşın “farklı” bir duygu. Onunla ileride nasıl bir ilişkimiz olacağını merak ediyorum...
Toplumda çok yaygın olan anne-kız çatışmalarına dair bir sürü araştırma yazısı okudum. Kızı olan anneler ya da kız çocuk bekleyen kadınlar için uzman yorumlarından özetlediğim bir sürü öğüt... Biraz korkutucu belki, kız çocuk annesi olmak zor görünüyor ama kulak vermekte fayda var...
Öncelikle: “Anneliğe fiziksel ve ruhsal açıdan hazır olup olmadığını ölçüp biçeceksin. Hazır değilsen, yani hayatta kendinle ilgili olan bireysel beklentilerini doyuramadıysan, ulaşmak istediğin daha öncelikli hedeflerin varsa, enerjini kendine saklayacak ve çocuk doğurmayacaksın... Kızın dünyaya geldikten sonra senin kariyer hedeflerine ulaşmanı, evliliğindeki sorunları çözmeni, kendini keşfetmeni falan bekleyemez, sonra sana küser” diyorlar.
Bu, ilk kural...
Bebeklik döneminde bebeği şefkatle kucaklıyorsun, ona sevgini gösteriyorsun. Çünkü sevgini içselleştirmesi gerekiyor. Disiplin ve düzenden önce, bebeğin “koşulsuz, şartsız sevgiyi” yaşaması gerekiyor. Sonrası içinse, uzmanlar diyor ki: “İnsanın canını en çok, en sevdikleri yakıyor. Hangi evin içine bakarsanız bakın, birbirini rahat bırakmayan anne kızlar görüyorsunuz.”
E, bunun bir sebebi olmalı...
Yakın ilişkilerde çatışma olması normal karşılanıyor. Hele aynı cinsten iki kişinin çatışması daha da normal. Ama çatışmaya sebep olan davranış kalıpları değişmezse, mutsuz olunuyor. Önce o davranış kalıplarını fark etmek gerek. Nasıl davrandığının farkında olacaksın. Kızının davranışlarını sorgulayıp eleştirmek kolay, ya kendini sorgulamak..?
Küçük kız çocuklar, cinsel kimliklerinin geliştiği dönemde, annelerinin etrafında dolanıyor. Annenin yaptıklarını taklit ediyor, ona yardım etmek istiyor. “Ayağımın altında dolaşma, onu bunu elleme” falan demeyeceksin. Bırakacaksın, döke saça mutfakta sana yardım edecek. Çünkü ilkokul başlayınca dış dünyaya dönecek, artık senden uzaklaşmaya başlayacak. Ayağının altında dolaşıp durduğu o dönemin kıymetini bileceksin... Kızını olduğu gibi kabullenmen ve dinlemen gerekiyor. Bu da yetmiyor, dinlerken gerçekten “işiteceksin”. Kızın büyürken telaşa kapılıyorsun, bu normal. Ama aşırı titiz, sadece her şey kendi kontrolü altındayken huzurlu olabilen bir anneysen bu, kızının büyümesini, bağımsız bir birey olmasını engelliyorsun demek oluyor. Kızını eleştirmek yerine bağımsızlığını kazanması için yüreklendireceksin. Kaygılarını bastırıp bunu yapabilmek kolay değil, ama yapacaksın... Kızını kendi devamlılığın, hatta ölümsüzlüğün olarak görüyorsan, onu kendi istediğin gibi görmek istiyorsan, büyük problem var demek. Kızını senden farklı olmayı seçtiği için suçluluk hissetmeye itiyorsun. Sana ihanet etmiş gibi hissetmesine yol açıyorsun. Böyle hissettiğinde, kızının “sevgi ve sadakat duyguları” açısından kişisel gelişimi duruyor. Hele senin onaylamadığın bir yaşam yolu seçmişse, çatışmalar, vicdan azapları, gözyaşları, korkular birbirinin içine giriyor. Aman dikkat!
Kişilikli bir kız çocuğun varsa, bilmen gerekiyor ki, ne kadar baskı yaparsan o kadar tepki göreceksin. İşte en önemli çatışma konusu: “Kızının belli bir yaştan sonra sürdürdüğü cinsel yaşamın sağlıklı olduğunu kabul etmek zorundasın.” Suçlamalar, tamamen çevrenin koymuş olduğu kalıplarla ilgili. Bu konuda “anne” rolünü bir kenara bırakıp “kadın” olarak düşünmeyi kabul edeceksin.
Anne kız rekabetiyse en çarpıcı konu. Yine uzman yorumlarına dayanarak devam ediyorum: Kız çocukların babaya düşkünlüğü üç yaşında apaçık ortaya çıkıyor. Babaların sıklıkla anneye ayıracak zamanı yokken, kızları için akan sular durabiliyor. Kız çocukları büyüdükçe ve ergenliğe girdikten sonra da kadınsı rekabet devam ediyor. Anneler yaşlanırken, kızları büyüyüp, gençliğin onlara sunduğu bütün güzellikleri doyasıya yaşıyorlar. “Kabul etmesi zor...” diyor uzmanlar, “Ama anneler de kızlarını kıskanıyor”.
Kızınla rekabet tuzağına düşmeden, onunla arkadaş olmaya çalışacaksın. Ama aranızda nesil farkı olduğundan, sana “iyi bir çözüm” gibi görünen seçenekler ona “saçma” ya da “işe yaramaz” görünecek. Dolayısıyla akıl vermek yerine, iyi bir dinleyici olacaksın. Böylece kızın, sıkıntısını sana anlatırken kendi çıkış yolunu kendi bulacak. “Her konuda seninle konuşabileceği ve sıkıntıya düştüğünde yanında olacağın” güvencesini kızına vereceksin. Ona ders vermek yerine, kendi deneyimlerini ve hatıralarını anlatacaksın, ama senin gibi davranmasını beklemeyeceksin. Böyle yaparsan, senden uzaklaşacak...
Ateşten gömlek...
Anne-kız çatışmaları kuşaklararası geçiş gösterebiliyor. Senin, annenle geçmişte yaşadığın çatışmalar kızınla ilişkinde aynen devam edebiliyor. Bunlar genellikle bilinçdışı olduğundan fark etmesi güç, ama annende hoşlanmadığın bir davranışı kızında aynen görüp rahatsız olabilirsin veya kendinde hoşlanmadığın bir yönü kızında görüp onu eleştirebilirsin. Eğer bunu yaparsan büyük bir haksızlık etmiş oluyorsun. Kızından değişmesini beklemek yerine, değişebiliyorsan kendin değişeceksin. Değişemiyorsan da, hem kendini hem de kızını “olduğu gibi” kabul etmeyi öğreneceksin...
Ceza ve kötüleme yanlış, övgü ve cesaretlendirme doğru. Kendine güvenli, ayakları yere basan, güçlü bir kız çocuğu yetiştirmek için, her şeyden önce ona inanacaksın, güveneceksin ve daima destek olacaksın. Sadece başarılarında değil, başarısızlıklarında da arkasında duracaksın. Kadınlar üzerinde toplumsal baskıların hâlâ çok yoğun olduğu bir ülkede yaşadığımız gerçek. Kızının engeller ve baskılar altında ezilmeden yola devam etmesi için onu sen cesaretlendireceksin. Annelerin kalbini hiç kırmamak gerekiyor, ama kızların bilinçlenmesi de “sorgulamakla” başlıyor. Çatışmaları engelleyecek çözümler üretmek şart, çünkü anneler ve kızlar birbirlerinden ayrılamıyor. Yaradılıştan gelen bir bağımlılık bu.
Bütün annelerin Anneler Günü kutlu olsun...
Bahçemdeki gül ağacı..
Her yıl, 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gece, bir kağıda dileklerimi yazıp, bunları anlatan resimler çiziktirip bahçedeki gül ağacının dalına asarım. “Sağlık, mutluluk, uzun ömür” üçgeninde seyreder benim dileklerim, bunların pek dışına çıkmaz. Ekstra bir şeyler dilemekten çok, şükrederim ben. Dünyaya geldiğim için, yaşadığım her şey için. Hayatın, sadece nefes alıp veriyor olduğumuz için bile şükredilmesi gereken bir mucize olduğunu düşünüyorum. Yaşamda deneyimlediğimiz, anlamlandırdığımız her şey öylesine değerli ki... Olumsuz hiçbir şey yok aslında. Acıların, sıkıntıların da değeri çok. “Bazen şer gibi görünen hayırlıdır” ve bu hep aklımdadır benim...
“Hıdırellez” ya da “Hızır günü”, Hızır ve İlyas’ın yeryüzünde buluştukları gün sayılarak kutlanıyor. Bu günü Ortodokslar “Aya Yorgi”, Katolikler “St.Georges” günü olarak kutluyor. İlginç bir bilgi daha var bende... Bu kutlama Miladi takvime göre 6 Mayıs, eskiden kullanılan Rumi takvime göre 23 Nisan günü oluyor. Biri ikizlerimin, diğeri büyük oğlumun doğum günleri...
Yoksa siz bir gül ağacı bulamadınız mı? Seneye mutlaka bulun öyleyse... 4 Kasım’a kadar sürecek olan Hızır Günleri’ni doya doya içinize sindirmeyi de ihmal etmeyin.
KİTAP: “İğne Deliği Fotoğrafları”
Günümüzde bazı önemli fotoğrafçılar bu anlatım biçimini kullanıyor. “İğne deliği” tekniği aslında M.Ö. 5’nci yüzyılda keşfedilen çok basit bir ilkeye dayanıyor. Çinli düşünür Mo Tzu, nesnelerin ışığı her yönde yansıttığının farkına varıyor ve yazılarında çok küçük bir delikten geçen ışığın yarattığı ters görüntüyü belirtiyor. “İğne deliği” fotoğraflarında, bilinen fotoğraf makinelerindeki objektiflerin yerini 0.25-1 mm çapındaki bir iğne deliği alıyor. Işık bu delikten geçerek, karanlık ortam sağlayan kutunun içinde bulunan ışığa duyarlı yüzey (film ya da kart) üzerinde bir görüntü oluşturuyor. Işık geçirmeyen her kapalı ortam, bir iğne deliğinden sızan ışıkla “camera obscura”ya dönüşebiliyor. Kutuya açılan iğne deliğinin karşısına bir fotoğraf filmi ya da kağıdı yerleştirilip, kutu fotoğraf çekimine hazırlanıyor. Birçok nesneden kamera olarak yararlanmak mümkün. Cola kutusu, deniz kabuğu ya da eski bir buzdolabı... Yapılan her tür “camera obscura” gerçek dünyayla düş dünyamız arasındaki sınırları zorluyor ve normal fotografik görüntülerin ötesinde ürünler sunuyor.
“İğne deliği” fotoğraf tekniğinin dünyadaki en önemli temsilcilerinden Ahmet Selim Sabuncu, 20 yıllık tecrübesini İlke Basın Yayım’dan çıkan “İğne Deliği Fotoğrafları” adlı kitapta toplamış ve yaklaşık 100 fotoğrafla, bu tekniğin en ilginç ve etkileyici örneklerini sunuyor.
DVD: Tatlı hayat
Biri operanın genç starı, diğeri balerinlerin en güzeli... Aşka düşüp birlikte olmuşlar, fırtına gibi esmişler. 60’ların ikinci yarısında bir mecmuanın kapağında annem... Brigitte Bardot’ya taş çıkaran güzellikte bir sarışın ki, öyle böyle değil. Babamın La Scala’da çekilmiş siyah beyaz, yakışıklı fotoğrafları İtalyan gazetelerinde... Ankara’dan sonra ver elini Milano... Ben doğduktan sonra da İstanbul’a, yuvaya dönüş... Hep “rüya çift” onlar. Davetlere, galalara doymuyorlar. Ben de her yere yanlarında sürükleniyorum. Amca, teyze dediklerim ya dünya çapında ünlü sanatçı, ya profesör ya CEO... Hep renkli insanlar, bazen resmiyetten sıkıldığım, bazen çok eğlendiğim buluşmalar... Çocukluğumu, annemle babamın sosyal hayatına montajlanmış bir şekilde yaşadım. Şimdikinden farklı bir havaydı o zamanlar solunan. Daha Batılı, daha kültürlü mü desem? Şimdiyse epey “dinamik” bir ortam söz konusu. O çevrelere pek hızlıca, pek basitçe giriliveriyor. Belirli bir başarısı, hatta mesleği, sıfatı bile olmayan, dedesinin dedesini bilmeyen tiplerle en klas şehir kulüplerinde karşılaşabiliyorsunuz. Parası olan herkesi pek iyi tanıyan, dedikoducu taşra güzellerinin parfüm kokuları genzinizi yakıyor. Yanlış anlaşılmasın, hiç de antipatik bulmuyorum bu yeni ambiyansı. Sonuçta “kıroyum ama para bende” tipleridir ülkemin mizahını geliştiren. Şimdi daha şenlikli, daha “Orta Doğulu” bir sosyete var gibi İstanbul’da. Her nesil kendi gerçeğini yaşıyor işte. Hayat değişiyor...
“La Dolce Vita” Roma şehir yaşantısının modern yozluğunu ve sofistike ahlak çöküntüsünü, yüksek sosyetenin peşinde koşan bir gazetecinin gözünden anlatıyor. 1960 yapımı film, Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ve New York Film Eleştirmenleri Birliği’nin En İyi Yabancı Film ödüllerine layık görülmüş, En İyi Kostüm dalında Oscar almıştı. Federico Fellini yönetiyor, Marcello Mastroianni oynuyor. DVD arşiviniz için şiddetle öneririm...
KONSER: Morning Jazz Sessions Project Chet Baker
Lirik, melodik, bazen de melankolik bestelerin yaratıcısı, yumuşak sesiyle “Cool Jazz” akımının öncüsü Chet Baker anısına Mehmet Sezer tarafından 2008’de kurulan “Project Chet Baker” klasik Chet Baker tınısını günümüz caz müziğine adapte ediyor. Trompette Mehmet Sezer, klavyede Kürşat Deniz, kontrbasta Ozan Musluoğlu, davulda Tunç Çakır ve vokalde Ceyda Köybaşıoğlu yer alıyor. Tamirane’de, bugün saat 14.00’teki konseri kaçırmayın...