15
Haziran
2025
Pazar
YAŞAM

Kameranın arkası daha çekici

Öyle yönetmenler var ki filmlerinde kendilerine mutlaka bir rol ayırır (Woody Allen gibi). Kimisi de bir tek karede de olsa kendini bir şekilde gösterir (merak edenler Hitchcock filmlerine bakabilirler).

Oyunculardan da, yönetmen olma hevesiyle kendini kamera arkasına atanlar olduğu bilinen bir gerçek. Bu gerçekliğe eklenen son örnek Sophia Marceau. Cesur Yürek’in güzel prensesi, şu günlerde yönetmenlikteki ikinci filmi ‘Hotel Riviera’ ile Fransız Kültür Merkezi’nde arz-ı endam ediyor. Gözünü kamera arkasına diken oyuncuların sayısı, öyle bir-ikiyle üç-beşle sınırlı değil, bir hayli fazla.

Birinci sırayı elbette ki Clint Eastwood hak ediyor. Günümüzün ‘sinema dervişi’, bir zamanların aranan kovboyuydu. Sergio Leone’nin, Western’in tüm yerleşik kalıplarıyla oynayıp, sinema tarihine ‘Spagetti Western’i armağan ettiği meşhur üçlemesinde nam saldı ilkin. Ardından, birini de kendisinin yönettiği 5 filmlik ‘Kirli Harry’ ile özdeşleşti. İçindeki derviş yönetmen ise önce, Altın Küre aldığı Bird (1988); daha sonra da westerne son noktayı koyduğu Unforgiven (1992) ile ortaya çıktı. Sean Penn’i Oscar’la uslandıran Mystic River’la (2003) alamadığı ödülü, ertesi yıl Million Dollar Baby ile ikinci kez aldı. 2006’da ise Hollywood’un hiç yapmadığı bir şey yaptı! İkinci Dünya Savaşı’ndaki Amerika-Japonya mücadelesine ‘Atalarımızın Bayrakları’yla önce Amerika tarafından yaklaşırken; hemen ardından çektiği Iwo Jima’dan Mektuplar’da ise, kamerasını Japonya tarafına çevirdi. Bu, bir anlamda, Japon Sinema Akademisi’nden (Kinema Junpo) 1992’den bu yana aldığı 11 ödülün teşekkürüydü! Eastwood’un heybesinde, Aralık’ta Amerika’da gösterime girecek olan Gran Torino ile Matt Damon ve Morgan Freeman’lı The Human Factor (2009) var.

Düşüşe geçenler…

Eastwood gibi derviş olmasa da koyu Katolik Mel Gibson da Oscar’lı bir yönetmen. Cesur Yürek’te gösterdiği sağlam yönetmenlik kumaşının rengi, 2004’teki İsa’nın Çilesi’nden sonra soldu. Üstelik filmi, Hz. İsa’nın zamanında konuşulan Arami dilinde çekti. Yani, Akademi’den veto yemeyi iki kere hak ediyordu! ‘Yeni Dünya’nın keşfinden önce ‘medeniyetten uzak’ birbirini yiyip bitiren yerlileri anlattığı Apocalypto’da pek bir acımasızdı. Hâsılı, Yahudilerden dilediği tüm özürlere rağmen önlenemez(!) düşüşü devam ediyor.

Düşüşte olan bir diğer yönetmenimiz de Kevin Costner! Waterworld’a (1995) Kevin Reynolds’ın yönetmenliğinde başlayan Costner, adaşını setten kovunca filmi kendisi tamamlar. Jenerikte Reynolds’ın ismi geçse de bu, Costner’ın ikinci yönetmenliğidir. İki yıl sonra, hem oynayıp hem yönettiği Postacı, Oscar alamasa da Altın Ahududu ödüllerinde en iyi dereceleri toplar! Uzak Ülke ile kurtlarla dans ettiği günlere dönmek istese de, 90’ların geri gelmeyeceğini anlaması uzun sürmez!

İlk yönetmenliğinde Oscar’a uzanan başka bir isim de bağımsız sinemanın bânisi Robert Redford. Ordinary People ile aldığı En İyi Yönetmen Oscarı’na, Quiz Show ile bir kez daha yaklaştı, ama alamadı. Çünkü o yıl 1994’tü! Yani Forrest Gump çılgınlığının -Akademi dâhil- her yeri sardığı yıl. Quentin Tarantino (Pulp Fiction) -hatta Kieslowski (Üç Renk: Kırmızı)- gibi Redford da bu çılgınlığın kurbanı oldu. Sinemayı Hollywood’dan bağımsızlaştıran ya da ‘Bağımsız Sinema’yı Hollywood’a yaklaştıran Redford, 7 kez yönetmenlik yaptı.

Akademi dengeleri!

Yönetmenliğe geç başlayan George Clooney’nin sinemaya geçişinin de ilginç bir hikâyesi var. Rivayete göre, Ridley Scott’ın Thelma & Louise’indeki (1991) yakışıklı otostopçu J.D. rolünü Brad Pitt’e kaptırınca sinemaya adım atması biraz gecikir. Robert Rodriguez, Joel Schumacher, Steven Soderbergh, Terrence Malick, Joel & Ethan Cohen gibi yönetmenlerle çalışan Clooney, nihayet 2002’de yönetmen koltuğuna oturur. Tehlikeli Aklın İtirafları adlı bu ilk filme Akademi pek itibar etmese de, eleştirmenler olumlu not verir. 2005’te ise, Akademi’nin de kayıtsız kalamayacağı McCarthy dönemine odaklanan Good Night and Good Luck’la En İyi Yönetmen ödülüne aday olur. Ancak ‘Brokeback Dağı’ kovboylarına yenilir ya da aynı gece Syriana ile En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü aldığı için ‘Akademi dengeleri’ne takılır!

Akademi dengeleriyle arası hiç iyi olmayan Hollywood’un muhalif çocuğu Sean Penn ise, yönetmen sıfatıyla, Jack Nicholson gibi bir oyuncuya iki kez başrol verdi. Penn, biri kısa toplam beş film yönetti. Jack Nicholson demişken onun yönetmenlik macerasına da bir göz atalım. Densizlik edip de, 12 Oscar adaylığı ve üç ödülü olan Nicholson’ın oyunculuk kariyerini özetleyecek değiliz! Yönettiği üç filmin ikisinde başrolü alan usta aktör, komedi tarzında bir western bile yönetir (Goin’ South, 1978). En son, Chinatown’ın devamı sayılabilecek The Two Jakes’i (1990) yöneten Nicholson, o kadar iyi bir oyuncudur ki, yönetmenliğinin lafı bile edilmez!

Baba yönetmenler!

20. yüzyılın son çeyreğinde zirvedeki oyunculardan de Niro, 2000’li yıllarda vasatın altında filmlerde rol alsa da, seyircinin kalbindeki yerini hâlâ koruyor. Belki bir yapımcı işgüzarlığı belki de nostalji arayışıyla Al Pacino ile tekrar bir araya geldiği Orijinal Cinayetler’de pek olumlu karşılanmadı. İlk yönetmenliği A Bronx Tale’de, oğlunu çeteden uzak tutmaya çalışan bir babayı canlandırmıştı. ‘Binbir surat’ın, bir nevi CIA’in tarihini anlattığı Good Shepherd’ı, Matt Damon ve Angelina Jolie de kurtaramamıştı. Bir diğer baba oyuncumuz, The Godfather’la çıktığı zirveden neredeyse hiç inmeyen Al Pacino. Büyük bir Shakespeare hayranı olan oyuncu, ilk yönetmenliğini de, III. Richard’ın Trajedisi’nden yola çıkarak çeker. Film, eleştirmenleri tatmin etmez; ancak Pacino, hayallerini gerçekleştirmiştir. Son filmi de, Oscar Wilde’ın Salome adlı eserinden senaryolaştırdığı Salomaybe (2008) oldu.

Zaman
Yayın Tarihi : 5 Ekim 2008 Pazar 17:07:40


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?