Uludağ'ın bir yüzünde 'Kuzeyliler' diğerinde 'Güneyliler' yaşar. Kuzeyliler bir var bir yok, Güneyliler altı asırdır orada. Kuzeyde 'beş yıldız' var güneyde milyonlarcası... Ön tarafta eğlence, arka tarafta Şark hizmeti... Kayak merkezine gelenler dağ köylerine inmiyor; ama dağ köylüleri kayak merkezine çıkıyor. Kaymak için değil tabii, çalışmak için.
Kışları yukarıda garsonluk yapan yazları aşağıda çilek topluyor. Çileli; ama sefil bir hayat değil kesinlikle, dillerinde ne bir yakınma, ne şikâyet. Yörük dediğin gururlu olurmuş hem, horozu ötmese de ibikli olurmuş.
Uludağ'ın iki yüzü var; kuzey ve güney... Kuzeyde kayak merkezi, beş yıldızlı oteller, şık restoranlar... Uludağ deyince akla ne gelir ki zaten: "Bir hafta sonu kaçalım, kayak yapalım, kara doyalım..." Bu yüzde hayat, hepimizin bildiği üzere tatlı hayattır, dağın tepesine niye çıkar insan, coşalım, eğlenelim, karda yuvarlanalım... Şimdi dağın öteki yüzüne geçelim, pek bilinmeyen güney yüzüne. Uludağ'a tırmanırken olmaz ya, yolunuzu şaşırıp da arka tarafa aşsanız ancak görebileceğiniz dağ köylerine... Bu yüzde hayat çileli hayattır. Kar aynı kardır; dağ aynı dağ; ama otellerin yerinde asırlık evler yükselir. Hayır, ahşap çatkılı, samanla karışık çamurla sıvalı taş evler yükselmez aslında, alçalır, alçalır, önünden geçenle bir boy olur handiyse, pek munis durur. Uludağ'ın bu yüzüne 'dağ yöresi' denir, sakinlerine de 'dağlı'. Bu söz çok eskiden gücendirirmiş onları, 'dağlı' da ne demekmiş yani, adıyla sanıyla Yörük köyleriymiş bunlar, Osmanlı köyleriymiş, hem sarayın tavuğu, yumurtası hep bu köylerden gidermiş. Şimdi gücenmek şöyle dursun, gurur duyuyorlar bu tanımla, ne zaman ki şehirliler, kıyıda köşede, hasbelkader korunmuş 'değerlerin' peşine düştü, dağ köyleri, bozulmamış şivesi, karanfilli yazması, mütevekkil insanıyla muteber oldu.
Biz kayak bilmeyiz ay oğul!
Gövez köyünde, ahşap tavanlı, gömme dolaplı, duvarları yemyeşil, kapıları masmavi bir evdeyiz. Pencerenin gerisinde bir kedi, tünediği köşeden odayı izliyor, arada cam buğulanıyor, kedi buharlaşıyor; ama yok olmuyor. Ne görüyor odada, kuzineli sobada ısınan köy ekmeğini mi? Hasan Dede, o ekmeğe tereyağı sürüyor ve bir yandan anlatıyor: "Uludağ'ın otellerini biz kurduk, kayak merkezinin direğini diktik, teşkilatını yaptık. Yirmi beş yıl hizmet verdik; ama kayakla kayamadık. O zengin işi canım. Biz yaz aylarında çalışır, kışın sezon açılınca köye dönerdik. Şimdi bir şehir gibi büyüdü orası." Hasan Yalçın, 'aşağı yukarı 76 yıl yaş yaşamış' ve ömrü hayatında köy dışına çıkmamış bir inşaat ustası. Onun zamanından bu zamana ne değişmiş köyde? Gençler, yaz aylarında değil de kışın çıkmaya başlamış Uludağ'a, dedelerinin yazın diktiği direkler ekmek kapısı olmuş, kimi bir otelde görevli, kimi restoranda garson... Ne zaman kış biter, kar erir, o zaman köylerine dönerler.
Kayak takımlarını kuşanmaya gelince, Hasan Dede nasılsa onlar da öyledir; dağın bu yüzünden öte yüzüne iş için gidilir, kayak için, zevk için değil... Böyle söyler 'dağlılar'; ama sızlanmak için değil, o yörede dolaşırken anlarsınız zaten, mütevekkil ve müteşekkir yüzler görürsünüz, kendi yağında kavrulur hepsi de. Şimdi sorsanız Hasan Dede'ye 'derdin nedir?' diye, kendi elleriyle yaptığı camiye hâlâ minare bulamadığından yakınır, yakınmakla da kalmaz, çözüm önerir, akşamları 'ajans'ı hiç kaçırmadığından haber cümlelerine aşinadır: "Hanım kız, gazeteye şöyle yaz; Gövez köyünün Marem Şah yaylasındaki caminin minaresi yoktur. Müslüman köyü minaresiz olmayacağından altı metre uzunluğunda çelik bir minare gerekmektedir. Minareyi yaptıran hayır sahibi muhakkak ki büyük ecir kazanacaktır."
Horozum ötmese de ibikli olsun." derler. Burası, memurlar için zorunlu hizmet bölgesidir, hâlbuki Hakkâri ne ise Dağ Yöresi de odur. Çocuklar okumak için bir köyden diğerine ya da ilçelere taşınır. Su geçirmez, karda kaymaz kara lastik hâlâ ayaklardadır. Ekmek mahalle fırınında pişirilir, odun dağdan merkeple, saman ahırdan sırtta getirilir. Buradan bakıldığında ya da kırk dakika uzaktaki ışıltılı hayat hatırlandığında, Dağ Yöresi mahrumiyet bölgesidir. Ama başka bir zaviyeden, mesela Güneybudaklar köyündeki Munise Teyze'nin penceresinden neler görürüz? "Bir araba durdu Mehmet'im, içindekiler yabancı, seslen de aşağı insinler." Biz aşağı iniyoruz, onlar bahçeye, Munise Teyze'nin elinde bir tabak, içinde poğaçalar. Bütün acele bunun için işte, bir geleneği yaşatmak için. Fırının yakıldığı günler kapının önünden gelip geçenlere ikram etmek üzere 'lokum' denilen bu poğaçalardan muhakkak pişirilirmiş. Güneybudaklar'da kaç fırın yanıyor bugün? Yeşil gözlü, yeşil takkeli Halilİbrahim Ferik ne yağan kara ne yerdeki çamura aldırıyor. Odun yanacak, köz olacak, ekmek pişecek, Bursa'daki torunlara gidecek. E, kolaylıkla mı geçiniliyor şehirde! Bomboş köy sokaklarında bir Allah'ın kuluna rastlamaktan hoşnut sohbete duruyoruz. Biz ne demişsek demişiz, siz Halilİbrahim amcaya kulak verin: "Eskiden buğday ekerdik, öküzler vardı. Şimdi hiç öküz kalmadı. Elli altmış tane traktör var emme ekin biçmiyor adamlar. Çaybaşı'nda su fabrikası var, elli altmış delikanlı oraya gidiyor.
İlle çalışıp karnını doyuracan kızım, birine dünür gitsen şimdi, 'Köyden aşağı şehre ineceksen nasip, yoksa nasip değil.' der. Öylelikle boşaldı köyler, ihtiyarlar kaldı geriye. Biz de işte geliver gidiver, dam çul, sığır sıpa... Çocuklar geliyor yazın. Yok, kızak kayma hiç âdetim değil kızım. Alışkanlık mı merak mı işte, bizde de o merak yok. Biz rençperiz, çalışmaktan eğlenceye elimiz ermez."
Gemiçli'den Uludağ'a giden olmaz
Dağ Yöresi'nin en güzel köylerinden Gemiçli'de de in cin top oynuyor. Kadınlar evde, erkekler kahvede. Kahve dediysek sigara dumanından 'in' gibi olmuş uğultulu bir yer değil, ortada sobanın gürül gürül yandığı, elli yaş üzeri amcaların sohbet ettiği ve kimselerin kâğıt oyunlarına tevessül etmediği bir mekân tahayyül edin. Muhtar Mürsel Sevimli, duruma el koyuyor zaten; "Hava muhalefetinden dolayı bu kadar dolu kahve... Pek aylaklık yapmazlar emme... Kadınlar erkeğine, erkek evine sahip çıkar burada." Gençler eskiden kayak merkezine gider işçilik yaparmış. Teleski'de adam taşırlarmış mesela. Bu sene pek giden yokmuş, iki fotoğrafçı arada gider turistleri çekermiş; ama köydeki iş daha iyiymiş. Çileğin, kirazın yanında, orman kalkındırma kooperatifinde çalışırmış köyün gençleri. Aşina olduğumuz tevekkül cümleleri muhtarın dilinden dökülüyor bu kez: "Kötünün kötüsü de var derler ya halimize bin şükür."
Tek derdimiz İhsan'ın fotoğrafı
Seksen yedi yaşında bir adamla, seksen üç yaşında bir kadın Küçükdeliller köyünde bir başına yaşarken ne sıkıntılar görür? Un, yağ, şeker istemediğin kadar, soğuk dersen vız gelir, avluda odun tavana kadar. Elden ayaktan da düşmemişler şükür. Mehmet Amca, cam kenarında tefsirin yedinci cildini okuyor, 'Meryem Nine sobanın fırınına kestane sürüyor. Yaşlılık zor elbet; ama dert değil. Asıl dert, İhsan'ın fotoğrafı! Dört ay önce kazada ölen oğulları İhsan'ın fotoğrafı büyütülmeli hem de acilen. 'Camekânla' kaplanıp duvara asılırsa fotoğraf, İhsan yaşıyor gibi olacak, Meryem Nine öyle zannediyor. Üstteki odada yıllar yılı asılı duran fotoğrafta olduğu gibi; annesi kolunu babasının omzuna atmış gülümsüyormuş ve sanki ikisi de hâlâ yaşıyormuş. Doksana merdiven dayamış bir anne, altmış küsur yaşında ölen 'yavru'sunun fotoğrafına bakıp mırıldanıyor; "Oğul, ah oğul!" Mehmet Dede de mırıldanıyor; ama başka türlü; "Allah'tan geldik ona döneceğiz."
Müzeyyen Senar da bizim köylü
İki ünlü ses sanatçısı Muzaffer Akgün ve Müzeyyen Senar'ın Gövezli olduğunu Hasan Dede'den öğreniyoruz. Muzaffer Hanım'ın köyden çıkışını onun ağzından dinleyelim: "Bursa'nın Çekirge köyünden yaşlı bir adam buralara gelirdi bizim çocukluğumuzda. O adam, bir gün Muzaffer Akgün'ü merkebe bindirdi ve köyden götürdü. Yedi sekiz yaşlarındaydı. Bir daha da göremedik kızcağızı. Annesi, babası vardı emme fakir tabakasındandı. O yaşlı adam, İstanbul'a zengin tabakasından birine evlatlık vermiş çocuğu. Sonra sanatkâr oldu, televizyondan seyrettik biz de. Müzeyyen Senar, Koca Yayla'daki şölene geldi, orada bir şarkı söyledi, dönüşte köyünü gezdi. Şu anda acık keyifsizmiş duyuşuma göre."
***
Dikkat, köyler boşalıyor!
Keles, Orhaneli, Harmancık ve Büyükorhan İlçeleri ve köylerini kapsayan Dağ Yöresi'nde dernekleşmek hayli yaygın. Yörenin kültürel zenginliğine dikkat çeken Dağ-Der'in yanı sıra köy dernekleri de şehirde yaşayan köylülerle köydekiler arasında köprü kurmaya çalışıyor. Üyelerini kısa mesaj yoluyla köyde olup bitenlerden haberdar eden Gököz (Gövez) Köyü Sosyal Yardımlaşma Eğitim ve Kültür Derneği'nin başkanı Arif Doğru'ya kulak verelim; "Köyde sadece 37 hanenin bacası tütüyor. Geride kalanlar elli yaş ve üzeri. Yakın bir zamanda Çökene Köyü tamamen boşaldı, arazisi devlet Hazine'sine aktarıldı. Aynı tehlike bizim köyümüz için de geçerli. Toprağı işleyecek nüfus yok, maddi durum iyi olmadığı için modern tarım aletleri yok. Köyler bu yüzden boşalıyor; ama şehre gelenler de çıtayı çok aşağıda tutuyor. 'Bir fabrikada işçi olayım, maaşım garanti olsun, tamamdır.' diyorlar. Bizim amacımız, ikinci kuşağın iyi hedeflere odaklanmasını sağlamak. Köyler turizm açısından çok elverişli; ancak ekonomik değeri yok. Yollarımız virajlı ve kısmen bozuk; ama zaman içerisinde bu yöre bir ekonomik değer üretirse inanıyorum ki devlet de o yolları daha kullanışlı yapacaktır."
Fotoğrağlar: Mühenna Kahveci