22
Mayıs
2025
Perşembe
ANASAYFA

Aristidi Kaptanları Çok Arıyorum!..

Çoğumuzun yaptığı gibi, kış aylarından yaz tatilimin planlarını yaparım. Bu yaz bir sorun olmazsa Ayvalık’a oradan da bir iki günlüğüne Midilli Adası’na geçmek istiyorum. Planım tutar Midilli’ye geçersem sorup soruşturacağım ve Aristidi Kaptanın mezarını bulacak ve üzerine memleket toprağını serpecek ve oraya bir de Fenerbahçe rozeti bırakacağım...

Şimdi bu da nerden çıktı diyeceksiniz?

Aristidi Kaptan’ı ben de tanımadım. Bana okuyucularımdan Banu Kaan’dan O’nunla ilgili bir e-posta iletisi gelinceye kadar... Duyarlı okuyucum Doğan-Bodrum’dan aldığı, Haldun Sevel’in “Böyledir Denizler Ülkesinde Yaşamak” isimli kitabından yola çıkarak Aristidi Kaptanın öyküsünü gönderme lütfunda bulunmuş. Amatör denizci, ressam ve yazar Haldun Sevel’in kitabını okumadım ama ilk fırsatta bulup okuyacağım.

Haldun Sevel, 1994’de Maviş isimli küçük teknesiyle Ayvalık’tan yola çıkmış, Midilli’nin “Kolpos Yares” isimli koyuna demirlemiş. Geceyi orada geçirdikten sonra ertesi sabah kulağına Anadolu ezgilerini anımsatan bir türkünün nağmeleri gelmiş:

“Ela popses tukoma
Masu pekso baklama
Naka tebu niyageli
Napoleksi çiftetelli, Çiftetelli, çiftetelli...”

Sözü Haldun Sevel’e bırakıyorum:

“Ayağa kalkıp bakındım. Az ötede kayıktan geliyordu bu ses. Civardaki teknelere balık satan yaşlı bir adam, hem sazının tellerine vuruyor, hem de türkü söylüyordu. Kayıkta kürek çeken 12-13 yaşlarında bir kız çocuğu daha vardı.

İhtiyara birkaç el kol hareketi yapınca tombul kız kayığı Maviş’e yanaştırdı.

Yarım Yunanca ile balığın fiyatını öğrenmeye çalışırken; ihtiyar gayet temiz bir Türkçe ile sordu;

-Siz yoksam Türk müsünüz? İstanbul’dan Fenerbahçe’den mi yoksam?

Olumlu yanıtı alınca ihtiyar ile küçük kız birbirlerine bakıp gülmeye başladılar. Ardından ihtiyarın soruları geldi;

-Belvü duruyor mu Belvü?

-Murat’ın babası Mustafa kaptan yaşıyor mu?

-Todori ne durumda?

Ardından eski günleri anlatmaya başladı. Ben bundan 40-50 yıl önce Belvü Gazinosunda Müzeyyen Senar Hanımefendi okurken, Ona sahnede beyaz karanfil verdim, benim elimi sevdi, Onu yanaklarından öptüm.

Anlattıkça anlatıyordu...

İstanbul Rumlarındandı... Ona burada Aristidi Kaptan derlerdi. Yanındaki, Atina’da yaşayan kızından olma torunu Panayota idi. Tatil için gelmişti. Yoksa Aristidi adada yalnız yaşıyordu...

Aristidi kaptan sordu;,

-Sende rakı var mı?

-Evet var...

-Ama Atatürk’ün rakısından mı?

Haldun Sevel, herhalde Kulüp rakısı istiyor diye düşündü. Sonra birlikte Aristidi’nin koya bakan küçücük evine gittiler. Az sonra yemek masası; çiroz salatası, lakerda, sirkeli cacık, salata çorbası ve zeytinyağında kızartılmış iri barbunyalarla donatılmıştı...

Anlatmayı sürdür Aristidi Kaptan:

-Babamın dedesi İstanbulluydu... Son olarak Moda’da Mektep Sokakta oturmuşlardı. 6-7 Eylül 1955 olaylarından sonra ayrılmak zorunda kalmışlardı. Şimdi 80’ini aşmıştı. Haldun Sevel’in, yaşlısın, hastasın niye kızının yanına taşınmıyorsun? Burada doğru dürüst hastane yoktur. Demesi üzerine:

-Gitmem... Bak buradan memleketim görünüyor, memleketimi görüyor, memleketimi seyrediyorum buradan hiçbir yere gitmem.

Bu arada rakılar bitmiş, Uzolara geçilmişti.

Böylesine sıcak anılarla geçen birkaç günden sonra ayrılık vakti geldi. Sevel sordu;

-Tekrar geleceğim. Benden ne istersin?

Aristidi kaptan iki şey istedi. Atatürk’ün rakısı ve birde Fenerbahçe rozeti...

Haldun Sevel, o an farkına vardı. Aristidi Kaptan’ın yakasında yıpranmış, solmuş bir Fenerbahçe rozeti vardı.

Merakla sordu; Neden Fenerbahçe?

İhtiyar anlattı:

-Birinci Dünya Savaşından sonra İstanbul işgal edildi. İşgalci İngilizlere, Fransızlara beddua ediyorduk. Mütarekenin sonuna doğru babam heyecanla geldi. Maça gidecektik... İngiliz takımı ile Fenerbahçe karşılaşacaktı. İngilizler bu maç için kendi memleketlerinden, Malta’dan profesyonel futbolcular getirmişler. Haftalardır bu maça hazırlanıyorlardı. Herkes Fenerbahçe’nin perişan olacağını söylüyordu. Çok sert maç oldu. Fenerbahçe kazandı... Ortalık bayram yerine döndü. Sokaklarda fener alayları yapıldı. İstanbul halkı evindeki gaz lambalarında kullandıkları gazı dahi meşaleler yakalım, galibiyeti kutlayalım diye bize verdi. İşte bu rozeti o gün yakama taktım ve bir daha da çıkarmadım.

Aradan iki yıl geçti. Söz vermesine, çok istemesine rağmen Haldun Sevel Midilli’ye gidemedi. Nihayet 1996 yılında bir fırsat bulup; rakıları ve Fenerbahçe rozetlerini teknesine yükleyip yola çıktı. Midilli’de Aristidi Kaptan’ın kapısını çaldı. Ama bu geçen süre içinde Aristidi Kaptan iyice kötülemişti, ayakta zor duruyordu. Önce onu tanımadı. Haldun Sevel kulüp rakılarını, Fenerbahçe rozetlerini çıkarınca belleği yavaş yavaş yerine geldi:

-Niye bu kadar geç kaldın?

Zar zor yerinden kalktı, eski ceketini giydi. Yakasına yepyeni Fenerbahçe rozetini taktı. Sonrada Haldun Sevel’in koluna girip kahvenin yolunu tuttu. Oflaya puflaya, dura kalka, nefes nefese kahveye vardı ve Fenerbahçe rozetini gururla arkadaşlarına gösterdi:

-Size demiştim. Geldi işte rozetim, geldi...

Ağlıyordu...

Kahveden koca bir alkış sesi yükseldi.

Bundan kısa bir süre sonra Aristidi kaptan dünyaya gözlerini yumdu. Mezarına Haldun Sevel’in Moda’dan alıp götürdüğü memleket toprağı serpildi, Fenerbahçe rozeti konuldu...”

Bu yaşanmış öyküdeki Aristidis Kaptan gibilerini ne yazık ki, memleketlerinden kopardık... Onları hep asıl memleketlerine olan hasretleriyle baş başa bıraktık...

Mübadele, zorunlu göç acı bir olaydır. Tarih boyunca bunu yaşadık ve yaşattık. Aslında bu zorunlu göçler toplumsal, ekonomik ve siyasal bir olaydır. Ancak insanların yaşamlarını etkiler. Aileler parçalanır, mallar mülkler yitirilir, geride koskoca bir yaşam terk edilmek zorunda kalınır. Hükümetlerin anlaşmasıyla insanlar memleketlerini değiştirir. Ne gidenler yeni memleketlerine ısınır, ne de oradakiler gelenlere hoşgörü ile bakar...

Aristidi kaptan da bu insanlardan bir örnek... İstanbul’da doğup büyüyüp ve yaşamış, bizlerden biri... Sonra ne olmuş Demokrat Parti’nin en büyük siyasi yanlışı ile 6-7 Eylül olayları meydana getirilince bu insanlar yerlerinden yurtlarından edilmiş... Onun ardından 1970 yıllarındaki bir takım ekonomik siyasi tedbirler bu memleketin ekalliyet dediğimiz insanlarının bizleri terk etmesine neden olmuş...

Bu yıl izlediğimiz, Yılmaz Karakoyunlu’nun aynı isimli romanından yola çıkılarak Tomris Giritlioğlu’nun yönetmenliğinde çevrilen “Güz Sancısı” filmi o günleri, o günlerde oynanan oyunları ne kadar güzel perdeye yansıtıyordu.

Kuşkusuz, anlayana...

Objektif bir yaklaşımla o günlerin İstanbul’u birbiriyle kaynaşmış bir insan mozaiği ve kendine özgü bir kültürü vardı. Herkes birbirine saygılıydı. O günleri Kuzguncuk’ta beraber yaşamış, birlikte top oynamış bir kişi olarak o insanlar gitti, yerleri ne oldu?

Onların yerleri boş mu kaldı? Yoksa yerlerini kimler doldurdu?

Türk futbolunun büyük yıldızlarından Lefter Küçükandonyadis’in Kadıköy,Yoğurtçu Parkına heykelini dikmekle o insanların acılarını hafifletip kendimizi temize mi çıkardık?


 


erdemyucel2002@hotmail.com
 

Yayın Tarihi : 7 Mayıs 2009 Perşembe 10:55:47
Güncelleme :7 Mayıs 2009 Perşembe 20:29:06


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
Teoman Törün IP: 85.103.70.xxx Tarih : 8.05.2009 14:51:26

Yazarın ayrı etnik ve dinsel kimliklerdeki insanların dostluklarını anlatan bu yazısı ibret vericidir. Bu ideal yaklaşım, büyük ozanımız Tevfik Fikret "Halûk'un Amentüsü" isimli şiirinde "milletim nev-i beşer" ibaresi ile özetlenmiş. O zamanki hükûmetin ve bazı derneklerin dirayetsizliğinin eseri olan 6-7 Eylûl,1955 faciasını bir Türk olarak büyük bir utançla hatırlıyorum. Fazla tahribatın yapılmadığı Anadolu yakasında olduğumuz için, zararı sadece bir vitrin kırılmasından ibaret kalan komşumuz Rum bakkal Kiryako'ya: "geçmiş olsun" dileğimi samimî bulmadığı gibi bir hisse kapılmış; derinleşecek bir husumetten ürkmüştüm. 1972 yılında yurda ailece dönerken uğradığımız Selanik'de, yakıt ikmâli yaptığım benzinciden Atatürk'ün evini sorduğumda bayağı tedirgindim. İngilizce bilmeyen benzinci: "Haaa, Kemalî, Kemalî" dedi ve sonra komşu kundura tamircisini: "Hey, Pedro" diye seslenerek çağırdı. Kılıksız görünen kunduracı, hafif aksanlı, fakat olaganüstü mükemmellikdeki İstanbul Türkçesi ile, büyük bir nezaket ve saygı içersinde bana, Türk Konsolosluğunu ve yanındaki "Ata Evini" tarif etti. Bu defa da Pedro'nun anlayış ve büyüklüğünden çok  utanç duydum. Yazmakda olduğum "İnanç ve Hoşgörüsüzlük" dizisinde 6-7 Eylûl olaylarına da (tarafsız olma dışında), sayıları az da olsa gerçek milliyetçiliğin ne olduğunu bilmeyen bazı aldatılmışları aydınlatmak için yer vereceğim.                 


mehmet ersindigil IP: 84.62.46.xxx Tarih : 8.05.2009 12:47:07

Uzun zamandir yazilarini takip ederek okuyorum,Hepside tarih kitaplarina ders niteliginde bu güzel yazilar icin ellerine saglik demeden gecemiyecegim Hocam. Ne demisler,Atalarimiz, Bülbülü altin kafese koymuslar ötmüs ille vatan ille vatan.1970 senesinden beri almanyadayim,Ve insalcil bir sekilde yasamaktayiz, Her türlü konfora sahip sayiliriz.Yani her türlü sosyal haklara sahip sayiliriz.Ama Anavatanimiz aklimizdan hic çikmiyor.

Her ne olursa olsun ben sahsen Almanya,ya isinamadim,Kimi doydugun yer vatan sanır, Bence yanlistir.Ben dogdugum yeri ve vatanimi hic birseye değismem.En büyük sıkıntıyiı da seve seve güle oyniya izine gidip Hos ve güzel tatil günlerini gecirip geri dönme günleri gelip cattimi iste o zaman yürekten beyinden birseyler alip götürüyor.Aristidi,de belliki dogdugu yeri unutamamis ve belki o hasretle vefat etmistir.Topragi bol olsun selamlarimla.


Cevdet ÜSTÜNDAĞ IP: 88.235.24.xxx Tarih : 11.05.2009 10:39:20

Sayın Yücel, yazı için öncelikle teşekkürlerimi sunuyorum. Evet, "Mübadele" büyük yaralar açtı Anadolu'nun bağrında. Fakat, Lozan'da bu "Mübadele - Karşılıklı Değişim" i isteyen Yunanistan olmuştu, bunu da bilmemiz gerekir. Kapadokya'daki Gelveri Köyü'nde konuştuğum bir mübadil, Yunanistan'daki çocukluk anılarını anlatırken ağlamıştı 1999 yılında. Yine o köye gelip, dedesinin yaşadığı ve babasının doğduğu evi aramaya gelen Yunanlı ailenin gözlerindeki hüznü hiç unutamam. Ya Atina'nın en işlek caddelerinden birisi olan "Muğla Caddesi" ne ne demeli? Sanırım bu mübadele talebindeki Yunan kaygıları, geride kalan soydaşlarımız sıkıntı yaşar, endişesiydi? Ancak, Anadolu'da 'kendisine kılıç çekmemiş birine asla el kaldırılmadığını' bilmedikleri ortadaydı. Tıpkı 1915'te suçsuz yere Kuzey Suriye'ye sürgün edilen bazı Ermenilere sahip çıkıldığı gibi suçsuz Rumlara da sahip çıkardı bu toplum. Eline kana bulamış ve yaşadığı topraklara ihanet ederek, işgalcilerle işbirliği yapanlar zaten kendiliğinden çekip giderdi. Merhum Yunanlı Tarihçi S. Yerasimos ne güzel ama hüzünle anlatır bu meseleleri...


selim namer IP: 78.188.29.xxx Tarih : 9.05.2009 13:34:22

Yazdığınız yazı harika,Bugün vatanını seven böyle insanlar kaldımı acaba?Yazı çok anlamlı,anlaya bilene davul zurna az ,derler 'ya Bu misal fakat mezarlarında bile TÜRKİYE  topraklarını görmek istemeleri harika bir düşünce,biz ise şimdi vatan nasıl bölünür gibi düşüncelerle savaşıyoruz. BU HALE NASIL DÜŞTÜK ACABA