Türkiye’de basının artık iş sahiplerinin, devletle işi olanların yönetiminde olduğunu bilmeyen yok…
Basın Tarihimize şöyle bir göz attığımızda eskiden gazete sahiplerinin, genel yayın yönetmenlerinin hep basından gelmiş kişiler olduğunu görürüz... Oysa gün de değişti devran da… Artık basınımızın bir ikisi dışında meslekten yetişmemiş kişilerin elinde, kendi ticari amaçları doğrultusunda yayın yaptıklarını üzülerek görüyoruz… Böyle olunca da basına yıllarını vermiş, bu konuda patronlardan çok tanınan, topluma mal olmuş kişilerin esamisinin okunmadığı, bu karmaşanın bir başka yönü…
Son yıllarda görüldüğü gibi ne kadar önemli yazar olursanız olun, yazılarının hiçbir önemi yok… Patronlar tepeden bir uyarı gelmediği sürece köşe yazılarını pek okumazlar. Onlar için gazete patronluğu yalnızca kendi çıkarları için kullandıkları birer araç olmaktan öteye gitmez.
Gerçekte pek çok kişinin gıpta ettiği köşe yazarlığı, gazetenize göbek bağı ile bağlıysanız çok zordur. Yazılarınızdan birisi bazılarının işine gelmeyip, patron arandığında işiniz bitti demektir… Yıllarınızı verdiğiniz gazetenizden bir anda ayrılmak zorunda kalırsınız. Basın artık tröstleştiğinden ve hepsi de üç aşağı beş yukarı aynı patronların elinde olduğundan başka bir yerde iş bulmanız da biraz güçtür. Unutmadan hemen ekleyeyim sizin o gazeteden ayrılmanız tirajı düşürse bile bunun patronlar için pek de önemi yoktur.
Kısa bir süre öncesi Hürriyet denilince akla gelenlerin başında Emin Çölaşan ve Bekir Coşkun geliyordu. Kısa bir süre sonra onları Necati Doğru, Mine Kırıkkanat, gibi köşe yazarları izledi… Büyük olasılıkla yazdıkları hoşa gitmeyenler tarafından patronlara yapılan baskı ile ayrılmak zorunda kalmışlardı. O iki yazarın peş peşe ayrılmalarından sonra gazetenin satışı düştüyse de patronların umurunda olmadı…
Geçtiğimiz günlerde Türk basınının önde gelen yazarlarından Oktay Ekşi de aynı akıbete uğradı. Hürriyet’e verdiği 22 yıllık emek bir anda yok sayıldı… Oktay Ekşi içeriği doğru bir yazı yazmıştı ama bir yerde sürçü lisan ederek “Bunlar analarını bile satan zihniyet” diye yazmıştı. Herkesin kabul ettiği gibi ağır bir sözcük… Bunca deneyimli, feleğin çemberinden geçmiş bir yazarın o cümleyi kullanmaması gerekirdi. Ama dilin kemiği yok derler ağzından veya klavyesinden çıkıvermişti, söylenmemesi gereken o dört kelime…
Nedense hiç kimse iktidarın hidroelektrik santralleriyle ilgili politikasını eleştiren yazısısın içeriği ile ilgilenmedi… Karadeniz’in doğasını karmakarışık eden, tünellerin açıldığı akarsuların bir araya getirildiği bitki, çiçek, hayvanları etkileyen bu tür uygulamalar florayı yok ettiği gibi turizme açılması gereken yerleri de ortadan kaldıracaktır. Bunun üzerinde durulmadı ve yalnızca klavyeye dökülen o dört kelimenin üzerinde durdu!... Bu ifade iktidarı kızdırdı, gazetenin önünde protestolar yapıldı, idare binası önünde gazeteler yakıldı…
Başbakanın da Cumhuriyet Resepsiyonunda “Eğer gazetecilik buysa bu zihniyetle mücadele etmem, savaşırım” demesi sanırım patronları ürkütmüş olacak ki, Ekşi baskılara dayanamadım diyerek istifa etti. Kişiler arasında geçen konuşmaları bilemeyiz ama büyük ihtimalle patronu kendisine başımıza iş açıyorsun en iyisi sen paranı al ve ayrıl demiş olmalı... Ekşi her ne kadar son yazısında “Ayarı kaçırmışız, özür dilerim” diye yazmışsa da özrü kabul görmemiş… Birkaç yıl öncesi benzeri bir durum Çölaşan’ın da başına gelmiş, istifa etmiş, ancak kendisine sağlanan olanağı kabul etmemişti.
Oktay Ekşi 1998 yılından bu yana Hürriyet’te başyazarlık yaptığı gibi Basın Konseyi başkanlığı görevini de yürütüyordu. Kısacası çekirdekten yetişmiş bir gazeteciydi. Bazılarını öylesine kızdırmış olmalıydı ki, Başbakan yardımcısı Bülent Arınç , “Yeterli değil. Ekşi’nin Basın Konseyi Başkanlığı’ndan da istifa etmesini bekliyorum” demişti… Basından öğrendiğim kadarıyla Hürriyet Gazetesi ve Ekşi hakkında kişilik haklarına saldırıda bulunulduğu gerekçesiyle manevi tazminat davası açılmış…
Oktay Ekşi basın Konseyi Başkanlığından bu söz üzerine ayrılır mı, ayrılmaz mı bilemeyiz… Ancak yazarlar da sınırlarını bilmeli ve onları aşmamaya gayret göstermelidirler. Bununla beraber bazı gazetelerin yazarları basın kural ve etiğine uymayan yazılar yazarak ağızlarına geleni söylemişlerdir. Kendisine hakaret edilenlerin başında da Fatih Altaylı gelmiş, sağcı bir gazeteci onun hakkında edep dışı yazılar yazmıştı. Ne garip ki, o yazarlar hakkında ne dava açılmış ne de yöneticilerden ikaz gelmiştir!..
Merkezi Paris’te bulunan Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütünün yayımlandığı ülkelerin 2010 basın özgürlüğü sıralamasında Türkiye’nin 138. sırada yer almış olması biraz garip değil mi?
İlk sıralarda Finlandiya, İzlanda, Hollanda, Norveç ve İsveç’in yer aldığı sıralamada 138. Türkiye’ni altında Etiyopya, Rusya, Kuzey Kore, Türkmenistan ve Eritre bulunuyor…
Her şey bir yana Türk basını şimdilik de olsa bir devini daha yitirdi… Büyük olasılıkla artık herkesin bildiği, sarı öküz hikayesi bir kez daha sahneye konuldu.. Okuyucuları O’nu çok özleyecekler…
Türkiye’nin tanınmış yazarlarının işlerine son veren patronlara kızmalı mı yoksa üzülmeli mi? Yoksa meşhur sözdür korku dağları mı bekliyor?
erdemyucel2002@hotmail.com
Ellerine saglik Hocam"Güzel bir konuya deginmissin.Günümüzde Hükümet ve Basbakan hakkinda yazi yazan yazarlara yasama hakki taninmamaktadir.Hükümet ve Basbakan hakkinda yazi yazildigi zaman o yazar her kim olursa olsun ekmegi kesilir.Cünkü Patronlari devlete borcludur.Borclu olan bir gazete patronu oldumu mutlaka Hükümete karsi yagcilik yapmak zorundadir.
Hatta ikdidar Hükümetin propagandasini,da yapmak zorundadir.Ancak o zaman o gazete sahibine yasama hakki taninabilinir.Karalama veya kücük düsürücü yazi yazan yazar oldumu Önce gazete sahibini Hükümet tarafindan ipe cekilir.Gerci idam yok ama idam olmustan beter ederler.Ayriyeten yazarlarin unuttugu birsey daha var.Basbakanimiz Kasimpasali,dir.
Ama ne hikmetse bir terörist basi ile bas edemiyor.Ve Halktan zar zor toplanan vergilerle o mahluk krallar gibi yasamaktadir.Yiyecegi kontrol altinda doktorlarin himayesinde asil buna yan gelip yatmak denir.Hükümet ne kadar yalanlasa dahi o mahluk ben Hükümetle iki anlasma yaptim diyor.Demek oluyor,ki Basbakanimiz,da baska bir yerden emir aliyor.Cünkü bu mahluka gücü yetip birsey yapamiyor.
Hani Türkiye Cumhuriyeti hür ve özgür bir devletti.Hükümet,i elestiren yazi yazan yazara ceza, Patronuna ceza, ileri geri konusana ceza,Muhalefet edene ceza,Fakat Asker öldürene,Sivil öldürene,Cocuk öldürene,Köy basip tarayana,sagda solda bomba atana ceza yerine af var.inanin ben birsey anlamadim.Anlayan varsa bana izah etsin saygilarimla.
benim sahsi görüsümde her ne olursa olsun bir is yeri is yeridir is yerinde zamanimiza göre kisiler vardir herkez bu catinin kurulmasi ve dik durmasi icin caba harcar bu cabanin karsisinda para alir bu paranin buraya gelmesi gerek baska cikar yolu simdiki zamanda yoktur her is yerinin kurallari vardir her isin basida bulunduklari memleketin kurallari vardir bu kurallar islemez dandiklesirse kisilere göre muamele olursa paranin kölesi olunulursa hic bir kurum aldiklari paranin hakkini veremezse güvensiz düzensiz disiplinsiz bir is yeri ve halk dogar sonrada ayni hataya benzeyen iki kisi arasinda o öyle bu böyle ceza aldi ile ugrasir ona dokunuldu buna ödül verildi vs. vs.edirnedeki hakim bir davaya 4sene verir agridaki benzer davaya 1 yil verebilir orda kapanir itiraz hakkin baska yerdir bunu irdelemek karistirmak ne fayda saglar Futbolumuzdaki oyuncularin % delik orani cok hakeme itaraz ettikleri gibi bir sey bunuda anlayamiyorum ne fayda getiriyor Herneyse de napolyonuda bana andirdiniz ne demis siz bilirsiniz
Merhaba erdem abi.köşenizi okudum vallaha ne yazacamı bilemedigim için aklıma okuduğum bir fıkra geldi-Nasreddin hoca ile balık- hoca yolculuk sırasında mola verip bir hana girer, bu sırada hana bir başka yolcu daha girer ve ikisi birden hancıdan yiyecek birşeyler isterler. Fakat hancı yiyecek olarak sadece bir balık olduğunu söyler ve bunu paylaşmalarını önerir. Bunun üzerine hoca 'ben balığın sadece başını yiyecem' der. Hancı bunun nedenini sorar, hocada 'balık başı zekayı arttırır,balık başı yiyen insan akıllı olur' der. Bunun üzerine diğer yolcu hemen atılır ve hocaya 'balık başını niye sen yiyeceksin, ben yemek istiyorum' der.
Hoca da itiraz etmez ve balığın koca gövdesini hoca yer ve bir güzel karnını doyurur, diğer yolcu ise sadece balığın başını yer ve sonra hocaya seslenir
'sen koca gövdeyi yedin karnını doyurdun ben sadece kafayı yedim aç kaldım ' der
Hoca da bunun üzerine şunu der 'Bak nasıl akıllandın' ...
Artık balığın kafasını yememeye başladım fıkrayı okuyunca erdem abi:))))Balığın kafasıda gerçekten karın doyurmuyor.! Acaba diyorum ;senin köşenede yazdıgım fıkra uydumu diye düşünüyorum.?Seninde herzaman söyledigin gibi,kıssadan hisse çıkar bu fıkradan...kusura bakma erdem abi,sizin köşenize yorum yazarakta kafanızın etini yiyorum:))))saygılarımla.erdal geyikçi-sanatcı..