‘’Kamu binaları ideolojiden, kimlikten, inançtan, v.s.’den konuşmaya başlayınca, mimarlıktan konuşmaya mecalleri kalmıyor. Sonuçta, çevremizi kuşatan o mimarlık kılığına bürünmüş dayatmalar yüzünden, bizim de hem mimarlıktan, hem de bize binalar sayesinde belletilmek istenen mimarlık-dışı konulardan konuşma hakkımız elimizden alınmış oluyor. Oysa, artık ‘karnından konuşan’ binaları ve müsebbiplerini susmaya davet etmenin vakti geldi de geçiyor bile…’’
Yazımın başlığı ve altındaki cümleler, İstanbul Serbest Mimarlar Derneği’nin Taksim, Atatürk Kültür Merkezi Sanat Galerisi’nde açmış olduğu ilginç sergiden alınmıştır. Sergiyi düzenleyenler Doğan Tekeli ve arkadaşları ile sergi küratörü Uğur Tanyeli’dir. Sergiyi gezerken, serginin ilginç temasına rağmen meslekten olan veya olmayan çok az kişi tarafından izlendiği kanısına vardım. Bunda toplum kültürünün mimarlık ve diğer güzel sanat konularına ilgisizliğinin yanı sıra, sergi mekânının da sapalığı rol oynamış olabilir. Çünkü opera binası olarak başlayan projeye, bitimine yakın kültür merkezi işlevi verilmesinden midir nedir, sergi salonunun, üvey evlât muamelesi ile zor ulaşılan en üst kata konmasının da ilgisizlikte rolü var gibime geliyor. Bu nedenle, 29 Aralık 2007’de kapanan serginin yakın zamanda daha göz önünde bir mekânda tekrarlanmasını diliyorum.
İstanbul Serbest Mimarlar Derneği, mimarlık tasarım ve uygulamalarının gelişmesi ve niteliğinin yükselmesini, mesleğin toplumda etkinlik ve saygınlığının gelişmesini amaç edinmiş, yaptıkları yapılarla bu ilkeleri ispatlamış bir avuç mimarın kurduğu bir oluşum.
Sergide teşhir edilen binaları yapanların kendilerine özel dünya görüşlerine uygun, ancak çağdaş mimarlık anlayışından ve meslek ilkelerinden uzak olarak projelendirip uyguladıkları binalardan seçilmiş fotoğraflar var. Sergide, yapıları oluşturan mimarları teşhir etmedikleri gibi, yapılar hakkında genel değerlendirmeler yaparak sonucu bizlerin izan ve idrakine bırakmışlar.
Teşhir edilen fotoğraflardan ilginç örneklere genel hatları ile bakalım:
• Dînî mimaride (camilerde) çağdaşlıktan uzak, Osmanlı’nın kötü kopyalarının inşasına devam edildiği görülüyor. Yapılan camilerin klasik Osmanlı camilerinden farkı, bozuk oranlar ve anormal yüksek minareler. Bir de kötü detay, kötü işçilik ve kötü malzeme seçimlerini de söylemek gerek.
• Ankara, Keçiören’de ‘Estergon Kalesi’ diye hamâsî ismi olan bir kültür merkezi yapılmış. Akıl almaz kale duvarlarına Ankara Kalesi uzaktan bakıp gülümsüyor olmalı. Bina tepesine her halde Selçuklu olsun diye bir kule ve piramit külâh geçirmişler. (Bunun orijininin Ermeni kilise mimarisi olduğunu bilmiyorlar, bilseler yapmazlardı)
• Çeşitli illerde yapılan adalet sarayları, kimlik arayışları içinde çabalayan projeler. Taç kapıları ile Selçuklu mu desem, sivri kemerleri ile Osmanlı mı desem, motifleri ile arabesk mi desem bilemiyorum. Bunlar akılcı değil, şekilci tasarımlar. Velhasıl ne eski dönemin, ne de bu dönemin yapıları değil. Sergide yer almayan, aynı arayışlar içinde okul bina ve projeleri de var. Osmanlı geriye dönüp Selçuklu’yu yapmamış ama biz geriye dönüp her ikisini de yapmaya çalışmışız. Gerek Adalet Bakanlığı, gerekse Milli Eğitim Bakanlığı, mimari proje yarışması açmak yerine yandaş mimarları tercih etmiş olmalılar.
• Ankara Atatürk Kültür Merkezi tasarımında Selçuklu’nun çifte minaresi de var, Horasan da var, İslâm da var, Hint bile var. Bu projedeki amaçları, İstanbul’daki gibi, Ankara’daki mevcut AKM’yi de yıkıp yerine bu ucubeyi yapmak olmalı.
• Urfa’da bir çeşmeye, D’Aranco’nun Maçka’daki Art Nouveau stili çeşmesini ve üzerine Sultanahmet’teki III. Ahmet Çeşmesi’nin geniş saçaklarını ve kubbeli çatısını oturtmuşlar. Söyleyecek bir şey bulamıyorum. Buna karşın yine Urfa’daki Balıklı Göl düzenlemesi, çevreye uyan, oranları ve detayları ile beni iyi bir mimar yaptı diyen yapılar.
• Dicle ve Harran üniversitelerindeki giriş kapılarında yapılmış eskiye göndermeler, gereksiz gayretkeşlikler. Mimarlıkla ilgileri yok.
• Eyüp’te, bu günün teknolojisi ile betonarme olarak inşa edilmiş otelde, gerek kitle ve pencere oranları, gerekse cephelere geçirdikleri ahşap ve aşı boyalı kılıfla Osmanlı’nın geleneksel ev tipolojisinin benzerini yapmak istemişler. Piyer Loti tepesine çıktım ve binayı yerinde gördüm. Kanımca, otel projesinde Eyüp’ün mistik havasını vermek ve çevredeki sürekliliği sağlamak istemişler. Ama işin kolayına kaçmışlar. Böyle bir yerde çevre dokusu ve oranları ile çelişmeyen çağdaş bir proje ile de aynı efeyi vermek olası idi. Ama öyle bir proje yapmak, ancak üstat bir mimarın harcı olabilirdi.
• Eskişehir’de Porsuk üzerine XIX. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da yapılmış yapılar stilinde köprü, havuz ve heykeller yapılmış. Üniversiteyi kuran, Eskişehir’i toz topraktan, büyük bir köy olmaktan kurtarıp opera, tiyatro, kitaplık gibi tesislerle uygar bir kente dönüştüren, Porsuk deresini yaptığı barajla şişirip nehir haline getiren, nehirde tekne, caddede tramvay işleten, kentliye park ve heykelleri sevdiren, yüzü batıya dönük, eski rektör, yeni belediye başkanı ve de heykeltıraş bir adam, bu kadarcık da kapris yapsın diyorum. Dostum Zafer Koçak, ‘köprü ve heykelli havuzun tek başına fotoğrafını çekince abartılı görünüyorlar; ama bu objeler kent ölçeği içinde kaybolur, uyum sağlayabilir ve yadırganmayabilir’ dedi. Ben de şöyle düşündüm: Çağdaş mobilyalarla tefriş edilmiş bir evin bir köşesinde evin hanımının isteği ile iki Fransız stili koltuk, veya bir İngiliz stili chesterfield kanepe bulunabiliyor. Bu kent mobilyalarını da öyle algıladım.
Avrupa Birliği ülkelerinin mimarlığı ilgilendiren yasalarında ‘Mimarlık kültürün bir ifade şeklidir’ mealinde bir söz yer alır. Sergilenen yapılaşmalar, kendi yolunu arayan bir kültürün, açık söylemek gerekirse dinsel şekilcilik ve hamaset edebiyatı içinde yol almak ve bunu topluma kabul ettirmek isteyen, kendilerine özgü bir kültürün dışa vurumu oluyor. Bu günün iktidarının politik anlayışını, bazı oluşum ve icraatını dikkate alınca, kamu mimarisine yapılan bu müdahaleleri ‘eşyanın tabiatına aykırı’ bulmuyorum. Çünkü her dönem, kendi kültürünün meyvelerini verir.
Şimdi bana diyeceksiniz ki, be kardeşim, bütün bu yapıları mimarlar yapmıyor mu? Ben de size diyeceğim ki, her zaman, her kültüre yatkın mimarları ve de bukalemun tavırlı mimarları her dönemde bulabilirsiniz.
Esasen, politik rejimler her dönemde mimarlığı etkilemiştir. Örneğin, Hitler döneminin nazi, Mussolini döneminin faşist, Stalin döneminin totaliter rejimleri kendi mimarilerini yaratmışlardır.
Yurdumuza gelince:
Dünyada milliyetçilik akımlarının ortaya çıkması ile Osmanlı’nın çok dinli, çok dilli imparatorluk yapısının sona erdiği yılların son çırpınışları içinde gelişen millî mimari akımı, Kanuni dönemi Osmanlı’sının klasik mimarisine dönüş özlemi içinde idi.
Cumhuriyet döneminde, Atatürk’ün ‘ülkeyi muasır medeniyetlerin üstüne çıkarma’ çabaları içinde gelişen çağdaş mimari, İnönü’nün II. Dünya Savaşı döneminde, ikinci defa millî mimari akımına dönüşmüş, Demokrat Parti’nin ‘Küçük Amerika’ hayali ile Amerikan etkili modern mimari ortaya çıkmıştı. Demokrasiye dönüş çabaları içinde geçen yıllardan, 1970’ler, 1980’ler müdahaleleri ile geçen çalkantılı dönemlerden mimarlık da etkilenmiş, kötü kentleşme ve gecekondulaşmanın önü alınamamıştır. Kentlerdeki aşırı nüfus artışları karşısında, yüksek öğrenim talebini karşılamak üzere Anadolu kentlerinde açılan üniversitelerdeki akademik eleman ve araç yetersizlikleri, son yıllarda liselerden gelen öğrenci kalitesindeki düşüşler, bilimsel çalışmalara yapılan politik müdahaleler ve iktidarın kendi kafalarına uygun adam kayırmaları, üniversitelerimizi dünya standartlarının altına düşürmüştür. (Mersin Üniversitesinde açılan sergideki ‘nü’ resimleri bıçaklayan, bilim, sanat ve etik değerlerden nasibini almamış öğrenciler var.) Yeni açılan mimarlık fakülteleri ile 30 yıl evvel 1000 kadar olan mimar sayısı, 30 binlere, belki de 40 binlere yükselmiştir. Bütün bu olumsuz gelişmelere karşın, az da olsa yetenekli genç mimarlar yetişmiş, kamu mimarlığı dışındaki Türk mimarlığı son yıllarda kayda değer gelişmeler göstermiştir. Şükür ki, mesleki etik ve ilkelerinden ödün vermeyen birçok mimarımız vardır.
Sergide teşhir edilen yapılardan rahatsızlık duyanlar, işte bu mimarlardır. Her halde bu dönem de geçecek, yurdumuzla birlikte mimarlık sanatımız da çağdaş ve istikrarlı günlere kavuşacaktır. Ancak, ‘Sel gider, kum kalır’ atasözünde olduğu gibi, bu binalar yerlerinde kalacak ve eklektik olarak dahi nitelendirilemeyecek bu yapılar, geleceğin mimarlık tarihçilerine ders konusu olacaktır.