17 Aralık’ta AB’nin Türkiye’yi güya aday yapma kararından da anlaşılacağı üzere Kıbrıs konusu önümüzdeki günlerin en aktüel konularından biri olacak. Hükümet, ne derse desin, Güney Kıbrıs Rum Yönetimini bütün Kıbrıs’ın meşru hükümeti olarak yavaş yavaş, güya kamuoyumuza çaktırmadan (!) tanıma niyetinde.
KKTC’nin başında da kendi ülkesinin bağımsızlığını savunmayan bir Başbakan var. Başbakanlıkla yetinmediği gibi, Cumhurbaşkanı da olmak istiyor.
Bu konularla ilgili KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Rauf Denktaş’a bir mektup yazdım. Bazı sorularım oldu. Kendisi de eksik olmasın, bana cevap verdi.
Mektubumu ve cevapları sizlerle paylaşıyorum.
“Muhterem Cumhurbaşkanım,
Dikkatinize üç konuyu getirmek ve Kıbrıs meselesi ile ilgili Türkiye’de yürüttüğümüz faaliyetlerde bilgi sahibi olmak için cevaplarınızı almak istiyorum:
1- Kıbrıs Başbakanı Mehmet Ali Talat Türkiye’de hemen hemen katıldığı her programda, KKTC’nin tanınmayacağını, tanınamayacağını, zaten tanınmasına imkan olmayan bir devlet olduğunu savunmaktadır. KKTC’nin Başbakanının kendi devletini tanımayan bu söylemleri KKTC kanunları ve anayasasına göre makul mudur? KKTC’nin tanınması Başbakanın görevleri arasında değil midir? Kendi devletini tanımayan bir kişi, KKTC’de nasıl Başbakanlık yapmaktadır?
2- 24 Nisan referandumuna giden süreçte:
a- KKTC Meclisinin aldığı referandum kararı anayasaya uygun mudur?
b- Referandum neticeleri anayasaya uygun mudur ve geçerli midir?
3- Türk Hükümeti’nin AB’nin 17 Aralık 2004’de aldığı karara uyabilmek gayreti içinde daha evvel yok olduğunu söylediği Annan Planı’nı değişik bir ad veya kisve altında gündeme getirme gayretinde olduğu görülmektedir. Kıbrıs ile ilgili ortaya çıkacak planlarda, olmazsa olmaz şartı ile aranması gereken asgari şartlar nelerdir? Örneğin, Türkiye’nin eski anlaşmalardan doğan garantörlük haklarının korunması ve anlaşma yürümediği takdirde KKTC’ye ayrılabilme hakkı verecek şekilde KKTC’nin anlaşmanın imzalandığı sırada, eş zamanlı olarak egemen bir devlet olarak dünyaca tanınması yeterli olur mu?
Muhterem Cumhurbaşkanım,
www.kenthaber.com’daki makalelerimi tetkik ettirebilirseniz, AB ile ilgili olarak Türkiye’nin sadece 17.12.2004 bildirisinin (özellikle 23. maddesi) ile ilgili değil ama özellikle 29 Ekim’de Roma’da imzalanan ve ileride anayasa haline gelecek anlaşma dolayısıyla AB’ye tam üye olmaması gerektiğini, buna karşılık belirli bazı avantajlar elde ederek özel statüyü kendisinin teklif etmesi gerektiğini savunuyorum.
Hürmetlerimle arz ederim.”
****
Mektubuma Sayın Rauf Denktaş’ın verdiği cevaplar da şöyle:
Cevap 1- Sayın Talat’ı, Başbakan olduğu KKTC’nin tanınmayacağı yönündeki açıklamaları nedeniyle her fırsatta ikaz ediyorum. Akıllı bir kişi olmasına rağmen, Amerikalıların bu görüşünü tekrarlıyor. Tabanından mı çekiniyor bilmiyorum. Bu tür açıklamaları ile pazarlık gücümüzü de zayıflatmış oluyor. Anayasaya göre bunları söylememesi gerekir. Yeminine de aykırıdır.
Cevap 2- 24 Nisan referandumunda Meclis’in aldığı karar, bana göre Anayasaya aykırı bir karardı. Devleti ortadan kaldıran bir planı halkın oyuna sunmamalıydı. Yetkimi kullanarak konuyu Anayasa Mahkemesi’ne götürdüm. Maalesef, beklenmedik bir kararla, yasayı Anayasaya aykırı bulmadılar. Dolayısıyla referandum sonucunu yeniden mahkemeye sunacak halimiz kalmadı. “Halkın iradesi tecelli etti” diyorlar. Evet diyenler sorulan sorulardan hangisine evet dediler, belli değil. Hangi baskıya, hangi tehdide boyun eğdiler, o da belli değil. Kaç kişi, “Evet derseniz devletiniz tanınacaktır” sözüne inanarak evet dedi, bilinmiyor. Dünya ve TC Hükümeti bu sonucu geçerli addetti ve Türk tarafı için çok alkış aldı, çok sempati topladı. Ancak, bize evet dedirtmek için verilen sözler henüz yerine getirilmedi. Bu bir yana, ortadan kalkmış olan Anan Planı’na evet dedirtenler (ABD,AB) şimdi “Annan Planı’na evet dediğinize göre bundan sonra egemenlik, devlet, bağımsızlık, tanınma isteyemezsiniz” şartını getiriverdiler. Biz, sanki bu şartları kabul etmişiz gibi sadece izolasyonların kaldırılması üzerinde duruyoruz; bu “ahlaksızca şartları kabul etmiyoruz” diyemiyoruz.
Önemli husus şudur: Referanduma kanmış olan Annan Planı, “reddedildiğim takdirde hiçbir hükmüm, hiçbir etkim yoktur” diyen bir maddeyi de içermekteydi. Dolayısıyla kendimizi hala buna bağlı addetmenin hiçbir anlamı da yoktur. Ancak, ABD, AB, BMGS ve evetçiler, “Annan Planı masaya gelebilir, Rumların istediklerini bir görelim” diyorlar. Şaşmamak mümkün değil.
Kanımca, 1968’den bu yana süregelen görüşmelerden ve özellikle iki ayrı referandumla vurgulanmış olan gerçeklerden sonra, bizim hala, bunlardan çıkan bir sonuç yokmuş gibi, (1) Rumlar Kıbrıs’ın meşru hükümeti addedilmesi ve (2) Kıbrıs meselesi 1974’de başlayan istila meselesidir diyerek yoluna devam edip (3) bizi azınlık, (4) Türkiye’yi istilacı diye takdim ederek (5) mal-mülk konusunda geriye dönüşü hak bilirlerken (6) ısrarla 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin varlığını savunup (7) bizim eşit egemenliğimizi, bağımsızlığımızı redde devamı milli siyaset bilip, durmadan silahlanarak, Adada Yunanistan’a askeri üsler vermek suretiyle olduğu kadar 1960 Antlaşmalarına rağmen Türkiye’nin henüz üye olmadığı AB’ye müracaat etmek suretiyle, Akritas Planı’nın öngördüğü şekilde bu antlaşmaların temel olarak aldığı içteki Türk-Rum eşitliğini, dıştaki Türkiye-Yunanistan dengesini yok etmek suretiyle 1960’ın Kıbrıs’ından tek bir eser bırakmadıkları aşikar iken, bizim, bütün bu gerçekleri ve gelişmelerde Rum’un esas niyetini kaale almadan, gıyabımızda hazırlanan planların peşinde uzlaşma aramaya devam etmemiz ya kendi kendimizle alay etmemizden veyahut da Kıbrıs’ı gözden çıkarmış olmamızdan kaynaklanan, benim anlayamadığım yeni bir siyasetin göstergesi olmalıdır.
Dolayısı ile referandumda evet deyip, bize de evet dedirterek, Kıbrıs’taki uzlaşmazlığın sorumlusu olmadığını iyice kanıtlamış olan Türk tarafı, yeniden görüşmelerin başlayabilmesi için her iki tarafın, önceden (dolaylı görüşmeler yoluyla) tarafların bazı prensipleri kabul etmesinde ısrarlı olması gerekmektedir. Bunlar (1) iki ayrı referandumla vurgulanmış olan “Kıbrıs’ta, Kıbrıs’ın kaderini tayin (self-determinasyon) konusunda iki eşit halkın varlığının kabul edilmesidir. 40 yıldır kendini idare etmiş olan Kıbrıslı Türkler’i hala Rumlar’ın takdim ettiği şekilde, “Kıbrıs’ta iki toplumdan oluşan tek halk vardır” yalanı ile durumu devam ettirmek zımnen azınlık statüsünü kabul etmek anlamına gelir. İki ayrı referandum, Rumlar’ın bu iddialarına öldürücü bir yanıt teşkil etmektedir. Hiç olmazsa biz, ısrarla bunu savunmalıyız.
(2) Geçmiş BM Güvenlik Kararları ile de tescil edilmiş olan bazı durumlar hasıl olmuştur. Bunlardan geri gidilmemesine dikkat edilmelidir.
İki kesimlilik (iki de de-facto devlete dönüşmüştür), taraflardan birinin diğerini temsil etmeyeceği, garantilerin devamı (yani Türk-Yunan dengesinin bozulmaması) ki, maalesef Annan Planı’nı kabul etmekle, bunun ortadan kalktığı iddia edilebilir hale gelmiştir.
(3) Asgari şartlarımız:
- Kıbrıs’ın kaderini tayin hakkı iki eşik halkındır. (Cemaat kelimesini kullandırmamalıyız; daima iki halktan, “peoples”dan bahsedilmelidir. Rumlar Cypriot (Kıbrıslı) ile Türk Cemaati ayırımı yapıyorlar. Cyipriot’u, sanki bir milletmiş ve biz de bu milletin içinde azınlıkmışız gibi hava yaratıyorlar.
- İki kesimlilik 1977’den bu yana kabul edilmiş bir ilkedir. Bunun de facto iki devlete dönüştüğü, yapılacak anlaşmanın eşitliğe dayalı, iki eşit bağımsız halk arasında olacağı vurgulanmalıdır.
- Mal-mülk konusunun ferdi davalarla değil, siyasi anlaşma ile halledilmesi gereği Rum Baro Başkanı tarafından da kabul edilmiştir. Bunda ısrar etmeliyiz. Ferdi davalar, 40 yıl daha iki tarafı birbirine düşürecek, kavgayı yeniden başlatacak mahiyettedir. TAKAS ve tazminat yolu ile halledilecek meseleleri, Rum tarafı kuzeye yeniden dönme aracı olarak kullanıyor!
- Türkiye üye oluncaya kadar, Adada Türkiye’nin askeri ve garantörlük hakları aynen devam etmelidir.
- Sınır düzenlemeleri yapılacaksa Türk tarafı bunu şimdiden kendi arasında belirlemeli ve yeniden bir anlaşma mümkün olmadığı takdirde, re’sen bu sınırın arkasına çekilerek, “tanınma olmadan görüşme, birleşme yok” siyasetini uygulamalıdır.
Görüş ve düşüncelerinizi ilgi ile izlemekteyiz.
Kanımca Türkiye’yi 10-15 yıl kırpıştırarak oyaladıktan sonra “özel statü” teklif edeceklerdir. Dolayısı ile kırpılmaksızın, egemenliğimize sahip çıkarak ve dünyaya açık bir ülke olarak, özel statüyü bizim istememiz mümkün mü? Doğru olur mu? Bilemiyorum!...
Yayın Tarihi :
7 Ocak 2005 Cuma 16:37:11