Şimdiki sağlık servisleri hakkında biraz iç karartıcı gibi çizdiğim tabloya karşın meslek aşığı, idealist hekimler her zaman olmuştur. Öyküsünü anlattığım iki kapalı ameliyata rağmen, benim prostat derdim kesiksiz sürdü. Teknik ayrıntılara girmeyeyim, PSA ve biopsi belisizlikleri ve özel doktorların da oyalamaları ile ancak 2008 başlarında konan “prostat karsinomu” tanısı üzerine 2002’de ameliyatımı yapmış olan doktor, bu kez uzun uzun açıklamalar yapıp ileri yaşta olmam ve tüm tedavilerin yan etkileri bulunması nedeni ile “kemik sintigrafisi” alınması dışında kararı bana bıraktı. “Keşke baştan açık ameliyat olsaydım” görüşüme karşılık: “onunla hiç alâkası yok, kanser riski açık ameliyatta da kalkmaz” dedi. Yazlığımın bulunduğu Burhaniye’deki Devlet Hastanesinin ürolog Dr. Kenan Tortop ise bana derhal anti hormon tedavisi uygulayıp PSA’yı sıfırladı. Meslekî değerini geçtiğimiz yıl, keşfettiği bir mikroşirürji tekniğinin yabancı tıp dergilerinde yayınlanması ile kanıtlamış olan ve hastalarına gösterdiği sıcak yakınlıkla temayüz eden bu hekimin isabetli müdahalelerinin çok yararını görmüştüm; kendisine minnet borçluyum…
Pek çok istişarelerden sonra seçtiğim “radyoterapi-ışın Tedavisi”nin gerçekleştirileceği İstanbul’daki üniversite hastanesi (tüm benzeri sağlık kurumları gibi) gerçekten hem hastalar hem de sağlık personeli bakımından çok çileli bir yerdi. Nefes nefese koşturan doktor ve diğer sağlık görevlileri; başka hizmetle görevlendirilmek zorunda kalınmış sekreterlerin boş bıraktıkları bürolarda saatlerce bekleyen hastalar; tedavi bekleyen hastaların yoğunluğu yüzünden, çalışmaya ara vermeden yemek öğünlerini radyasyon odalarında atıştıran, devamlı cihaz arızaları yüzünden sinirleri iyice gerilip öfkelerini biz garibandan çıkaran teknikerler…
Ancak, bu keşmekeş’in maddî darlıktan olduğu kadar organizasyon ve meslek içi eğitim yetersizliğinden kaynaklandığı yolunda bir izlenimim oldu. Her birinde ayrı ayrı kuyrukların oluştuğu çeşitli birimlerdeki mükerrer kayıt bürokrasisi, hastayı gitmesi gerekli yere yönlendirmedeki rehberlik zaafı; örneğin benim gibi tedavisi 2,5 ay sürmüş hastaların arızî tetkik taleplerinde (Radyasyon Onkolojisi resepsiyonunda ayrı, aynı servisin poliklinik sekreterliğinde ayrı olmak üzere) açılan yeni kayıtların geçerlik süresinin 10 günle sınırlandırılması, yeni kayıt için muhatap olunması gereken personelin ortadan kayboluverişi, yalvar yakar başkalarına yaptığımız tetkik taleplerinin yanlışlıkla eski kayda alındığı için yeni kaydın geçerliğini kaybetmesi gibi engeller-engebeler otomasyonun etkinliğini çok azaltıyordu. Poliklinikte doktorlar kan ter içinde odadan odaya koşuyorlardı. Bir tahlil raporunu sunmak üzere odasında çok uzun süre beklediğimiz bitkin gelen doktordan, bizim konumuza kolaylıkla nüfuz etmesi için iyi niyetle raporu: (enfeksiyon varlığını ifade eden) “lökosit müspet” açıklaması ile uzattığımızda: “değerlendirmeyi ben yapayım… müsaade ederseniz” şeklinde sert ve sarkastik tonda yanıtlar alıyorduk.
Ne ise, gelelim klinik içi maruz kaldığımız muamelelere.
Garabet, ışınlamada başka organlar için kalkan işlevi görecek koruma aygıtı gereçlerinin siparişinde başladı. Tomografimi alan ve “ışın” görecek nahiyemin planını yapan simülatör hekim, “radyoterapi” zamanını öğrenmem için sadece telefon beklememi söyleyerek, beni bir teknikere ve o hastane ile bağlantısı olan malzeme imalâtçısına havale etti. Teknikerin düz bir kâğıda imzasız olarak yazdığı üç kalem gerecin bedelini imalatçı, piyasadan da kıyaslama yapmam önerisi ile birlikte söyledi. Ben de merakımdan, “medikal” adı verilen birkaç tıbbî malzeme bayiine danışmak istedim. Tamamen spesifik olan bu malzeme grubu onlarda bulunmazmış; yalnız içlerinden biri (ki gerçekten, başka tür malzeme ile karıştırdığı, bilmeden ukalâlık ettiği sonradan anlaşıldı) bazı yorumları ile birlikte bu miktarda malzemenin hiç gerekli olmadığını söyledi. Ben de, hastanede ilk başvurumu yaptığım doktora, teknikerin verdiği pusulayı gösterip, medikalin söylediklerini de nakledince, “benim boşuma vaktimi alıyorsun” dercesine soğuk bir tavırla bu iddiayı reddetti, medikallerin bu işlerden anlamadıklarını söyledi. Ben: “Sizden geçmemiş bir işlemi dikkatinize sunmak istedim” dedim. Sonradan, bir şekilde, bu malzeme reçetesi aynı doktordan alınmıştır. Neden, o zaman, “al sana reçete” diyeceğine sözel tartışmaya girdi, anlamış değilim.
Bir ay kadar sonra gelen telefonda adını vermeyen bir hanım sesi: “…gün, …saatte “......Hastanesi “Radyasyon Onkolojisi” tedavi bölümünde bulunmam gerektiğini tebliğ ediyordu. Tedavi öncesi gün gelen teyid telefonunu da eşim açtı.
Randevu günü, önceden benim ışınlama planımın yapıldığı yere gittik. Ancak, başka hastanelerde “radyoloji” adı verilen görüntüleme cihazlarının bulunduğu bölümlerde, o an için hazır bulunduğumuzun beyan ve kaydı için bir müracaat gişesi bulunurdu. Burada ise görünürdeki dört odanın hepsinin üstünde (aslında kimsenin umursamadığı) “radyasyon vardır; personel dışında girilemez” kaydı vardı. O zaman ben, bu odalardan birinde benim planımı yapmış simülatörü gözlemeye başladım. Ama, önünde çok hasta birikmiş bu odanın kapısından simülatörün görünmesi ile tekrar içeri dalıvermesi bir oluyordu. Nihayet, başka bir odadan elinde bir kağıt tutan beyaz gömlekli bir genç kız çıkarak, kalabalığa yeni “radyoterapi” bekleyen olup olmadığını sordu. Ben yerimden ok gibi fırlayıp yanına gittim. Elindeki kâğıtta ismimi gördüm. Kız bana o bölümün resepsiyonuna gidip kayıt yapmam gerektiğini söyledi. Ben de koşa koşa gidip isteneni yaptım: içim rahat beklemeye başladım. Bir süre sonra, önce o kıza benzettiğim biri aynı odadan çıkıp: “Teoman Törün” yok mu diye anons etti. “geliyorum” dedim. Kız: “neredesiniz, geldiğinizi neden haber vermediniz?!” diye çattı. “Nasıl haber vermedim? Üstelik benden kayıt olmam istendi; o işi de hallettim” dedim. Kız hışımla: “kayıt olmaya gerek yok ki; doğrudan bana haber verecektiniz”dedi. Aşırı müeddep bir adamım, kimseye sivri kabûl edilebilecek bir hitapda bulunmak istemem; bunun için: ”Kızım ben seni tanımıyorum ki; hayatımda ilk defa görüyorum; senin adını da kimse bana vermedi” diyecek yerde: “ben sizin görevinizin ne olduğunu bilmiyorum ki” dedim (bu uslûbun, içinde yaşadığımız toplumda ne kadar fatal bir hata olduğunu az sonra içerde bana çok etkili bir stille yeniden öğreteceklerdi). Muhatabım bana kulak asmadan, asabiyetle: “doğrudan bana gelecektin, kayda gerek yok” lâfını defalarca yineleyip muhavereyi kısır döngüye sokunca iki kez yüksek sesle: “Fesüphanallah” nidası çektim. Onun üzerine içeri girdi.
Öğlen vakti olduğu için, görevli teknikerlerden başka paydos yapan arkadaşlarının ve malzeme imalatçısının da bulunduğu radyasyon odasına alındığımda başka bir genç kız beni ışın masasına götürüp “yat!” dedi; ilk kez uzandığım ışın masasında, bağırarak, mitralyöz hızı ile: “git, git, gi, gi git, yürrü, yürrü, yürrü” diyerek masaya tam yerleştirme operasyonuna başladı. Yerleştikten sonra ise, hareket etmememi tembihleyerek ışın tevcihine uygun pozisyon verme ameliyesine başladı. “Kalçayı sağa çek” talimatı üzerine kımıldayınca korkunç bir feryatla bana zılgıt çekti. Meğer bu talimat bana değil, yanına gelen yardımcı arkadaşına imiş. Her ikimize de “sen” diye hitabettiğinden talimatı üzerime alınmıştım. Etrafımı göremez bir durumda yatarken uğradığım bu şok karşısında, mahalle pazarı parkından kamyon çekmeye yardımcı olan değnekçi kültüründeki bu tekniker’e sertçe bir tonda toparlanması gerektiği uyarısında bulundum. Işınlama ameliyesi bitip plastik perde ile örtülü üst değiştirme kabinine girip olanca hızımla giyinip tam ikinci kolumu ceketime geçirip işimi bitireceğim sırada, kabinin perdesi açıldı, kolumdan yakalayan tekniker beni dışarı sürüklemeye çalıştı. Bu harekete karşılık verip daha ağır bir duruma sebebiyet vermemek için bir kolum ceket dışında kliniğin bir sürü insanın toplaşmış olduğu ön bölümüne geçtim. Bu hareketin hesabını orada sordum. Orada hemen sesini yumuşatıp nezaketini takınan tekniker, ilk kez geldiğim için buranın işleyişini bana tanıtmak, başka sıra bekleyen hastaların işini süratlendirmek amacı ile hareket ettiğini iddia etti. Oysa ikinci bir kabinde soyunan sonraki hasta, en az on dakika sürecek tedavisi için çoktan ışın masasına yatmıştı. Bana yol iz göstermek, rehberlik etmek için onu bekletmek fedakârlığını gösteren tekniker işi başına döndükten sonra, beni ilk çağıran görevliden, tam bir tıp etiği skandalı olan bu konu hakkında açıklama istedim. Giriş bölümünün de kliniğe dahil olduğu, herkesin gözü önünde de olsa (?) burada giyinmem gerektiğini söyleyip büyük bir pişkinlikle arkadaşını savununca, onunla ilk yaptığımız tartışmanın cezasını vermeyi, akıl ve ruhsal durumu ile mizaç yapısı buna müsait olan arkadaşına ihale ettiği kanısına vardım.
Müteakip tedavi seanslarında kabine’ye hücum yerini “Hadi çık, hadi çık” şeklinde sözlü sıkıştırmalar aldı. “Bu radyasyon odasında zaten piknik yapmaya niyetim olmadığını” söylesem de sabır taşı çatlatacak sesli tacizler kesiksiz sürdü. Şikâyet yoluna gidecektim ama işin doğrusu, reçete konusunda beni şaşırtan doktora nasıl yaklaşacağımı bilmiyor, onun da personelini savunma gayretine kapılacağından kaygılanıyordum. O arada cihaz arızaları sürekli hâl almaya başlamıştı (ben dört kez 2-4 saat arası bekledim, iki gün de hiç tedavi göremedim). Aynı teknikerin bir cihaz arızasının onarılmasından sonraki bir anlayışsızlığı benim sigortalarımı iyice attırdı; yolda yakaladığım doktora: şikâyetim olduğunu, ancak bu cehennemî yoğunluktaki çalışmada vaktini almak istemediğimi, müsait durumda değil ise hiyerarşik olarak başka kime gitmem gerektiğini sordum. Doktor hemen ilgilendi; Tıp deontolojisi içinde özel düzenlemelere bağlanmış olan mahremiyet (özel hayatın gizliliği) ihlâlinin çok ciddî bir suç olduğunu o da bildiğinden, kabinede hücuma maruz kaldığımı duyunca gözlerini fal taşı gibi açtı. Teknikerleri savunma sadedinde, cihaz arızalarından kaynaklanan sinir yorgunluğunu mazeret olarak gösterebildi. Onları usulü dairesinde uyaracağını söyledi. Yalnız, “bunlara meslek içi eğitim verilmiyor mu?” sorumu sadece ters bir bakışla yanıtladı. Bilmiyorum: “Sen kimin evini soruyorsun? Her şeyimiz tamam da hizmet içi eğitim mi eksik kaldık?” mı demek istedi? O günden sonra da, teknikerler arada sırada, biraz mahcup sesle olsa da sesli tacizlerden kendilerini alamadılar.
Hastanelerde, hastaların karşılaştığı muameleler medyada, TV söyleşilerinde dile getirilir, hatta komedi skeçlerine de konu olur. Ünlü komedyen Metin Akpınar’ın, profesyonel sürücü ehliyeti için gerekli heyet raporu almak üzere hastaneye giden bir yurttaşı canlandırdığı TV skeçini hep hatırlarım. Çoğu kez azarlanmakta; bazen hayatından bezmiş asık yüzlü hastane personelinin yalap şap verdikleri yetersiz tariflerle yollarını zorlukla bulabildiği klinikler arasında şaşkın şaşkın mekik dokumaktadır. Bir klinikte muayene gördükten sonra nereye gideceğini hemşireden sorar. İş yoğunluğundan burnundan soluyan hemşire, dişlerini sıkıp yüzüne canavar ifadesi vererek:”oto-reno-larinkoloji” der. Bu adı kavrayamayan zavallı adam sorusunu korka korka yineler. Hemşire: “Otrrrlorrrkvijjjjiii” diye gürler. Cesareti büsbütün kırılan Akpınar, duyduğu sesi kendi deşifre etmeye çalışıp: “otomobil garajı”nı aramaya koyulur.
Aman, sayın doktorlar biraz sabırlı ve dikkatli olalım. Eğitimsiz hastalarımızın birçoğunun şakaları yok; eğitimli hastalar da sıkışınca sulu şakalar yapmaya başlıyorlar. Nahoş gelişmelerde biz garibanınki kadar, koskoca rektörlerin bile onurları paymâl olabiliyor.
Sayın Törün: Anlattığınız olaylar, zaten sağlam giren insanı hasta edebilecek şeyler. Fakat hastanelere yolu düşen hemen herkes, maalesef böylesi nahoş durumlardan az veya çok nasibini alıyor. Bu da ülkemizdeki pislik üreten sistemden her kurumun yeterince kirlendiğini, bu koşullarda temiz kalmış bir kurumun varlığından söz edilemeyeceğini göstermektedir. Bunların dışında ayrıca sağlık, son yıllarda tamamen ticaret olmuştur. Bu yüzden dürüst doktor kararlarına bile güvenilememekte, acaba benden para almak için mi ameliyat veya başka bir tedavi yöntemi öneriyor, sorusu insanların beyinlerini kemirmektedir. Hani halkımızın dediği gibi Allah ne eksik etsin, ne de muhtaç etsin, ama muhtaç olduğumuzda da insan yerine konulabilmemiz için, bu pislik üreten sistemden mutlaka kurtulmanın bir yolunu bulmamız gerekmekte diye düşünüyorum. Acil şifalar dileyerek geçmiş olsun diyorum.