Oryantalizm’in Doğuşu
Bilim ve Felsefede
İbn-ür Rüşd’ün Heykeli (İspanya, Cordova’da) |
Batı Âleminin Doğuya karşı husumet ve korkusuna karşın sistematik Oryantalizm’in başlangıcı genelde gıpta ve hayranlığa dayanır. Daha Milâdî 8. Yüzyıl’da yâni İslam’ın zuhurunun ikinci yüzyılında İslam bilgini Vâsıl bin Atâ’nınehl-i sünnetten ayrılıp, kendisini “ehlü’ladlve’ttevhîd-adalet ve birlik yanlısı” olarak ilân ettiği ve dinde mantıkî yorumu, rasyonalizmi seçen inancının gerici Hrıstiyan Batının aksine bilimde alabildiğine gelişme yolunu açtığı (bir tür Atatürkçü) devrimin ve parlak bilimsel utkuların Endülüs Emevîsi Müslümanları ile İspanyaya ve öteki Avrupa ülkelerine taşınmasından ve Batıda yeni kültür dünyaları ile kaynaşmaları sonucu kazanılan ufuk genişliğinin daha rahat bilime açılmasına olanak vermesimden Batıda giderek daha fazla tanındıkları Doğuya karşı hayranlık fizizlenecektir. Ancak “sünnet ehli” bu inanca Arapça “i’tezile-ayrılmak, sapmak”dan sözcüğünden “Mutezile” sapanlar adı vermişlerdir. Latinceye en yakın dili konuşmalarına rağmen ne Latince ne Yunanca bilen İspanyollar öğrendikleri Arapça ile klasik Yunan ve Latin kaynaklarını öğrenebilmişlerdir. Ancak, XI. Yüzyılda Selçuklu Sultanı Melikşah’ın danışmanı olup bir hükümdarın güçlü olması için halkın aydın ve bilinç sahibi olmaması gerektiği öğüdünü veren İranlı hoca Muhammed bin Gazalî, Yunan düşünürlerini yorumlayan büyük İslâm bilginleri Farabî ve İbn-i Sinayı küfürle suçlar ve İslâm Âleminin bilimsel gelişmesinin sonunu getirir. Endülüs’de, Kurtuba (Cordova) doğumlu, müzik kuramlarına varıncaya kadar pek çok bilim dalında üstad olan İbn-ürRüşd, başta Aristo, bir çok klasik Yunan filozoflarından yorumlar yapan son İslam bilginidir. Onun eserlerinin çoğu Batı dillerine çevrilmiştir. Bunun için, sembolik bir Vietnam Savaşı suçluları mahkemesi kurduğuna değindiğimiz 20. Yüzyılın Britanyalı aydınlarından BertrandRussell: “İslam uygarlığının sonu, Hristiyan uygarlığının başlangıcı İbn-ürRüşd’dür” der.
Joseph von Hammer |
Bu bakımdan karşıt inanç sistemlerine müntesip olmanın yarattığı husumetle birlikde gerek İspanyada gerek Haçlı seferleri zamanında KudüsdeHrıstiyan prens, şef ve komutanlara “Ahde vefa-pactasuntservanda” ilkesini gütmede örneklik yapan KurtubaEmiri Abdürrahman, Eyyubî Hanedanı kurucusu Selâhaddin-i Eyyubî gibi ahlâkî disiplini, fikir yaşamı ve becerisi yüksek olan Müslümanlardan ders alınması göze çarpar. Eski ve Orta Çağların Doğu Kültürlerine hayranlık XVIII. Yüzyıl Aydınlanma Çağı düşünürlerince başlamıştır. Voltaire, Zerdüştlüğün, Hrıstiyanlığa üstün mantıkî “Deizm”i (Tanrıcılık) inancının araştırılmasını önermiştir. Gene Fransız olan bir Hint kültürü uzmanı Abraham Anquetil-Duperron yıllarca Hindistanda kalarak ve orada öğrendiği Farsça çevirisinden Zerdüştlüğün kutsal metni “Avesta”yı 1771’de Fransızcaya ve 1804’de Latinceye çevirmişti. 1774-1856 yılları arasında yaşamış Avusturyalı diplomat Joseph vonHammerPrugstall 15 yaşından itibaren Viyana Doğu Dilleri Akademisinde Türkçe, Arapça, Farsça öğrenimi yaptığı gibi İtalyanca, Fransızca, Latince ve Yunanca da öğrendiğinden Doğu ve Batı kültürleri arasında kıyaslamalı araştıma yapmayı başarmıştı. 1799’da, ilerici Padişah Sultan Selim III. zamanında İstanbula geldi; Doğu Akdenizde Napolyon’un açtığı çatışmalara İngilizlerin yanında katıldı; gittiği Mısırda Arapçayı iyice öğrendi. Ülkesine döndükten sonra İstanbul ve Türkî kavimler hakkında müteaddit kitaplar yazdı ve “Avusturya Oryantal Derneği”ni kurdu. 1835’de kendisini tamamen tarih çalışmalarına adayarak 1836’da uzun süre kaynak kitap oluşturan “Geschichte der OsmanischenDichtkunst-Osmanlı Kültürü Tarihi”ni yazdı. Gene ilerici bir Padişah olup Tanzimat Fermanını ilân eden Sultan I. Abdülmecid zamanında, 1851’de kurulan Encümen-i Dâniş’e üye seçilmiş bir Şarkiyatçı bilim adamıdır. Osmanlıya sempatisi o kadar fazladır ki Kırım Savaşının cereyan ettiği 1856’da “Geschichte der Chane der Krim-Kırım Hanları Tarihi”ni yazmış; kendi eli ile tasarımını yaptığı kabir taşı Viyana’da vefatında mezarına dikilmiştir. Taş üzerindeki kitabe “Hüvelbaki” diye başlar, “Rahman olan Allah’ın rahmine sığınan üç dilin tercümanı Yusuf bin Hammer” diye sonlanır.
Friedrich Max Müller |
Gene 18. Yüzyılın Yunanca, Latince, Farsça, Arapça, İbranice öğrenen ve Çince’nin temel kurallarını araştıran çok yetenekli dilbilimcilerinden İngiliz William Jones, Orta Doğu, İran, Türk elleri hakkında yazdığı eserleri ile Doğu kültürlerinin Batıya kaynaklık ettiğini ortaya çıkarmıştı. Karl Marx da Diyalektik (eytişimsel) Mateyalizm ve Tarihsel Materyalizm yöntemleri ile yaptığı çıkarsamalarda “Asya modeli üretim’in değişmezliği” kanısına varmıştır. XIX. Yüzyılın ilk yarısında yaşamış Oryantalist Fransız bilgini EugeneBurnouf eski Pers çivi yazısını deşifre etti. XIX. Asrın, çalışmalarının büyük kısmını Britanyada gerçekleştiren Alman Oryantalist dil bilgini FriedrichMaxMüller (1923-1900) yaptığı Hint ve kıyaslamalı din araştırmalarını, İskoç Çin dili uzmanı olup 1893’de “Konfüçyüs’ün Analektleri-Seçme Sözleri”ni İngilizceye çeviren James Legge /1815-1897) ile birlikde “Hindoloji ve Doğunun Kutsal Kitapları” adlı 50 ciltlik eserde topladı. Kendi yönetimi altında bunun İngilizce çevirisi de yapıldı. Turanî halklar (Türk halkları) ve dilleri disiplinini de geliştirdi. Ve aynı dönemde İslamlıkla ve genelde “OrientalStudies-Doğu Araştırmalar”ı ile ilgili ilk akademik disiplin kurumları oluşturuldu.
Bu proorientalist (Doğu sempatizanı) araştırmacılar yanında liberal ekonomi’yi geliştiren ünlü John StuarttMill’in babası İskoçyalı klasik ekonomi ve politika kuramcısı James Mill Doğu ülkelerini yoz ve statik (duragan) olmaları bakımından eleştirmekteydi. Akademik araştırmalara parelel olarak (Doğu ülkelerinin gerçekten, önemli ölçüde dekadansından kaynaklanan) olumsuz tavırlar da yaygınlaşmış; fakat zaman zaman abartı ve önyargı ile “anlaşılmaz, düzenbaz Doğulu, anlaşmak mümkün olmayan Türk” gibi olumsuz nitelemeler Doğu insanına reva görülmeye başlamıştır.
I.Dünya Savaşı başlangıcında 16.Aralık.1914 tarihli İngiliz Punch karikatür dergisinde İngiliz Amazonu’nun Türk zûlümlerini sıraladığı karikatürlerden biri |
Gerçekten, 1875-76 yıllarında çok sert biçimde bastırılan Bulgar isyanı Avrupada büyük tepki doğurmuş Türk zûlmüne karşı ağır eleştiriler ve aşağılamalara yol açmıştı. Britanya Kraliçesi Victoria döneminin İskoç deneme ve yergi yazarı Thomas Carlyle (1881’de onun biografisini yazan Charles NorrisWilliamson’un naklettiğine gör) “UnspeakableTurk-Muhatap alınamaz Türk” nitelemesi ile andığı Türkler hakkında: “Benim açık ve net olarak verebileceğim tek tavsiye/ konuşulmaya değmeyen Türkle muhatap olmayıp / ülkesinin dürüst Avrupanın rehberliğine bırakılmasıdır,” sözleri ile Türklerin boyunduruk altına alınması gerektiğini ima etmişti. En azından I. Cihan Savaşı sonundaki İstiklâl mücadelemizi verinceye kadar Avrupalının zihnine bu zalim ve nadan Türk imajı yerleşti. Genel olarak da kültürel hareketsizliği ile kökenini Klasik Yunan ve Roma’dan alan dinamik Batı uygarlığına asla yetişemiyecek olan Doğunun tümüyle sömürge displinine sokulması gerektiği bir inanç hâlini aldı. Oysa, tarih araştırmaları yapan Nazmi Öner Hocanın Kenthaber sütunlarında çıkan “İskender ve Hellenistik Kültür” hakkındaki yazılarındaki iki âlemin birbirlerini tanıma çabasının çok önceye dayandığını; çok donanımlı bir şekilde yapılan seferlerin fetih ve ganimet arayışından çok keşif ve kültür mübadelesine yönelik olduğu fikrine ben de katılıyorum. Batılıların uygarlığın kökeni olarak kabûl ettikleri Hellenistik kültürün, dürüst Batılı Şarkiyatçıların da kabûl ettikleri üzere Anadolu, Mısır, Pers, Hint, Orta Asya kültürlerinin muhassalasıdır.
Buna ek olarak, ilk kez Venedikli (aslında o zamanlar Venedik Dukalığına bağlı; şimdiki Hırvatistan’ın Curzolakentinten) tacir Polo ailesinin, 1270’ler civarındaki Uzak Asya gezilerini Cenova tutsağı iken koğuş arkadaşı PisalıRusticiano’ya anlatıp yazdırdığı Marko Polo anıları “Ilmilione”den ilk kez oldukça geniş biçimde, Moğol Yuan Hanedanı yönetimi zamanındaki hâliyle Avrupaya tanıtılan Uzak Doğu Çin uygarlık ve kültürünün, eskiliğini de göz önüne alırsak hepsine parmak ısırttığı ortadadır. MÖ. 551-479 tarihleri arasında yaşamış büyük filozof ve siyaset kuramcısı, “bir devletin yönetiminin yakınındakileri sevindireceği, uzaktakileri oraya cezbedeceği ölçüde başarılı kabûl edileceğini” söyleyen Konfüçyüs’ün toplumsal ahlâk disiplini ve bilim geleneği Çin’i de aşmış; başta Kore, Japonya, Vietnam olmak üzere tüm Uzak Asya ülkelerine yayılmıştır. Onun çok sayıda eserleri ile tanıttığı temelde ahlâk felsefesi olan öğretileri çoğunlukla din kabûl edilmiştir. Ayrıca, Şintoist, Taoist, Budist gibi Uzak Asya dinleri mensubu olanlar gibi Uzak doğudaki Müslüman ve Hrıstiyan kitleler de Konfüçyüs geleneğini paylaşmaktadırlar.
Konfüçyüs’ün hayalî bir estamp’ı |
MÖ.1000 yıllarında barutun icadı, Çinli kimyacı BiŞeng’in, Alman Gutenberg’den çok önce, (1050 civarı) porselenden dökme harflerle baskı makinasını icat etmesi ile teknolojide öncülük eden Çini Hrıstiyan Dünyasından önce gezip gören gene Endülüslü, Faslı Berberî Müslüman İbnBatuta’dır “Rihle-Seyahat” adındaki eserinden, Kuzey Afrikadan Batı Afrika, Doğu Avrupa, Orta Doğu, Güney Asya ve Çine kadar uzanan İbnBatutaÇindeÇuan-çu, “Medinet-ül El Hansa-Hansa Kenti” diye isimlendirdiği Hangçov ve Pekin kentlerini ziyaret etmiş; Pekin’in temizliğini ve düzenini övmüştür.
Marko Polodan iki dekad önce (1245-1247 arası), Papa Innocent IV. Adına Moğol Büyük Güyük Han’ı ziyaret etmek üzere Çin’e gelmiş ilk Polonyalı papaz Benedik belki fazla ses getirmemiştir ama belki Çine karşı tecessüsün doğması ile Avrupada “Sinoloji-Çin araştırmaları”nın yolunu açmış olabilir. Fakat sistematik Çin araştırmaları 16. Asır’da, Portekizlerin Çindeki ticaret üssü Makao kentinde kurulu Cizvit misyonerlerinden en etkilisi olan İtalyan Cizvit papazı MatteoRicci’nin (1557-1610) açtığı çığırdan yetişen Barili İtalyan Cizvit MiquelRuggiero ve Polonyalı Cizvit ve oryantalist MichalBoym (1612-1659) ve İstanbul, Rum Fener Pastrikhanesi eğitimli Buğdanlı (Moldavya) NikolayMilesku ilk Avrupalı sinologlardan sayılır. Çin’in komşusu Rusyadan Çin ve Mogol tarihi üzerine kitaplar yazmış NikitaYakovleviçBiçurin’i de (1777-1853) ve gene Cizvit misyoner olan Fransız SéraphinCouvreur’ü (1835-1919) bu arada saymak gerekir.
Fakat modern anlamda “Sinoloji” Alman lengüistHansGeorgCononvon der Gabelentz (1840-1893) ve Çin tarihi uzmanı ve Çinceyi çok iyi bilen Fransız EdouardChavennes (1865-1918) tarafından tesis edilmiş; Chavennes etrafında Taoizm uzmanı HenriMaspero, Orta ve Uzak Asya araştırmacısı Paul Pelliot, Çin araştırmalarında sosyolojik yöntemi getiren MarcelGranet gibi ünlü öğrenciler yetiştirmiştir.
Türkiye’de Atatürk’ün talimatı üzerine 1935’de Ankara’da kurulan Türk Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde hemen iki yıl sonra “Sinoloji” bölümü açılmış; kürsü başına Nazilere duyduğu nefret yüzünden ülkesi Almanya’dan ayrılan poliglot (çok dil bilen) Profesör WolframEberhard getirilmiştir. İlk öğrencisi Muhaddere Özerdim ilk Türk Profesör olup kürsüyü devralmış; Çinde de konuk profesörlük yapmıştır.
Zamanımızdaki Dünya siyasetini etkileyen Doğuya (ör. Türk dostu Yahudi kökenli Amerikalı tarihçi Bernard Lewis gibi) olumlu ya da olumsuz bakan bilim adamları vardır ama bunları dizi sonunda siyasal değerlendirme bölümünde ele alacağız. Şimdi “OksidentalizminDoğuşu”na geçelim.
Sürecek
Değerli Hocam, öncelikle sağlık ve afiyetinize derhal yeniden kavuşma dileğımi yinelerim. Ayrıca bu çok lütûfkâr yorumunuza bu kadar gecikerek yanıt vermem konusunsa çok özür diliyorum. Cumartesi sabahından itibarfen bizi ziyaret eden dünürleri ağırlamak ve iki torunumuza nezaretle fazlaca meşgûl olmamız, ayrıca dünkü pazartesi günü de bizim mahut uçak kaçırma keyfiyeti ile ilgili olarak İstanbul İl Tüketici Hakları Kurulunda mürafaa toplantısı olması nedeni ile bilgisayar açmaya çok az vaktim olmuştu. Sizin araştırmalrınızın yanında solda sıfır olan yazılarıma gösterdiğiniz ilgiye sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Bilmiyorum, bakalım bu fazla uzun sürmeyeceğini zannettiğim yazı dizisi, daha önce somut olaylarla sergilemeye çalıştığım Dünya ahvâlinin genel bir sentez değerlendirmesi gibi olacak. Andığım turizm acentesi ile ilgili ihtilaf da nisbeten küçük bir miktar konusu olsa da ilâveten doğurduğu yorgunluk ve perişanlık, müteaddit kurumların peşinde koşma külfet ve vakit kaybı ile bir ilke konusu oldu. Kararı sonradan yazı ile tebliğ edeceklermiş ama beni de fazla merakta bırakmamak için özel olarak lehime karar alındığını yalnız icraî etkisi olmadığı için firma ile aramızda uzlaşma olmazsa ayrıca mahkemeye gitmem gerektiğini bildirdiler. Bakalım bu yazı dizisinde sizin takdirlerinize lâyık olabilecek miyim? Desteklerinize minnetlerimle.
Sayın Törün
Türkiye’de 2013 yılı siyasi olaylar ve gündemler bakımından belki de tarihimizin en zengin yıllarından birisi oldu. Üstelik hemen her olay bir deprem niteliğindeydi, her biri öncekinden daha yıkıcı bir felaketler silsilesi gibiydi ve artçı sarsıntılarıyla hala devam ediyor. Belki de daha büyük felaketlerin eşiğinde de olabiliriz. Çünkü şu anda akıl tutulması yaşayan bir iktidar, yılların rehaveti içinde hazırlıksız yakalanmış bir muhalefet ve yıllar yılı kin ve intikam duygularıyla kutuplaştırılmış bir toplum ve faşizan kara propaganda yağmuru altındaki bir ülkede yaşıyoruz. Böylesi bir yılın tarihi, gezi yazıları derken araya birde sağlık sorunları ve Tarih yolculuğu da girince doğrusu gündemi izlemekte zorlanmaya başladım.
Bu yüzden Malezya Kaplanı adlı yazı dizinizden son dört yazıyı okumamışım. Dün oturup, önce onları okudum, bugün de yeni yazı dizinizin ilk iki yazısını.
Malezya Kaplanı ile ilgili görüşlerimi daha önce de belirtmiştim. Sanki Malezya kaplanı uzayda başka bir dünyanın tarihi gibiydi. Bu yazı dizinizle bize, başını kuma sokmuş devekuşu gibi kendi tarihimize ve Batının tarihine ne kadar gömülüp kalmış olduğumuzu ve doğu kökenli bir toplum olduğumuz halde, Doğudan kopmuş, Batıdan dışlanmış olduğumuzu fark ettirdiniz.
Yeni yazı diziniz de bunun fikir ve sanatsal anlamda açıklayıcısı, tamamlayıcısı niteliğinde olacak gibi. Kültürlerarası etkileşimde ileri kabul edilen kültürün her zaman kazanması gibi bir kural olmadığını günümüz Avrupa’sında görüyoruz. 1960’larda Avrupa’ya işçi olarak giden Türklerin Avrupa’dan alabileceği çok fazla şey varken, verebileceği hiçbir şey yok gibi düşünülüyordu. Fakat bu gün görüyoruz ki, bizimkiler fazla Avrupalılaşmadığı halde, Avrupalılardaki Türkleşme (Şarklılaşma) daha fazladır. Örneğin mutfak ve yemek kültürü başta, kapalı birahanelerden, bahçeye, doğaya çıkmaya, açık pazarlar, bireyselliğin zayıflaması vs. Ama onlar olaya kendilerinin üstünlüğü penceresinden bakar. Yeni yazı dizinizde bu çelişkileri tarihi bir seyir içinde izleyeceğimizi düşünüyor, yine çok önemli bir alanda, çok önemli ve değerli bir hizmet vereceğinize inanıyor ve sizi kutluyorum.