İsa’nın ölümü ile Kudüs’ü bırakalım; o günlerdeki Diaspora Yahudilerinin ahvâline dönelim. Evet, kavim kültürüne ne kadar sadakat gösterseler de içine girdikleri toplumun kültürüne kaçınılmaz olarak asimile olan Yahudilerin ibadetlerine anlayarak devam etmeleri için Tevrat’ın, tanıştıkları yeni dile tercüme edilmesi; geleneksel olarak İbranîce dua etmek gerektiği zamanlar için, ayrıca, İbranîcenin bu yeni alfabesi ile yazılması zorunluluğu doğuyordu. Bizim ülkemize de, XV. Asır sonunda göç eden Sefarad Yahudilerinin İspanyolcanın bir lehçesi ile geldiklerini; XX. asrın ortalarına kadar kendi aralarında bu dili konuşmaya çalıştıklarını; Türkçeyi bu dilin aksanı ile konuştuklarını biliriz. Fakat, artık, bu dili unuttuklarına; Türkçeyi kendi ana dilleri olarak tümüyle pürüzsüz, aksansız (kendi aralarında da) konuşmaya başladıklarına tanık olduk. Bir de Yahudilerin XI. Asrın sonundan itibaren, aralarında daha rahat anlaşma için bir “lingua franca” olarak geliştirdikleri “Yidiş” dili vardır ki, bunun hakkında zamanı gelince açıklama yapacağız.
Dil asimilasyonu, Yahudilerin öz isimlerini de yenilemeye yol açmıştır. Yahudi ismi ile birlikte pagan ilahlarının adını bile kullanmaya, geleneklerini benimsemeye başlamışlardır. Ortaya yenilenmiş bir Yahudilik sentezi çıkıyordu. Daha önce adını andığımız (İ.Ö. 20 - İ.S. 50 yılları arasında yaşamış) İskenderiyeli Philo gibi Yahudi dinini Yunan felsefesi ile bağdaştırmaya çalışan ünlüleri vardı. İskenderiye’nin çok kalabalık Yahudi cemaatinin başında galat olarak “Arabarkh” dedikleri bir lider vardı. Aslı “Alabarkh” olması gereken bu unvan Yunanca “alaba=mürekkep” ile “arkhes=yönetici sözcüklerinden oluşur; “kâtip, yazı işleri müdürü” anlamına alınabilir. Öte yandan bu sözcük “als, hals=deniz” ile de ilişkili olabilir. Suyolları ile yapılan ithalat ve ihracattan alınan vergilerin tahsilini gerçekleştiren görevliye bu isim veriliyordu. Ücretini yapılan tahsilâttan oransal olarak alan bu görevli, özellikle Philo zamanında çoğunlukla Yahudilerden atanıyordu. Çok zengin olduğu için cemaat içinde saygınlığı çok yüksekti. Şam’daki Yahudilerin “Etnarkhes”i (Etnik yönetici) gibi yargıçlar, arkont’larla birlikde İskenderiye Yahudilerinin yönetimine katılıyordu. Sinagog’un başındaki “arkhisinagogos-sinagog başı” ya da “geronsiarkes-sinagogun yaşlılar meclisi” din konusunda kararlar alırdı. Diaspora Yahudilerinin kültürel özerkliği böyle pekiştiriliyordu.
Sebt günü, yeni ay doğuşu kutlamaları ihmal edilmezdi. Değişik inançtaki sünnetsiz soylularla birlikte yaşamalarına karşın oğlan çocuklara mutlaka sünnet uygulanır; domuz eti gibi dinen yasaklanmış gıdalara el sürülmezdi. İ.S. I.asır sonu, II. asır başı Latin ozanlarından Decimus Iunius Iuvenalis, alaycı bir dille: “Yahudilerin domuz eti ile insan eti arasında bir fark görmediklerini” söyler. Leontopolis’deki “Onias’ın Evi” denilen tapınak sahibi Mısır Yahudileri bile Kudüs’e “Hac” ziyaretini yerine getirirlerdi. Öteki ülkelerdeki Diaspora Yahudileri ise Hac için can atarlardı (ilerde, çeşitli dinlerdeki “Hac” olgusuna kıyaslamalı olarak değinmek isterim). Bunun dışında Dünyadaki tüm Yahudiler Kudüs Tapınağına her yıl yarım şekel (iki drahmi) ödüyorlardı. Bağışların kolaylıkla ödenebilmesi için her kentte banka türü bürolar açılmıştı. Yahudilerdeki ırkî bir yetenek sanılan maliye ve bankerlik deneyiminin İskenderiye Alabarkhlığından ve Tapınak ödentisinden kaynaklandığı anlaşılıyor. Babil Yahudilerinden gelecek bağış ve katılımların tahsilâtının toplanması için, Fırat havzasındaki Nuseybin ve Nehardeah kentlerinde merkezî hazineler tesis edilmişti. Böylece, kutsal fonun Kudüs’e ulaştırılmasında Partlı eşkiyanın soygunlarından korunma sağlanıyordu. Buna karşın, İ.Ö. I. ve II. yüzyıllarda, Yahudilerin Tapınak için Ionia ve Kariadan, Tapınak için topladıkları paralardan, Pontus Kralı Mithridates’in; Laodikeia (Ladik), Pergamum (Bergama, Adramyttium (Edremit) hasılatından ise Romanın Küçük Asya Valisi Flaccus’un el koymaları engellenememiştir. Bütün bu bağışlar, nihaî olarak, Kudüs’deki “Tanrıya Sunu Odası” denilen büyük hazinede toplanırdı. Mişnah (şifahî hukuk) Babil ve Medya Yahudilerinden de aidat almayı öngörmekde idi. Doğal olarak, seyyanen verilen yarım şekeller yanında, zengin Yahudilerin değerli altın katılımları oluyordu. Bu fon: kurban, hamursuz (mayasız ekmek), tütsü törenleri harcamaları; Tapınağın örtü ve perdelerini ören kadınlara verilen ücretler; Haham Başının üniforması ve giysilerinin bedeli; kırmızı düve, günah keçilerinin* alımı; kutsal kitap ve yazıtların düzeltmenleri ile Sanhedrin (Yüksek Din Mahkemesi) üyeleri için verilen maaşlara özgülenirdi. Fondan arta kalanlar, Kudüsün kent duvarları ve kulelerinin tahkimi, su kanallarının onarılması ve kentin başka gereksinimleri için kullanılırdı. Tüm bu harcamalara karşın, her yıl 23 gümüş talent gibi büyük bir bakiyenin kaldığına, “Kudüsdeki Tapınakların Hazine Odası” isimli eserinde A.Schwarz işaret ediyor. Yıllarca birikip büyük tutar yapan bu hazine bazı mütegallibenin iştihını kabartacak; Suriyeli Heliodoros, Romalı Crassus gibi zorba fatihler çeşitli dönemlerde, Tapınağa şiddet kullanarak girip hazineyi yağmalayacaklardır.
Filistinle Diaspora Yahudileri arasındaki bağ Tapınaktan ibaret değildi. Mısırdaki Yahudi Onias ülkesinin prensleri olan Hilkiah ve Hananiah, Mısır Kraliçesi Kleopatra’nın Yahudadaki Alexander Jannaeus Krallığına saldırısını önlemişti. Pontus Kralı Mithridates’e karşı koymalarını da Kudüs’deki Baş Haham II.Hyrcanus’un engellediğinden söz etmiştik.
Yahudadaki Yahudi liderleri kendilerini diaspora Yahudilerinin koruyucusu olarak görüyorlardı. Hyrcanus II. Roma’ya, beraberlerinde 50.000 parça altın değerinde altın bir şilt taşıyan Elçilik Heyeti göndermiş; Yahuda ile Roma arasında Judas Maccabaeus zamanında, İ.Ö. 165’de imzalanmış anlaşmanın yenilenmesi dileğinde bulunmuş; bu talebi kabûl ettirmişti. Bunu izleyerek Julius Caesar’a (Sezar) ve ardından Marcus Antonius’un müttefiki Romalı general Dolabella’ya gönderdiği heyetlerle Diaspora Yahudilerinin dinsel ve ulusal ayrıcalıkları ve Roma yurttaşları olarak siyasal hakları ile ilgili kararlar alınmasını sağladı. Bu kararlarda, ahalinin toplanma hakkı olmadığı Paros’da Yahudilere sinagoglarda toplanma izni veriliyor; Efesos’da, Delos’da ve daha birçok yerde, Yahudiler, Sebt günleri ve domuz eti yasakları göz önüne alınarak, askerlik hizmetinden muaf tutuluyor; Anadolu’nun önemli kentlerindeki Sebt günleri ve diğer festivallerine saygı gösteriliyor, müdahale edilemiyordu. Sepharad** Yahudilerinin başkalarının gözü önünde tapınmalarına izin verilmediği Sardis’de sinagog inşası için arsa tahsis edilmişti. Augustus Caesar ve damadı Agrippa’nın çıkardıkları bir emirnameye göre Yahudiler, Sebt günleri resmî yerlere çağrılmaktan da bağışık tutulmuşlardı. Hyrcanus II. zamanında kendi mahkemelerinde kendi hukuklarına göre yargılanırlardı. Roma’da, ayın belirli günlerinde fakir halka dağıtılan ekmek, yağ, para yardımlarından Yahudi olanlar da yaralanıyordu. Bu dağıtım cumartesi gününe denk gelirse Yahudiler haklarını ertesi gün alırlardı.
Birçoğumuzun yaşadığı dönem olan Nazilerin Yahudi soykırımına gelinceye kadar çağlar boyunca kesiksiz süren Yahudi pogromlarını göz önüne aldığımızda, binlerce yıl öncesinin (birkaç ruh hastası monark dışında) putperest yönetimlerinin başka din mensuplarına gösterdikleri hoşgörü günümüz insanlığı için ne kadar ibret vericidir.
*Yahudiler satın aldıkları keçilere günahlarını yükleyip çöle salmakla arındıklarını zannederlerdi.
**Sepharad: Kutsal kitapta asıl yerleri, yurtları belli olmayan, dağılmış anlamında geçer. Sonra sadece “İspanya Yahudileri = Sephardim” için kullanılır oldu.
Sayın Törün: Büyük bir özveri ve derin bir araştırma ürünü olan, ?İnançlar ve hoşgörüsüzlük? adlı yazı dizinizi, kazıda çıkacak bulguları bekleyen bir arkeolog merak ve heyecanı ile izliyorum. Yahudilerin tüm dünyaya dağılmış olmalarına ve başka kültürler içinde asimile olmalarına rağmen, başka topluluklar içinde kaybolup gitmeden, kimlik ve kişiliklerini koruyarak günümüze kadar gelebilmiş olmalarını tarih genellikle, Musevi olmayanların dine kabul edilmemesiyle açıklamaktadır. Fakat yazı dizinizi okuduktan sonra bu temel nedene, ikinci bir temel neden olarak hoşgörüyü de ilave ediyorum artık. Ve görüyorum ki, bu hoşgörü anlayışı, ne yazık ki, yakın zamanlardan eskiye doğru yayılıp genişleyerek akan bir ışık seli gibi. Nasıl ki cep fenerini açtığınız zaman ışık sizden uzaklaştıkça genişleyip yayılarak giderse, hoşgörü de günümüzden uzaklaştıkça büyümekte, genişlemekte ve günümüze yaklaştıkça da daralmakta ve kaybolmaktadır. Ve bana göre bunun miladı ise milliyetçilik fikirlerinin ortaya çıkmasıdır. Milliyetçilik öncesi toplumların hoşgörüsü doğal bir olgu iken, milliyetçilik sonrasında hoşgörü, olaylara ve kurallara bağlı yapay bir kavrama dönüştü. Milliyetçilik öncesi dönemlerde kralların, imparatorların yönetim kadrolarının değiştiği ve fakat yönetilenlerin ve yönetim tarzlarının fazla değişmediği, Sezarların haklarının Sezarlara verilmesi kaydıyla, yaşama kaldığın yerden devam edildiği dönemlerdi diye düşünüyorum. Milliyetçilik akımlarının ortaya çıkmasıyla, insanlar arasına derin uçurumlar yerleştirildi. Tek bir ırk olan insan ırkı binlerce parçaya bölünüp, araya: arı ile ayının farkından daha büyük farklılıklar yerleştirmeye kalkışıldı. Irkların bir birine üstünlük taslaması ve birbirlerini aşağılaması aldı yürüdü. Bu gün de dünya ve insanlık için en büyük tehdit bana göre milliyetçiliktir. Çünkü milliyetçilik bencilliktir, kendini beğenmişliktir, hoşgörüsüzlüktür.
Sayın Öner, Yazı dizime gösterdiğiniz bu derin ilgi beni çok duygulandırdı. Milliyetçilik konusundaki çok isabetli değerlendirmenizin örneklerini gelecek bölümden itibaren, Yahudilerin binlerce yıllık dışlanma ve ezilmelerinin ana nedenlerini çözümlemeye çalışırken aydınlık bir biçimde göreceğiz. Yahudilik tarihi bu konuda dikkatle ve ibretle izlenmesi gereken bir örnektir. Saygılarımla