İSLAMİYETİN ZUHURUNDA YAHUDİLER: Kenthaberdeki köşemde, 28.Şubat.2006 tarihinde yayınlanan bir yazımda, bugün Afganistan ve Pakistan topraklarına yayılmış bulunan, çoğu çok bağnaz Müslüman Peştun (Pathan) kabilelerinin köken olarak, iki kez Babil sürgününe gönderilen İsrael kabilelerinden, M.Ö. 538’de Pers Kralı Kiros tarafından serbest bırkıldıkları hâlde yurtlarına dönmeyip Arabistan’a Mekke yakınlarına yerleşenlerin torunları olabileceği kuramlarına işaret etmiştim. Hattâ, bu Yahudilerden daha ileri, Hayber’e, Ghor’a (şimdiki Pakistan’ın Kuzey Batı Cephesi Eyaletindeki Hazara dağlık bölgesine yerleşenler olmuştur. “Tek Tanrı” gelenek ve inancını taşıyan bu kabilelerin İslam’ı kolaylıkla kabûl etmiş olmaları tamamen akla uygun gelmektedir. Peştunlar bu kuramları hiç reddetmezler; hattâ, Hazret-i İbrahim’e uzanan bir “Tek Tanrı” mirasına sahip olmaları ihtimâlinden kıvanç duyarlar.
Demek ki, İslamiyet’in zuhurundan önce Arabistan’da Yahudi toplulukları vardı. Hatta, Mekke’deki Kureyş kabilesinden ve Haşimî soyundan olan Hazret-i Muhammed’in ailesinin de, Yahudilerin ilk ataları İbranîlere adını veren Hazret-i İbrahim’i öne çıkaran bir mezhebe bağlı bulunduğu, Kur’anın “Al-i İmran” suresinden çıkarılmaktadır. Bu surenin “İbrahim ne Yahudi ne Hrıstiyan idi; fakat o Allah’ı dosdoğru tanıyan bir Müslüman idi; müşriklerden de değil idi.” kaydını taşıyan 67. âyeti ilginçtir. İslamiyet’te Hazret-i İbrahim “Hanif - Dosdoğru, Tek Tanrıya” inanan olarak nitelendirilir. Muhammed’in ailesinin “Hanif” denilen bir mezhebe bağlı olduğunu söyleyenler de vardır. Hattâ, İslamiyet’in diğer dinlerden sonra geldiğini ileri sürenlere karşı, İslamiyet’in, Tanrıya en önce inanmış İbrahim dinini sürdürdüğünden diğerlerine göre kıdemli olduğu savunulur. Hac Suresinin 78. Âyeti de, Muhammed’in atalarının “İbrahim” olduğunu bildirmektedir. Diğer bazı âyetlerde de, İbrahim’in neslinden ve Hazret-i Meryem’in mensup olduğu İmran ailesinden geldiği vurgulanan Muhammed ömrü çok kısa süren oğluna “İbrahim” adı koymuştur. Hadid suresinde de, tüm peygamberlerin aynı soydan geldiği teyid edilir. “Ahzab” suresinin 40. Âyetine göre ise, Muhammed “hatem-ün nebiyyin - peygambelerin sonuncusu”dur. Fakat her nedense, Kur’anda açıkça anılan bu mensubiyet bağnaz Yahudi düşmanı Müslümanlarca ağza alınmaz; Yahudilik bulaştırılacak gibi görülür. Hattâ, “Muhammed’in sünnetli ve sırtında Peygamberlik mührü ile doğduğu” şeklinde bir şayia da çıkarılmıştır. Bundan da, sanki ailesinin daha önce “pagan” olduğu gibi daha ters bir kanıya varılır. Tabu gibi görülerek fazla aydınlığa kavuşturulmamış bu konu ve Muhammed’in geniş teolojik müktesebatı (kazanımları) nasıl edindiği hususu çeşit inanç mensuplarınca çok tartışılmıştır. Bu dizi konumuz dışında kalan ve açıklaması çok uzun sürecek bu tartışmalar Peygamberimizin ümmî (okur-yazarsız) olup olmadığı, konuşma yeteneğinin de kısıtlı olup tümüyle vahiylerle hitap edip etmediği, paganlar dahil çeşitli inançtaki hocalardan ders alıp almadığı çerçevesinde toplanır. “Allahın Resûlü Hazret-i Muhammed” isimli eseri yazmış olan R.V.C. Bodley adındaki İngiliz müellif, Muhammed’in diğer peygamberlere göre daha rasyonel olduğuna, “aldığı vahiylerin belki rüya olabileceği, fakat bunların muhakkak ki insanlık için çok yarar getireceği”ni söylediği rivayetine işaret eder. Bilindiği üzere, ilkel insanlar üzerinde etki yaratmak için Peygamberlere mucizeler atfedilir. Musa’ya, İsa’ya atfedilen, tarihin araştırılamayacak karanlıklarında kaldığı için kanıtlanması mümkün olmayan Doğa dışı mucizeler yanında Muhammed’e atfedilen mucize, genelde sadece “Kur’an’da yazılı vahiylerdir. Vahiy gibi “duyular dışı algılama” ise, 1889’da, Alman psikolog Max Dessoir’ın adını verdiği “Parapsikoloji” bilimi tarafından kabûl edilmektedir. Muhammed’in 350 mucizesi olduğu hakkında risaleler yayınlayan Bediuzzaman Said-i Nursî Hazretlerininki (?) gibi iddialar insanları akıl dışı nakillere inandırıp köle haline getirme çabalarından başka bir şey değildir. Şurası açıktır ki; artık yozlaşmış etnik merkezli koyu şeriatçı Yahudilikten, tüm insanlığı şefkâtle kucaklayacağı iddiası ile çıkarak yayıldığı yerleri, bilim ve sanat düşmanlığı ile Orta Çağ karanlığına sokan, teslis (üçleme) inancı ile Tanrının tek olduğu kabûlünü sarsan Hrıstiyanlıktan sonra yenilenmiş bir din gereksinimi doğmuştu. İslamiyet’in “monofizist-tek ilahî varlık” gibi akla uygun bir anlayışı, Yahudi şeriatına çok benzeyen, fakat daha güçlendirilmiş bir yaşam disiplini getiren kurallar dizgesi, çok seri cereyan eden misyonerlik ve fetih başarılarının gösterdiği üzere, onu tanıyanlara tap taze bir motivasyon getirdi.
İslamiyet, esasen, kendisinden daha önceki iki semavî dini tanımakta ve saygı göstermektedir. Hicret sırasında, Medine halkının yaklaşık yarısı Yahudilerdi. Muhammed’in gerek Yahudilere, gerek Habeşistan’daki Hrıstiyanlara yaklaşımı dostça olmuştu. Daha önceki sakinleri “Amâlikiler ve adı “Yesrib” olan Medine’ye, İ.S.II. ya da III. yüz yıllarda, Güney Arabistan’daki ülkelerinde su bendlerinin yıkılması ile açlık felâketi ile karşılaşan Kâhtanî Araplarından Evs ve Hazrec kabileleri sığındılar; (Kur’anda da isimleri geçen) başda “ölüm tanrıçası” Menat olmak üzere, Lat ve Uzza’ya tapan bu putperest Araplar, uslu uslu Yahudilerin egemenliğine girip vergi ödemeye başladılar. Ancak, Yahudi Kralı Fıtyevn, Musa’ya vahyolan “ON EMİR”in “zina yapmayacaksın hükmünü değil, Peygamberlerinden Hazret-i Davud’un, emir subayı Uriah’ın karısı Bath Seba ile, Hazret-i Süleyman’ın Seba Melkesi ile zina yapmaları sünnetini esas alarak Orta Çağlar şövalyelerinin de sürdürdükleri Roma adet’i “Ius primae noctis - Fr. Droit de Seigneur” denilen, malikânesindeki bakirelerden evlenmeden önce ilk gece koyunlarına girme hakkını ileri sürmüş. Hazreclerden Malik ben el Ecran, kız kardeşini bu ilk gece hakkından kurtarmak için Fıtyevn’i öldürmüş; ahlâksız zannedilen bir pagan, Yahudi Kralına ahlâksızlığının bedelini ağır ödetmiş. Ayrıca, ayaklanan Araplar kent’e hâkim olmuşlar; yeni kaleler yapmışlar. Onların yanında Yahudilerin Nadir, Kureyza ve Kaynuka kabileleri de varlıklarını korumuşlar. Ne var ki, gerek Arap gerekse Yahudi kabileleri, ekonomik çıkarlar yüzünden kendi aralarında da birbirlerini yemeye başlayınca Yesribde huzur kalmaz. IX. yüzyılın Basralı gramer ve bilgini ve efsane yazarı İbn Hişam, çoğu Kaynukalıların Arap Hazreclilerle, keza Yahudi Nadir oğulları ve Kureyza oğullarının çoğunun da Arap Evslilerle ittifak kurduklarını nakleder. Demek ki, toplumdaki kabile şeflerinin kişisel egoları, iç yönetim ve çıkar çekişmeleri kutsallık duygularının kolaylıkla kulak arkası edilmesine neden olabiliyor.
İşte tam bu sırada, İslamiyet’e davet ettiği Mekkelilerden yeterli taraftar bulamayan, tersine, kendi ailesi içinde de oluşan kıskançlıklar ve düşmanlıklarla karşılaşan Muhammed Yesribe göçer. Orada, her grupla iyi ilişkiler kurması, toplumsal dengeleri yerine oturtma ve uyumsuzları uzlaştırma gayreti ona büyük prestij kazandırır; destek alır; çoğu Yesrib yerlisini İslama kazandır. Yesrib adı “fesat” demek olan bir kökden geldiği için, Muhammed tarafından kentin adı “güzel” anlamına Tâbe (ya da Tayyibe)ye çevrilir. Dağınık bir kasaba olan bu yerleşim Peygamberin gelişi ile kent haline geldiğinden “Medine-Kent” adını alır. Bu isim daha sonra, “Medinetü’n Münevvere-Aydınlanmış kent”, Peygamberin kenti anlamında “Medinetü’n Nebi” ya da “Medinet’ün Resûlillah” gibi nitelemelerle kullanılacaktır. Sonuç olarak, İslamiyetin sıçrama tahtası olan bu kentte eski sakinleri dışında, “Muhacirin-Mekke’den göçenler” ve “Ensar- sonradan Müslüman olup Muhammed’e destek verenler” adında iki topluluk daha oluşur. Temel geçim kaynağı ticaret olduğu için çok diyarlar görme, çok çeşit toplum kesimleri ile temas etmenin kazandırdığı deneyimle Hazret-i Muhammet kent’e temeli yazılı esaslara dayalı bir düzen vermeye girişir. İki grup (Ensar ile Muhacirin’in “Nakib” denilen aile başkanları) arasında “Medine Sözleşmesi” denilen bir tür kent anayasası hazırlanmasına ön ayak olur. Bu metnin ilk maddesindeki, sözleşmeye taraf olanların: “Bu kitap (yazı) Resulullah (AS) Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesribli müminler ve Müslümanlar ve bunlara tabi olanlar ve onlarla birlikte cihad edenler için (olmak üzere) düzenlenmiştir” şeklindeki tanımlanması bugün hâlâ tartışma çeken bir belirsizlik taşımaktadır. Kureyşli ve Yesribli müminler dendikten sonra ayrıca “Müslümanlar” kaydından bir anlam çıkarılamamaktadır Yahudi, Hrıstiyan, Müşrik (Tanrı ile şirk-ortak koşanlar), putperestlerden metinde söz edilmediği gibi, onların da Muhammedi “Resûl” kabul etmeyeceklerine göre sözleşme tarafı gibi görülmemektedirler. Sözleşme, sadece “Müslüman blok”un toplumsal ve hukuksal ilişkilerinin düzenlenmesi gibi görünmektedir. Fakat, sözleşmenin daha sonraki bir çok maddesi: Benû Avflar (Avf Oğulları), Benû Hârisler, Benû Saideler, Benû Cusemler, Benû’n Neccarlar, Benû Amr ibn Avflar, Benû’n Nebitler, Benû’n Evsler adlarındaki Yahudi (?) kabilelerinin haklarını düzenlemektedir. Oysa Pakistanlı Profesör Mohammed Hamidullah gibi tarihçilerin tespitlerine göre bütün bu isimleri geçen grupların hepsi putperest Evs ve Hazrec kabilelerine bağlı klanlardır (geniş ailelerdir). Keza bunların dışında Yahudi olarak adları anılan Salabe ve Şuteyb kabileleri de aslında müşrik imişler. Anlaşılan, kentteki Yahudi ve müşrik Arap kabilelerinin samimî kaynaşmalarından kaynaklanan bu etnik grupları tanımlama hatasına karşın, müminlerim (inananların) kendi aralarındaki dayanışma esasları yaında, bütün kent’i kapsayan bir yönetim düzeninin, başka inançları olanlara da (Müslüma yönetim’e bağlı kalmaları kaydı ile) tanınan hakların kodlanması ana hedef olmuş.
Bakalım Medine’deki etnik gruplar arasındaki bu dostane düzen ne kadar sürecek?
NOT. Türklerin alın akı ve Batı’daki sanat elçisi Leyla Gencer’in muazzez anısına, eline nasılsa gazeteci kalemi verilmiş bir kör cahil tarafından yapılmış şen’i ve nâdanca yapılmış, insanlık ve barış düşmanlığı kaynaklı tecavüzü nefretle lânetliyorum. Başta, Katolik ruhban sınıfının tarihteki seyyiatı olmak üzere dinsel bağnazlığa neden kafamı takdığım, sık sık yinelenen bu yobazca çıkışlardan, her hâlde, anlaşılıyor.
cesur yürekten primae noctis hakkında araştırma yaprken bu sayfaya düştüm. bu kavran adına bir şey öğrenirim diye uzunca müdet okudum. Her şeyi kendi dünyasında yaşatan birinin afgan kabilelerinden tutun arab kabillerine kadar olan bir çok şeyi tarihe ışık tutmak adına yazılan bir sürü makale salatası. bu bey iyi bir senarist olabilirmiş. Düşüncemi özetlersek boğuldum.Dikkatimi çeken ise ilk yorumcu olacağım. Buda acaba yazının hiç okunmadığınımı. yada yorumlanmadığınımı veya müsbet yorumlar ihtiva etmediğinden yorumların yayınlanmadığınımı gösterir bilinmez.