30
Nisan
2025
Çarşamba
ANASAYFA

İnanç ve Hoşgörüsüzlük (102)

YAKIN ÇAĞDA İNANÇLARÇATIŞMASI VE HOŞGÖRÜSÜZLÜK:

Modern Çağlar başlangıcına damgasını vuran üç temel akım inanç grupları arasındaki olumsuz ilişkilere yeni bir yön vermede etmen olmuştur.

Bunlar:

1) Yeni Sömürgecilik,
2) Çeşitli inançlara mensup toplulukların bir arada bulunduğu ülkelerde ayrılma hareketleri,
3) Siyonizmdir.

Kısaca açıklayalım:

2008 sonunda vefat eden Harvard Ün. Hocası Samuel Huntington.

1-Dinî inançların manevî bir motif ve istismar aracı olarak kullanıldığı Sömürgeciliğin XV. asırda başladığını, oldukça ayrıntılı biçimde gördük. XIX. asrın III. çeyreği sonunda başlayan ‘Yeni Sömürgecilik’, inanç reformlarını yaparak bilim ve teknolojide gelişmiş ülkelerin, sadece çok ilkel kalmış diyarlara değil, inanç reformları gerçekleştiremedikleri için teknik gelişmede, yönetimde zayıf kalıp fukara düşmüş ülkelere de, görünüşte daha yumuşak yaklaşımlarla, onları yönetim ve üretimde destekleme bahaneleri, özel ticaret ve ağır koşullu borç anlaşmaları araçları ile, aslında ekonomik kaynaklarını sömürme niyetli nüfuz etmeleri olmuştur. Bu bakımdan, Afrika’nın hemen hemen tümü, Asya’nın önemli bölümü, çok sayıda Pasifik adası egemenlik atına alındı. Öyle ki, Osmanlı ve İran gibi büyük ve dirençli sayılan ülkeler, feodalite yüzünden yönetim zaafı gösteren Çin gibi muazzam bir coğrafya yarı sömürge haline gelmişlerdi. İlk sömürgeciler olan İspanya ve Portekizin zayıf düşmesinden sonra İngiltere, Fransa, Hollanda kolonileri paylaşmaya koyulmuş, Rusya yayılmacılığını sürdürmüş; bilim ve teknolojide ilerleme kaydetmiş olmalarına karşın ulusal birliklerini gerçekleştirmede gecikmiş oldukları için elleri böğründe kalmış Almanya ve İtalya ile henüz 1831 Devlet olarak ortaya çıkan küçük Belçika sömürgecilikten pay ister olmuşlardı. 1885-86 yıllarında Fransa ve İngiltere Kamerun’daki haklarını Almanya’ya bıraktılar. Almanya dost ve müttefik görüntüsü ile Osmanlıya yanaşıyordu. İngilizlerle birlikte (bugün Etiyopya denilen) Habeşistan’ı sıkıştırmakta olan İtalya ‘Uccialli Antlaşması’na dayanarak 1889’da buraya girdi. 1912’de Osmanlının elinden Libya’yı aldı. Belçika, 1908’de (bugün Zaire denilen) Belçika Kongosunu yönetimine aldı. Asya’da yükselen güç Japonya Çini, Mançurya’yı ve Kore’yi işgale girişmiş; gözlerini Pasifik Adalarına dikmişti. Amerika Birleşik Devletleri ise, 1823’de Başkan James Monroe’nun ünlü “Amerika Amerikalılarındır; Amerika kıtasının dışındaki kimseler Amerikalıların işine karışamayacağı gibi Amerikalılar da başka kıtaların işlerine karışamaz” sloganlı doktrinini aşarak XX. asırdan itibaren tüm Dünyanın işine karışmaya başlayacaktır. Yeni Sömürgeciğin evç noktası sayılan ve uğruna I.Dünya Savaşının patladığı tarih, 1914’e gelindiğinde Dünya topraklarının %85’i sömürge imparatorluğuna dönüşmüştü. Bu sömürgelerdeki pratik, hiç de emperyalistlerin iddia ettikleri gibi bir araya geldikleri insanların hayrına ve karşılıklı yarara yönelik olmadı. Sömürgeleşen ülkeler daha fakirleştiler; kaynakları kurudu; insanları aşağılandı; sık sık katliama ve işkencelere maruz kaldılar. Hrıstiyan sömürgecilerin bu egemenlikleri, çok büyük çoğunluğu Osmanlıdan koparılmış Kuzey ve Kuzey-Doğu Afrika ile Orta Doğu toprakları ve keza Afganistan, Endenozya’daki Müslüman halklar üzerinde infial yaratacak, dönemimizin Samuel Huntington gibi bazı toplum ve siyaset bilimcilerinin “Medeniyetler Çatışması” adını verdikleri bugünkü dehşet uyandıran gerginliğe yol açacaktır.

2- Zaten sömürge olan Hint Yarımadasında, Hindu ve Müslüman topluluklar arasındaki bitip tükenmeyen muhasamatı sonlandırılması, daha doğrusu her biri için güvenlik alanlarının oluşturulması için, ilân edilmiş savaş olmamasına karşın, çok ağır can telefatına mâl olan Hindistan ve Pakistan adlarında iki Devletin kurulmasına varan ülke bölünmesi dinsel hoşgörüsüzlüğün ne yaman bir nifak odağı olduğunun en gösterişli örneğidir. Filipinlerdeki ve Endenozya’daki Müslüman ve Hrıstiyanlar; Malezya’daki Budist ya da Konfüçyen Çinliler ile Müslüman Malaylar arasındaki sürekli huzursuzluklar diğer örneklerdir.

3-Yahudi cemaatlerinin, hümanizmanın gelişmiş olduğu Batlı ülkelerde özgürlüklerine ve yurttaş haklarına hukukî planda kavuştuklarını hikâye etmiştik. Ancak, Doğu Avrupa’da, özellikle Rusya’daki Yahudiler bu (sözde) hoşgörünün uzağında kaldıkları gibi, ileri uygarlıktaki Batı ülkelerinde de, kazandıkları statü birçok çevreler tarafından hazmedilememiştir. Hoşgörüsüzlük muhatabı olmakta idiler. Artık, tam egemenlik kuracakları bir vatan edinme çabalarına etkili biçimde geçme düşüncesi ile Avusturyalı gazeteci Theodor Herzl örgütlü bir çalışmaların başlatılması için 1897’de İsviçre’nin Basel kentinde, “İlk Siyonist” Kongre’yi toplama girişiminde bulunmuştu. Bu örgütün azimli çalışmaları sonucunda kurulan İsrael Devleti Dünyanım kafasını meşgûl eden Yahudi sorununu, yarattığı politik sancılarla, hâlâ ağır biçimde sürdürmektedir.

Modern Çağlardaki İnançla arası ilişkiye yön veren bu üç ana etmen’i, olayların seyri açısından sınıflandırarak ayrı ayrı mütalâa etmemiz pek olanaklı değil. Kronolojiyi fazla bozmadan olayları nakletmek konumuza daha akıcılık kazandırır sanırım. Siyonist Kongreye belki de hızlandırıcı etki yapmış olan bireysel fakat Yahudilere karşı salt avam arasında değil, elit çevrelerdeki hoşgörüsüzlük olarak klasik değer kazanması bakımından çok ünlü “Dreyfus Sorunu” ile dizimizi sürdürelim.

DREYFUS SORUNU:

Yüzbaşı Alfred Dreyfus

Artık tümüyle modern sayılan Üçüncü Cumhuriyet Fransa’sında 12 yıl boyunca karmaşık olaylar ve sağcı ulusalcılar ile sol antimilitaristler arasında çok sert tartışmalar yaratan “Dreyfus Sorunu ya da Davasının (l’Affaire Dreyfus) kahramanı Alfred Dreyfus, Parisde iş yapan varlıklı bir Yahudinin, Alsace , Mülhausen, 1859 doğumlu oğlu idi. Teknoloji ve Sanatlar Okuluna (Ecole Polytechnique) girmiş iken, tüm yurttaşlara verilmiş eşit haktan yararlanabileceğini düşünerek subay olmaya karar vermiş; 1889’da yüzbaşılığa kadar yükselmişti. Liyakati görüldüğünden 1893’de kurmay stajyeri olarak Savaş Bakanlığına gönderildi. Fakat 26.Eylûl. 1894’de Bakanlığın İstatistik Servisinin eline geçen bir belgeden Alman askerî ataşesine Fransız ordusunun sırlarını sattığı kanısına varılarak tutuklandı. Savaş Divanında yargılandı; o yılın Aralık ayında Fransız Guyanası açıklarındaki ünlü ceza kampı Şeytan Adasında müebbet hapse hüküm giydi.

Çok yetersiz kanıtlara dayanan ve kendisinin ve ailesinin şiddetle reddettiği bu suçlama ve mahkûmiyet, Savaş Bakanlığı yapmış siyasetçi olan General Georges Boulanger’nin az bir süre önce önce ortaya çıkmış vatan hainliğinin etkisinde kalanlar, antisemitik Fransız basını mensupları ile din çevreleri tarafından olumlu karşılanmış; Dreyfus lânetlenmişti. Edouard Drumont’un yayınladığı “La Libre Parole-Özgür Söz” gazetesi olayı, Yahudi sadakatsizliğinin ibret verici bir örneği olarak gösteriyordu.

Ancak, bazı kuşkular Fransız Genel Kurmayının dürüst subaylarını da rahatsız etmeye başlamıştı. Genel Kurmay Başkanı General R.F.C. Le Mouton de Boisdeffre, İstatistik Servisi Şefi Yarbay Georges Picquart’ı olayın izini sürmeye memur etti. Picquart, casusluk bağlantısına Binbaşı C.F. (Walsin) Esterhazy’nin karıştığını ve Dreyfus’un suçlanmasına temel olan mektubun onun elyazısı ürünü olduğunu gösteren kanıtlar buldu. Fakat bu saptamalar Savaş Bakanlığında huzursuzluk yaratmış; Picquart’ın görevden alınmasına neden olmuştu. Joseph Reinach, Georges Clemenceau, Auguste Scheurer Kestner, Emile Durkheim gibi tanınmış düşün ,yazar ve siyaset adamları Dreyfus’ü savunmaya başlamışlardı. Buna karşı Esterhazy’nin ve destekçisi Binbaşı Hubert Joseph Henri yeni sahte kanıtlarla işleri karıştırması kurulan savaş mahkemesinde Esterhazy’nin aklanması, Picquart’ın tutuklanması ile sonuçlandı. Aydın kesimin vicdanını yaralayan bu olayın davasını bu kez yazar Emile Zola ele almıştı. Zola, 13.Ocak.1898’de, ilerde çok etkili bir Devlet adamı olacak Clemenceau’nun gazetesi “L’Aurore-Şafak”da yayınladığı “J’Accuse-İtham Ediyorum” başlıklı açık mektubunda Fransız Genel Kurmayını, Savunma Bakanlığının emri ile Esterhazy’i aklamakla suçluyordu. Bu dev yazarın ithamı tüm ülkede büyük bir yankı yarattı. Dreyfus olayı bireysel bir dava olmaktan çıkmış; Fransa, davanın saydam bir biçimde tekrar açılmasını isteyenlerle; ithamları, orduyu küçük düşürmek isteyen ülke düşmanlarının yaptığını, Yahudi koruyuculuğunun ulusal güvenlik ihlâli olduğunu ileri süren otoriteryen ulusalcılar olarak ikiye bölünmüş; Millet Meclisindeki parlamenterler birbirine girmişti. Ulusalcıların baskısı ile Hükûmet Emile Zola hakkında dava açmak zorunda kaldı. Buna karşı, Anatole France, Marcel Proust başta bir çok entelektüel’in dahil olduğu 3 bin kişinin imzasını taşıyan bir dilekçe ile Dreyfus davasının yeniden açılması talep edildi.

Emile Zola

Hemen iftira suçu ile yargılanmaya alınan Zola bir yıl hapis, 3.000 frank gibi o zaman için çok büyük miktarda para cezasına mahkûm edildi; parlak yazar kariyeri ile kazandığı Légion d’Honneur nişanı elinden alındı. Yargıtay’ın kararını beklemeden İngiltere’ye kaçtı. Fakat âdil yargı yanlısı entelektüeller bir kaç ay içinde baskın geldiler. Ağustos ayında, Binbaşı Henry sahtekârlık yaptığını itiraf ederek intiharı seçti. Esterhazy ülke dışına kaçtı. Haziran.1899’da iktidarı alan Cumhuriyetçi Sol René Waldeck-Rousseau Hükûmeti Dreyfus’u Şeytan Adasından getirerek yeniden yargılanmasını sağladı. Savaş Divanı Dreyfusu gene suçlu bulmuş; fakat Cumhurbaşkanı Emile Loubet onu affetmek suretiyle bir çözüme gitmiştir.

Yeniden yargılanma hakkını saklı tutan Dreyfus’un bu hakkı 1904’de tanındı. Sivil bir Yargıtay Temmuz.1906’da onun geçmiş tüm mahkûmiyet kararların bozdu. Millet Meclisi, 22.Temmuzda Dreyfus’un itibarını iade eden, orduya dönmesine olanak tanıyan bir yasa çıkardı. Orduya katıldığında Légion d’honneur nişanı ile ödüllendirilen Dreyfus binbaşı rütbesini aldıktan sonra kendi isteği ile yedeğe ayrılmış; I.Dünya Savaşına çağırılınca yarbay rütbesi ile hizmet görmüştür. Bu arada, Fransa’ya dönen Emile 1902 yılında evinde bacasının bezlerle tıkanması sebebiyle, 62 yaşında karbon monoksit zehirlenmesinden yaşama veda etti. Daha önce de ona karşı suikast girişimde bulunanlar yasal takibe uğradılarsa da bir şey kanıtlanamadı.

Dreyfus olayı, evrensel adalet karşısında Fransa Savaş Bakanlığının bir ayıbı olarak tarihe kaydedildi. Fransa’da 1905’de din ve devlet işlerinin daha belirleyici biçimde ayrılmasını düzenleyen yasal önlemler alınmasına neden oldu. Fakat, otoriteryen sağ ile liberal solu temsil eden toplumsal kesimler arasında polemik, çalkantı dinmemiş; antisemitizmin (Yahudi düşmanlığının) kökü henüz kazınamamıştı.
 

Yayın Tarihi : 24 Ekim 2009 Cumartesi 14:32:36


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
AVIBETO IP: 192.118.11.xxx Tarih : 28.10.2009 08:29:30

Sayın Teoman Törün Höşgörüsüzlüğün en temel belirtilerinden biri de karşı tarafı dinlememek veya dinlemek istememektir. Bu yazıyı size ve KentHabere yollamayı uygun görmemin nedeni sizlerin fikirlerinizi her zaman kararlılıkla savunanız kadar, karşı tarafı da her zaman dileme ve anlamaya çalışma olgunluğunu göstermeniz olmuştur Saygılarımla Avibeto

 Subject: Fwd: mektup

Bugun buyukelcilige vermis oldugumuz mektubun metni ektedir 19.Ekim.2009

Sayın Sayın Sayın Abdullah Gül, Recep Tayip Erdoğan Ahmet Davutoğlu, T.C. Cumhurbaşkanı, T.C. Başbakanı, T.C. Dış İşleri Bakanı,

 Derneğimiz “İsraildeki Türkiyeliler Birliği” 60 yıldır Türkiye’nin imajını bu ülkede en iyi şekilde göstermek, Türk kültürünü tanıtmak ve sürdürmek için çaba vermektedir. Bu çalışmalarımız ve Türkiye-İsrail dostluk ilişkilerine katkılarımız nedeniyle, Derneğimiz, 2003 yılında T.C. Dış İşleri Bakanlığının “Üstün Hizmet Madalyası” ile ödüllendirilmiştir. Aynı bağlamda, bu ülkeye gelen Türk diplomatları, bizleri “Türkiye’nin gönüllü elçileri” olarak tanımlamışlardır. İsrail’e yerleşmiş 100.000 kadar Türk Yahudisinin, Türkiye ile olan gönül bağını sürdürmek ve Türkiye’yi İsraillilere en iyi taraflarıyla tanıtmak için tüm yaptıklarımızı bu sayfaya sıralamamız olanaksız. Ulaştığımız başarılar biz Türk Yahudilerinin göğsünü gururla kabartıyor. Ne yazık ki, Türkiye’nin İsrail’e karşı son günlerdeki tutumu, çalışmalarımızın faydası hakkında bizleri şüpheye düşürmüştür. İki ülke arasındaki dostluk ilişkileri gelişirken, son Gaza operasyonundan sonra, siz devlet büyüklerimizin beyanları ile bu ilişkiler olumsuz yönde ilerler duruma düşmüştür. Gaza harekatının görsel basında tek yönlü olarak gösterilmesi, Sn. Başbakan’ın Arap ülkelerinin göstermediği kadar tepki göstermesi, Türkiye’de, İsrail ve Yahudi karşıtlığının artmasına neden olmuştur. Türkiye’de son aylarda yapılan anketler antisemitizmin ne kadar arttığını açıkça göstermektedir. Gerçek odur ki, İsrail, Gaza operasyonunu durup dururken başlatmamıştır. 8 yıldır süregelen İsrail’in güney bölgesinin roketlerle bombalanması, atılan roketlerin giderek daha mütekamil ve daha öldürücü olması, İsrail’i, halkını korumak amacıyla müdahale etmek zorunda bırakmıştır. “Kurunun yanında yaş ta yanar” deyimi burada da doğruluğunu göstermiş ve maalesef bu savaşta suçsuz insanlar da can vermiştir. Bu ölümleri asgariye indirmek için İsrail Savunma Ordusunun bombalayacağı yerleri önceden bildirdiği, sivillerin oraları terk etmesi istendiği, nedense Türk basınında zikredilmez. Oysa, dünyada bu şekilde davranan başka hiçbir ordu yoktur. Sn. Başbakan, geçen gün aynı konuda yaptığı konuşmada “Biz zalimden değil, mazlumdan yanayız.” demiştir. Güzel bir tutum! Fakat mazlum kim ve zalim kim? Basiretsiz ve fanatik yöneticileri yüzünden ezilen, canlı kalkan işlevi gören suçsuzlar mazlum da, Sderot kentinde roketlerden evleri yıkılan, gecelerini sığınaklarda geçiren çocuklar mazlum değil mi? Ateş edilen noktayı mukabil ateşle imha eden İsrail askeri zalim de, hududu aşarak İsrail köyüne giren ve odasında yatan anne ile koynundaki bebeği göz kırpmadan öldüren Hamas teröristi zalim değil mi? Genelde İsrail insanının, özelde İsrail askerinin zalim olup olmadığını, bu ülkede görev yapan değerli Büyükelçilerinize sorunuz. Dostluk ilişkilerinin korunması ve devam etmesi için elimizden geleni yaptığımıza bu ülkedeki diplomatik temsilcileriniz tanıktır. Bu bağlamda, meydanlarda Atatürk ilkeleri hilafına İsrail bayraklarının yakılması, sağcı gazetelerin yakışıksız yayınları, spor temaslarının ertelenmesi, sokaklara Yahudi karşıtı pankartlar asılması gibi olumsuz olaylara gelen tepkilerin asgaride tutulması ve bunların büyüyüp dostluğumuza zarar vermemesi için büyük çaba verdik. Ancak, son olarak, TRT-1’de gösterime giren “Ayrılık” dizisinin neden olduğu öfke, bu tepkileri durdurulamayacak boyuta getirdi. Gösterimden birkaç gün önce ve gösterimin ertesi günü, Büyükelçilik nezdinde dile getirdiğimiz üzüntü ve endişe duyguları ile dizinin durdurulması yönündeki isteklerimiz hiçbir sonuç vermedi. Dizi, gösterilmeğe ve düşmanlık tohumları ekmeğe devam ediyor. Bir İsrail askerinin yeni doğmuş bir bebeği durup dururken kurşunlaması, sivil halkın dipçiklenmesi, bir dizi insanın –İsrail ordusunda mevcut olmayan- bir infaz mangası tarafından kurşuna dizilmesi, bilinçli bir şekilde İsrail ve Yahudi düşmanlığı yaratma çabasından başka bir şey değildir. Dizi, TRT-1 gibi bir devlet televizyonundan kin ve nefret saçmakta, duygu sömürüsü yaparak olayı din çatışması gibi göstermektedir. Türk halkı saftır, temizdir. Gördüklerine çabuk inanır. Hayal mahsulü olan bu diziyi bir Türk filmci dostumuz “Ayrılık Türk televizyonculuğunun ayıbıdır.” şeklinde tanımlamıştır. Gerek film yapımcısının, gerekse Devlet büyüklerinin bu diziye getirdikleri yorumlar ise, ne yazık k, inandırıcı olmaktan uzak kalmaktadır. Geçmişe bakarak, halka nefret aşılayacak bu tür yayınların yalnız ilişkilerimize değil, tüm Türkiye imajına zarar verebileceği endişesindeyiz. 1934 Trakya olayları, 6-7 Eylül olayları, sırf Yahudi olduğu için öldürülen Diş Doktoru Yasef Yahya olayı ve 2003 sinagog bombalamalarının, hep bu tür provokatif yayınlar sonucu olduğunu hatırlıyoruz. Derneğimiz politikayla uğraşmaz. Siyasal bir kuruluş değiliz. Türkiye, kendi çıkarları icabı, İsrail’i kaybetme pahasına, başka dostlar edinmek isteyebilir. Bu konudaki düşünce ve kaygılarımız kişiseldir. Fakat bu amaç yolunda, halkı halka düşman etmek kabul edemeyeceğimiz bir yoldur. İsrail halkının Türk halkını sevdiği gibi, Türk halkının da İsraillileri sevmesini istiyoruz. Yalnız burada yaşayan 100.000 kadar Türk Yahudisinin değil, Amerika ve Avrupa’da yaşayan bir o kadar Türk Yahudisinin de hislerine tercüman olduğumuza inanarak, sizlerden “Ayrılık” dizisinin gösterimden kaldırılması için gerekli talimatı vermenizi önemle rica ediyor, dostluk köprümüzün yıkılmaması için verdiğimiz çabaları desteklemenizi diliyoruz. Saygılarımızla. İSRAİLDEKİ TÜRKİYELİLER BİRLİĞİ