30
Nisan
2025
Çarşamba
ANASAYFA

İnanç Ve Hoşgörüsüzlük (22)


DİNLER ARASI UZLAŞI ARAYIŞINDAKİ BİR HİNT-TÜRK HÜKÜMDARI, EKBER ŞAH: 

Babası Ömer Şeyh tarafından Timur, anası Kutlug Nigâr Hatun tarafından Cengiz soyundan gelmekle Türk-Moğol karışımı diyebileceğimiz, şairliği ve düşünürlüğü ile de ünlü Babür, babasının ölümü üzerine Fergane tahtına geçmiş; amcası, dayısı ve Özbek Hanı Muhammed Şeybanî ile mücadelelerden sonra gücünü kanıtlamış, civardaki Maveraünnehir), Afganistan, Hindukuş bölgelerinden sonra Hindistan’a da akınlar yapmış; çeşitli seferlerinde, ard arda, Lahor, Delhi, Agra ve Luknov’u alarak, o sıralarda Delhi Sultanlığını işgâl eden beşinci Türk-Müslüman Lûdî hanedanına son vermiş; 1526’da, Hindistan’da Müslüman “Hint-Türk İmparatorluğunu” kurmuş; sürekli fetihlerle egemenliğini Bengal’e kadar genişletmişti. Fakat, yerine geçen Hümayun sefih bir adamdı; devlet işleri ile ilgisi çok zayıfdı; onun 1556’daki erken ölümü ile Devletin yeniden güçlendirilmesi misyonu, henüz 14 yaşında olduğu hâlde, bir savaşa nezaret etmekte olan Celâleddin Muhammed Ekber Şah’a kaldı. İşte, İmparatorluğun bu üçüncü Şah’ı, din hakkındaki fikir jimnastikleri ve zamanında hazmedilemeyecek çok egsantrik uygulamaları yüzünden, din çevrelerinde (kimsenin canını yakmadığı hâlde) trauma yaratmış, hâlen de Nakşî taifesinin lânetlediği, parlak zekâlı entelektüel bir hükümdardır. Bu çok aydın zihinli Şah’ın yönetim yaşamı dikkatle incelenmeye değer.

Ekber Şah için, dedesi Babür Şah zamanından beri fethedilmeye başlanan Hindistan, artık ciddiyetle yönetilmesi gereken yurdu olmuştu. Ne var ki, bu ülkede, Müslümanlardan daha çok sayıda başka unsurlar, Brehmen, Budist, Caynacı* Sih, Goa’ya çıkmış Portekiz fatihlerin zoru ile Hrıstiyan olmuş halk, Zerdüşt dinine bağlı olanlar vardı. Düşünün ki, farklı unsurların birbirlerini yediği bir ülkeyi yönetmekle görevli bir hükümdar, geçen bölümlerde anlattığımız Timur yapısında bağnaz bir despot değilse, aklı ve vicdanı varsa, bu derin hoşgörüsüzlük ortamı içinde nasıl davranabilir? Ekber Şah da, bir devlet egemenliği altında yaşayıp da, birbirinden farklı ve birbirine düşman inançlar mensuplarının farklı yasa ve düzenlere bağlı olmalarının korkunç bir yönetim karmaşası yarattığını gözlemledi; hocası Mir Abdüllâtifin’in de, “çeşitli din ve mezhepler arasında “sulh-u küllî”yi (tam bir toplumsal barış’ı) sağlaması gerektiği” yolundaki telkin ve öğütleri ile, tüm insanların bir tek ve ortak Tanrıya tapması işinin ortak paydaya ve standartlara bağlamanın aklın yolu olduğunu düşündü.

Cizvit papazlarından Padre (Baba) Bartoli diye anılan Ridolfo Akuaviva’nın kaleme aldığı “Büyük Mogol Yanındaki Görevi” adlı kitapta, Ekber Şah’ın, din bilginleri, komutanlar gibi yüksek rütbeli kişilerin ve aydınların çağırılı olduğu büyük bir toplantıda, dinler arasındaki, büyük yıkımlara neden olan bitmez tükenmez çatışmaların önüne geçilmesi emeli ile, uzun uzadıya üzerinde düşündüğü dinleri birleştirme tasarısını görüşmeye açtığı yazılıdır. Tahta çıkmasından itibaren Hindu çoğunluğun gönlünü kazanmaya çalışıyordu. Hintli bir Racput’un Jodha isimli kızı ile evlendi. Hindu erkeklerden alınan cizye ile onları hac yerlerini ziyaretleri sırasında alınmakta olan vergiyi kaldırdı. Onlara ordunun ve bürokrasinin üst kademelerini açtı. Bu tavrını saf, cezbeye kapılmış, mucizelere bel bağlamış insanlara kabûl ettirebilmek için etkili olan yöntem “mehdîlik” iddiasını ortaya atmayı dahi aklına getirdi. Zira, tahta çıktığı sıralarda safdil Müslüman halk arasında “mehdiyet” beklentisi hararetli bir ilgi odağı olmuştu. 1500’lerin başında “mehdîliğini” ilân eden Canpurlu Muhammedin öngörülerinde, hicrî bininci yılda son mehdî’nin zuhur etmesi de vardı. Milâdî 1591’e isabet eden o yıl çok yakınlaşmıştı. Mehdevî hareketinin önderi Şeyh Mübarek Hıdır an-Nagorî ile iki oğlu Feyzî ve Ebu’l Fazl el-Allamî, Şah’ı bu yolda teşvik ediyorlardı. Fakat, Şah’ın dinler arası uzlaşı girişimlerinden, kendi prestijleri açısından zaten çok rahatsız olan ve Müslüman toplum üzerinde hâlâ nüfuzu olan Ulemâ,“Mehdiyet”in asılsızlığı görüşüne sarılıp Şah’ın girişimlerini toptan baltalama imkânı umuduna kavuştu. Ekber Şah bu engeli ortadan kaldırmak için Fetihpur’da “Divanhane” denilen bir tapınak yaptırdı; çeşitli mezhep ve tarikattan Müslüman bilgin ve sufîleri orada toplayıp tartışmalar yaptırdı. Hepsi din allamesi geçinen (çoğu şarlatan) bu insancıkların sığ ve çelişkili görüşleri, kendi aralarındaki derin anlaşmazlıkları su yüzüne çıkarıldı. Kurnaz Şah bu yöntemle Ulemanın halk nezdindeki itibarını büyük ölçüde yıprattı.

Tüm tebaasının manevî liderliği yolunda farklı dinlerin bilginleri ile de görüştü. Sikhliği, Caynizm’i yakından tanıdı. Bu dinlerin temsilcilerini Sarayında devamlı ağırladı. Söyleşi toplantılarına bunlarla birlikte Mecusî, Hindu, Budist, Hrıstiyan gibi olabildiğince çeşitli dinden bilginleri bir araya getiriyordu. Söyleşi ve tartışmalar son derece açık ve liberal düzeyde cereyan ediyor; İslâm’ın, bedevî bir milletin getirdiği bir din olarak, Babür’ün torunları gibi çok düzeyli bir topluma uymadığı, vahiy olgusunu aklın kabûl edemeyeceği, Kur’an’ın Allah kelâmı olamıyacağı rahatlıkla dile getirilebiliyordu. Şah, saldırgan öğretileri olmayan, etik umdelere ağılık veren Mecusîliğe ve Budizm’e olan sempatisini saklamıyordu. Sarayda hiç söndürülmeyecek ateş yaktırdı; onu muhafaza görevini Ebu’l Fazl’a verdi.

1579’dan itibaren Hindistan’da koloni kurmaya heveslenen Portekizlerin beraberindeki Cizvit papazlarına da İncil’i tercüme ettirmişti. Çoğu dinlerin temsilcileri onu bir aziz gibi benimsemişlerdi. Fakat, özellikle “teslis” ve buna benzer akıl dışı hiçbir inanç telkinine kapılmaması çeşitli dinlerin misyonerlerini düş kırıklığına uğratıyordu. Öte yandan zeametleri devlet mülkü haline getirmesi; memur hiyerarşisi statüsüne göre bir devlet düzeni kurması feodal beyleri de çileden çıkarmıştı. Arka aradan ayyaş düzenbazın biri olduğu; ehl-i sünnet’e hiç değer vermediği, işkencelerle baskı uyguladığı söylentileri yayılıyordu. İslam uleması başka dinden olanlara hoşgörü tanımasına tahammül edemiyordu. Devlet başkanının otoritesine karşı gelmek kolay olmadığı için fazla ses çıkarılamıyordu.

Koşulların uygun olduğuna kanaat getirilince, 1579 yılında Fetihpur Sikri Ulu Camiinde, Şeyh Mübarek’in oğlu Feyzi an-Nagorî tarafından Ekber Şah’ın ilâhî mertebeye yüceltildiğini ve “müctehid-i zaman-zamanın içtihatçısı” olduğunu ilân eden hutbe okundu. Ekber Şah, yakın danışmanı Ebu’l Fazl’ın da öneri ve destekleri ile, toplumsal barış uğruna “Ekberiye” adında yeni bir din icadından başka yol bulamamıştı. 1582’de Hoşnutsuzluğunu dik bir biçimde açıklayarak eleştirilerde bulunan İmam Rabbanî olarak anılan Serhend’li** Ahmet Farukî hapsedilmiş; işkence gördüğü iddiaları ortaya atılmıştı. Şeyh Muhammed Nakşibendîye kapılanıp müritliğini yapmış bu hazımsız kişinin cezalandırılması Nakşîlerin hâlâ dile dolayıp Ekber Şahın sapık bir din kurduğu ithamını tekrarladıkları bir anıdır.

Ekber Şah’ın yeni dini, yeni bir takvime göre değişik bayramlar; şehvet düşkünlüğünün, iftira ve gururun yasaklanması, eşitlik, soylu davranış, takva, özgürlük ve özel yaşamın dokunulmazlığı, sabır, perhiz, sadakat, ihtiyat, nezaket gibi ahlâk kuralları ve sağlık önlemleri getiriyordu. Din hemen hemen tümüyle etik kodlarla sınırlanmıştı. Oysa insanların dikkatlerinin salt ahlâk kurallarına odaklanmış olması, onları gözlerini ritüellerle bağlayıp kullanma olanağı yaratacak bağnazlık tekniğini geliştirmiş Ulemayı ve diğer sofu Müslümanları olduğu gibi Veliahd olup, tahta geçtiğinde otorite zaafı yaşayacağından korkan Selim’i de tedirgin etmişti. Ekber Şah’ın girişimlerindeki destekçisi Ebü’l Fazl’ı, 1602 tarihinde öldürttü ve yeni dini zayıflattı. Şah’ın 1603’de ölümü üzerine Selim’in Cihangir adı ile tahta çıkması bu dinin icrasına son verecek; çeşitli inanç grupları birbirlerini yemeye devam edecektir.




*Caynacı: (Jainist) “Ahimsa”ya, hiçbir canlıya zarar vermeme temeline dayanan inancın mensubu
**Serhend: Hind sınırında bir Türkistan kasabası

Yayın Tarihi : 25 Temmuz 2008 Cuma 10:43:49


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?