2
Haziran
2025
Pazertesi
ANASAYFA

İnanç ve Hoşgörüsüzlük (75)

OSMANLIDA TEMEL GÜÇ ODAKLARI:

Osmanlı’nın farklı unsurlara bakışını değerlendirebilmek için önce Devletin karakterini belirleyen millet kavramı ile ana güç odaklarının (siyasal yönetim, dinî otorite ile savaş ve kolluk gücü) oluşumunu özetle gözden geçirelim.

İranda’ki Türk hanedanı Büyük Selçuklu’yu iktidara getiren hükümdarın adının Tuğrul Bey, Osmanlı Devletinin nüvesini atan kişinin de “Ertuğrul Gazi” olması mistik bir kaynaktan geliyormuş gibi görünen ilginç bir rastlantıdır. Moğol baskısı ile Süleyman Şah önderliğinde Anadolu’ya sürülen Oğuzların Bozok kolundan Kayı aşireti bir ara Halep’i merkez tutmuştu. Daha verimli topraklar için Anadolu içlerine girilmişken, Süleyman Şahın Fırat’da boğulması üzerine Ertuğrul Gazi ve kardeşi Dündar Bey yönetiminde Pasinler Ovasına, yeni bir Moğol akını üzerine de Ankara yakınlarındaki Karacadağ’a yerleşildi. Arkasından Domaniç ve Söğüt havalisine göçerek orayı yurt edindiler. Ertuğrul Bey, 1231’de Anadolu Selçuk Sultanı I. Alâeddin Keykubat’ın emri ile İznik üzerine akıncı birliklerine komuta etti. Sonra Karacahisar’ı zaptedip Bilecik tekfurunu vergiye bağladı. Hizmetlerine ödül olarak Sultan, uç beyi olarak Söğüt kasabasının egemenliğini ona bıraktı. Yaşlanınca yerini kardeşlerinin ve oğlu Osman Bey’in vekâletine bıraktı.

Sultan Osman Gazi’nin temsilî tablosu

O zamanlar Beyliğin vakanüvisliği olmadığı için aradaki yönetim şekli hakkında kesin tarihler verilemiyor. Ancak, Osman’ın kesin aşiret reisliği tarihi 1281’dir. “Aşıkpaşazade Tarihi”nde nakledilen bir rivayete göre Osman Bey’in (henüz Bey olmadan) bir ara konuk olduğu “Edebalî” adında bir Türk ahî şeyhi gûya, Tanrının Osman’a Sultanlık vereceği biçiminde yorumlanabilecek bir rüya görmüş. Demek ki kurulacak devletin ve Osman Gazinin otoritesinin semavî (Tanrısal) meşruiyeti böylece kayıtlara düşmüş oluyor. Tarihlere düşen önceki bilgilere göre “Mal Hatun” adındaki ve Osman’ın halefi Orhan Beyi doğuracak kızını ona nikâhlamış. Daha sonra bu konuda araştırma yapan İ.Hakkı Uzunçarşılı Edebalî’nin kızını adının ”Balâ Hatun” olduğunu ve Orhan’ın değil, kardeşi Alâeddin’i annesi olduğunu kanıtlamış. Ayrıca, Osman’ın eşinin Edebalî’nin değil, Ömer Bey adında bir Türkmenin kızı olduğu da söyleniyor. Osman’dan sonra ise, Osmanlı hükümdarlarının hiç birisinin eşi Türk olmamıştır: Osman Beyin mağlup ederek öldürdüğü Bilecik ve Yarhisar Tekfurunun eşi Holophira’yı (sonradan Nilüfer Hatun) çocuk yaşdaki oğlu Orhan’a nikâhlamasından itibaren tüm Padişahlar gayrimüslim ailelerden devşirilmiş kadınlarla evleneceklerdir. Bunların bir çoğu fesat çıkararak facialara sebebiyet vermişlerdir.

Uzatmayalım. Osman’ın kesin olarak Beyliği aldığında (tahminen 1281) ilk işi Karacahisar’daki kiliseyi camie çevirmek oldu. Cami’e bir imam, bir hatip bir de çeşitli toplumsal konularda danışmanlık yapmak, ortaya çıkan uzlaşmazlıklarla ilgili davaları hafta sonu cumaları görmek üzere bir molla (kadı) tahsis etti. Kayınbabasının öğrencilerinden Tursun Fakîh’i imam yaptı. Pazarlarda din ve ulus farkı gözetmeden adaleti sağlama görevini de ona verdi. Avusturyalı tarihçi Hammer’in de kaydettiği üzere, bir Cuma günü Germeyan Türk Beyi Alişir’in uyruğu bir Müslüman ile Bilecik Rum komutanına bağlı bir Hrıstiyan arasında çıkan kavga konusunda (son hükmü verecek olan) Osman Hrıstiyan’a hak vermiş ve adaletseverliği etrafa yayılmaya başlamıştır. Yalnız burada göze pürüz gibi gelecek iki nokta üzerinde duralım:

1) Kilisenin camiye çevrilmesi. Ama unutulmasın devir 1200’ler… Dünyanın her tarafında farklı unsurların birbirlerine karşı tavrı böyle.

2) Farklı unsurun hakkını teslim etmek gibi olağanüstü bir hoşgörü örneğinde ise acaba başka bir güdü olabilir mi? Dönem, Selçuklu Devletinin 1277’de İlhanlılara nihaî olarak boyun eğmesinden sonra Anadolu Beyliklerinin (Tavaif-i Mülûk-Sultanları dostları-feodalite ifade ediyor) tümüyle başıboş kalıp birbirleri ile ilişkilerinin daha çok hasmane yolda olması dönemi.

Bu bakımdan, Alişir’in uyruğu Müslüman, Osman’ın Germeyan Beyliğine iyi gözle bakmamasının kurbanı olmuş olabilir mi? Ne ise, öküzün altında buzağı aramayalım. Fakat, gerçekten, fetihlerini genellikle Anadolu’dan önce Batıda, Balkanlarda yapmış ve oralarda farklı unsurlar arasında denge aramış olan Osmanlı, ne yazık ki, Türk adını almaktan kaçınmış, hoşgörüsüzlüğü daha çok kendi kandaşlarına karşı olmuştur. Anı yazıları ile ün yapmış Şevket Süreyya Aydemir (kesin hatırlayamıyorum, galiba “Suyu Arayan Adam” isimli eserinde) I. Dünya Savaşı sırasında ihtiyat zabiti (yedek subay) olarak III. Ordu’da görev yaparken emrindeki erlerle bir söyleşisini aktarır:

Kendisi o sıralarda “Türklük” ideolojisine gönülden bağlanmıştır. Erlere sorar: “Çocuklar hangi millettensiniz?” Hepsi bir ağızdan: “Elhamdülillah Müslümanız?” derler. Aydemir: –“Evlâdım bu dininiz. Milliyetinizi soruyorum” der ve tek tek sormaya başlar. Adı verilen, Zaza, Kırmançi, Çerkez, Arap, Arnavut ve bir nice kavimin içinde hiç “Türk” yoktur. – “Yahu, oğlum, Türk değil misiniz, Türk?” sorusuna karşılık gene hep bir ağızdan: “Estağfurullah” yanıtı gelir. Kuzenim Yılmaz Ergüvenç daha iyi hatırlayacaktır; onun babasının 1940’lar ortalarında yargıçlık yaptığı Afyon Karahisar’daki evlerindeki hizmetkâr kadın, çarşıda tartıştığı Yörüklerden: “Körolası Türkler” diye söz ederdi. Toplumsal dayanışmayı ortak geçmiş ve kültür birliği ile daha güçlü kılacak “Türk Ulusu” bilincinin sindirilmesi bu kadar gecikmiştir.

Temsili Şeyh-ül İslâm tablosu

Devletin fetva makamlarının ve ulemasının “Tüm insanlar fıtraten (yaradılıştan) Müslümandır” şeklindeki bir hadis-i şerifi göstermesi karşısında, Türklük bir yana atılmış; “ihtida-hidayete erme, İslâmı kabûl” yolundan yabancılarla daha kolaylıkla kaynaşılmış; belli bir din mensubiyeti “milliyeti” belirlemiştir. Hammer’e göre ilk müftîlik hizmeti Kadızade Hızır Bey’e tevcih olunmuş. Fakat Türk tarihçilerin araştırmaları Elyan Çelebi’nin “Müftî” unvanı ile fetihden çok önce tayin edildiğini ortaya koymuş. Bir de, ilk kez I.Murat’ın (Hüdavendigâr) ihdas edip ilk görevi Çandarlı Kara Halile verdiği “Kazasker-asker kadısı” ünvanı ile en büyük adalet görevlisi makam vardır ki, fıkıh (din hukuku) bilgisi gerektirdiğinden dinî içtihat oluşturmada önemi var. Hicrî IV., Miladî X. asırdan beri İslam ülkelerinde fetva yetkisi olana karşı saygı sıfatı olarak kullanılan “Şeyh-ül İslâmlık” unvanının Hükümdara şeriat konusunda danışmanlık yapacak ilmiye sınıfının lideri fıkıh uzmanı olarak, Osmanlıda ilk kez II.Murat zamanında Molla Fenarî’ye verildiği zannediliyor. Kazasker, Ulemanın başı olan Şeyh-ül İslam’dan sonra ikinci sırada gelir oldu. Sonra Rumeli ve Anadolu Kazaskerliği (kısa bir süre için de Arap ve Acem) makamları oluştu. Fakat, Osmanlıda muazzam bir merkeziyetçi sistem kurmuş olan siyasal iradenin paylaşılmaz bir egemenliği vardır. Müslüman dinî otorite (Meşihat Makamı), (en azından kuramsal olarak) elbette, Katolik Papa gibi, Ultramontan (dağların ötesindeki) bir adamın gizemli gücüne sahip değildir.

Daha önceki İslâm devletlerinde de aynı işleri ifa eden makam sahipleri, sultanın ya da halifenin gerek görmesi halinde makamından alınırlardı. Yavuz Sultan Selimin “Hilâfet”i askerî gücüne dayanarak üzerine alması siyasal otoriteyi (gene kuramsal olarak) daha da güçlendirmesi gerekirdi. Fakat Sultanın çeşitli güdülerle dinî ya da idarî gayretinde eksiklik görülmesi hâlinde Şeyh-ül İslâm’ın etkili olduğu, Hattâ Sultanın reformlara heves ettiğinde, fesat çıkararak ve diğer güç odakları ile ittifak yaparak dişini gösterebildiği demler olmuş. Katı muhafazakâr müdahaleleri ile toplumsal gelişmeye taş koymuş. Fakat, Hammer’in tesbitine göre, onikisi Osmanlıdan önce ortaya çıkmış, mevcut otuz altı din tarikatının temsil ettiği ve, Alevîlik dışında denetime alınmayan, üzerine gidilmeyen başı boş ruhanî sınıf sonradan oluşturulan örgütlü ilmiye sınıfından daha güçlü ve tehlikeli olmuştur. Peygamber Hazretlerinin, putperest rahiplerin erkekliklerini gidermek ve nefislerini azaba sokmak suretiyle gerçekleştirdikleri riyazetlerini hedef aldığı : “Lâ rahbaniyyete fi’i İslâm-İslamda rahbaniyet yoktur” buyruğu, Arapların miskin yapıları nedeni ile ölümünden kısa zaman sonra bir kenara atılmış; “El-Fakrü fahrî-Fakirlik övgümdür” hadis-i şerif’i’ne dayanılarak zaviyeler, fakir ve derviş tarikatları mantar gibi bitmiştir. Sonsuz sayıda din büyüklüğü iddia edenlerin varlığına karşın “İslamda ruhban sınıfı yoktur” vecizesi ortaya atılmıştır.

Yeniçeriler

Gelelim, yandaki resimde bir usta (küçük rütbeli subay) ve iki karakullukçu (er) ile temsil edilen askerî güç odağına… Osmanlı Devletinin temelini atan Ertuğrul ve Osman Beyler, savaşlarda yalnız akıncı denilen Türkmen süvarilerini kullandılar. Savaş zamanı süvari toplamak zahmetli idi ve vakit kaybettiriyordu. İlk kez Orhan Bey maaşlı (yaya) piyade asker teşkilâtı kurdu. Fakat kabarık maaşlı bu askerin şımarıp sorun çıkarmaya başladığını görünce kardeşi Alâeddin’in ve Çandarlı Kara Halil’in önerileri ile, Müslümanlığa alınacak ve erken yaşda ciddî eğitimden geçirilecek Hrıstiyan çocuklardan bir ordu teşkil edilecekti. Yukarda andığımız “Tüm insanlar fıtraten Müslüman doğar” hadis-i şerif’i sonradan İslâmı kabûl etmiş kimseden kesinlikle yüksünülmemesini sağlamaktadır.

Osmanlı, gerek Hrıstiyan ailelerden devşirilmiş Yeniçeriye, gerekse savaş meydanında esir aldığı düşmana, Müslüman olması kaydı ile tüm kamusal mevkilerin, ordu komutanlığının, Kaptan- Deryalığın, Sadrazamlığın olanaklarını açmıştır. Yeniçerilerin örgütlenme biçimi ve Osmanlı ordusu içinde buna ek güçlerle ilgili ayrıntılara gerek yok. Bunların zaman içinde farklı miktarlarda verilen aylıkları ya da savaş ganimeti topraklardan tahsis edilen timar kazancı olduğuna değinmemiz yeterli.

Başlangıçda, kişilikli şeflerinden aldıkları ciddî disiplin ve fanatik İslamî öğreti, itaatkârlık, yorgunluğa, açlığa dayanıklılık sayesinde, gerek Balkanlar ve Bizans gerekse Anadolu Beylikleri üzerinde cephede kazandıkları zaferler Osmanlıyı büyüttü. Ne var ki, açıklaması konumuz dışında olan yozlaşma ile zaman içinde ortaya çıkan bir Frankenştayn canavarı kendini yaratanı yemeye başlayacaktır. Reformlara kalkışan Genç Osman, III. Selim gibi padişahları, Kösem Sultan gibi saraylı kadınların tahriki ile Sultan Deli İbrahimi öldüreceklerdir. Bu cinayetlerin hepsinde Ulemanın onay ve desteği vardır. İbrahimin ölümünü izleyen iç ağalarla aralarındaki uzlaşmazlıklar ve parasal sorunlar sonucu İstanbul’un altını üstüne getirmişler; yüzlerce insanın canına kıymışlar; kesilmiş başların At Meydanındaki çınar ağacına asıldığı Çınar Olayını (Vaka-yı Vakvakiye) yaratmışlardır. Ayrıca, her türlü hoşgörüsüzlüğün odağı da olacaklardır.
 

Yayın Tarihi : 27 Mayıs 2009 Çarşamba 00:09:40
Güncelleme :27 Mayıs 2009 Çarşamba 00:23:08


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?