ŞAH İSMAİL ENTRİKALARINI SONA ERMESİ:
![]() |
Yavuz Selim’in temsilî bir tablosu |
Yavuz Selim’in Şah İsmail’in nifaklarına son vermesi öyküsünden önce Sünnî-Şiî (ya da Anadolu versiyonu ile “Alevî”) ihtilafının kaynağına özetle bakalım.
Bu düşmanlık, bilindiği üzere daha ilk halife seçimi sırasında, Peygamberimizin kuzeni Ali’nin halife olması gerektiğini ileri süren Rafızîlerin (iman edenler) protestolarına kadar dayanır. Onlara göre, Hazret-i Muhammed’in yetim kalmasından sonra amcası (Ali’nin babası) Ebu Talip ona vasilik etmiş olduğundan Hazret-i İsa gibi yeniden dönmesi beklenen Muhammed’in vefatında, ona Ali’nin halef olması gerekirdi. Allah Ali ve oğullarının görüş alanlarına çıkmıştı. Onların özünde Allah’ın cüz’ü (parçası) görünmüştü. Hilafet makamına çıkan diğerleri onların haklarını yemişler, sahtekârlık etmişlerdi. (Ebubekir ve Osman Halifeler zamanında derlenmiş olan) Kur’an bir kabuktu; esas ibadet Muhammed ve Ali’yi, sevmekti; onları hulûsla sevenler namaz, zekât vb. görevleri ifa etmiş sayılırlardı. Gene bilindiği üzere, “Sünnî” inanç ise düzenlenen ibadet şekillerine, hadis ve sünnete (Peygamberin amellerine) uymaktır. İslam dininde Bunlar dışında yorumlar din birliğini bozmaktır. Rafızîlik, aslında İslam’ın, misyonerliğinin yapıldığı süreçte, kabulünü kolaylaştırmak için eski İran inançları ile kaynaştırılması zorunluğundan doğmuştur.
Hazret-i Ali’nin karşıtları arasında, Peygamberin en genç ve gözde eşi Ayşe de vardı. Halife Osman’ın şehit olması ve Ali’nin Hilafeti alması üzerine çıkan savaşa, Hz. Ayşe deve üzerinde katıldığı için “Cemel-Deve Vakası” denir. Çok bilinen Muaviye ve Ali arasındaki en kanlısı “Sıffin” olan savaşlarla, Hz.Ali oğulları Hasan ve Hüseyin’in Muaviye emri ile katledilmeleri olaylarının ayrıntılarına burada gerek yok. Bu evrenselleşen kan davası pek az fasılalar dışında tarih boyunca sürmüştür. Abbasî Halifesi Mütevekkil Âlallah, 15 yıllık sultanlığında sürekli Şiî kıyımı yapmıştır. Ama oğlu Muntasır’dan itibaren bir asır kadar bir zaman rahat bırakılmışlar; Hz.Ali torunlarına saygı gösterilmiştir. Fakirlikten gelip mütegallibe olan ve pek çok ehlisünnet’in canını aldıkları halde şerlerinden korunmak isteyen Halife Müstekfî’nin bile gözüne mil çekmekten fütur duymayan, Abbasîleri devirip Hz. Ali hanedanını kurmak isteyen âl-i Büveyh ailesinden Muizzüd-devle, Hüseyin’in Kerbela’da susuz şehit edilmesi anısına, Hicrî takvimin ilk ayı Muharrem’in 10’unu matem günü ilân etmiştir. Matem tutanların kendi kendilerini yaralayıp öldürmelerine varan dövünmelere kadar çok aşırı tezahüratla cereyan eden ve bu mezhebin temel ayinlerinden biri haline gelen bu tören, halen de, her defasında Sünnî halkı kışkırtıp sert çatışmalara neden olmakta; Sünnî ve Şiî grupların bir arada yaşadıkları tüm ülkelerin altını üstüne getirmeye devam etmektedir. Bu âyini kaldırmak isteyen vezirler içinde Şiîler tarafından linç edilenler bile olmuş. 1016’da Halife Kadir Bi’llah zamanındaki Bağdat’ta engellenemeyen korkunç bir vuruşma, ünlü Gazne hükümdarı Mahmud’un müdahalesi ile yatıştırılabilmiş; bu kargaşayı sayısız Şiînin kılıç ve ateşle öldürülmeleri; kargaşanın başka İslam ülkelerine sıçraması ve her yerde Şiîlerin baskı altına alınmaları, katliama uğramaları izlemiştir. Abbasî Devletinin çöküşü de bu aşırı baskıya bağlanır. Sonuncu Halife Mutasım’ın şiî veziri Alkame sinsi bir politika ile bir yandan şiîleri kışkırtarak, onların ayaklanmalarına ve kıyıma uğramalarına sebebiyet vermiş; bir yandan kurtarıcı olarak İlhanlı Hükümdarı Hülâgû’yu Bağdat’a çağırmış; Hülâgû Han Bağdatı da, Abbasî hilafetini de yerle bir etmiş; fakat şiîlerin de bu olayları izleyen iki asır boyunca sesleri solukları kesilmişti.
İşte, iki asır sonra ortaya çıkan Şah İsmail Şiî doktrinini tüm İran’a yayacak; Anadolu’daki Türkmenlerin özgürlük duyarlığından yararlanarak onların inancını şiî ve sufîlikle kaynaştırıp, “ehl-i beyt” yandaşlığını ifade eden) Alevîliği ya da Kızılbaşlar denilen grubu ortaya çıkararak mezhepler arasına nifak sokacaktır. Bir kısım yeniçeri grubunun intisap ettiği “Bektaşîlik” ise, yaşadığı tarihler tam bilinmeyen, bir söylentiye göre yeniçerilerin isim babası Hacı Bektaş Velî’nin, oniki imamın sonuncusu İmam Caferin “ehl-i beyt’e sadakat yolundan giderek kurduğu, belli ritüellere ve disipline uyma kaydı ile Sünnîlere de açık bir tarikattır. Alevîlikten farkı kentlerde vakıflara bağlı tekkeler yolu ile örgütlenmesi, kurulu düzene, Osmanlıya sadık olması ve Devletçe himaye görmesidir. Anlaşılıyor ki, farklı inançlara karşı Osmanlının, durup dururken, önyargılı ve acımasızca ezici davranışı pek vâki olmamıştır.
Soy bakımından ne Ali ile ne de Muaviye ile ilişkileri bulunan iki hükümdar kapışıp tarihin en kanlı cenklerinden birini verecekler; Sünnî-Alevî düşmanlığı kangren olacaktır. Kuşkusuz Yavuzun da İsmail’in de asıl dertleri şahsî otoriteleridir.
Yavuz Selim babasını saltanatı terke zorlamış; II.Bayezit de kendi rızası tahtı bıraktığını açıklamıştı. Anadolu’da alabildiğine yayılan şiî mezhebi Şah İsmail’e büyük bir itibar sağlamıştı. Sert mizacının ve karizmasının kendisine olağanüstü liderlik ve komutanlık niteliği kazandırdığı Yavuz buna tahammül edemezdi. İlk işi ülkede Şiî olarak bilinenlerin cetvelini hazırlatmak ve bunların, kiminin boynunu vurdurarak, kimini uzun süreli hapse tıkarak kıyımlarına girişmek oldu. Yabancı tarihçiler bu kıyımı Engizisyon faaliyeti ve Aziz Bartalemeos faciası ile bir tutar; Osmanlı tarihçileri ise adaletin sağlandığını ileri sürer. Padişah, İsmail’e karşı savaş kararı aldığını Edirne’de Mart.1514’de askerlerine açıkladığında düşmanı şah zaten Osmanlı toprağında yürüyüşe geçmişti. Selim, oğlu Süleyman’ı Manisa’dan, Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşayı Yeniçerileri ile birlikte Gelibolu’dan çağırdı. Orada Bosna Valisi Hadım Sinan Paşayı Anadolu Beylerbeyi tayin etti. Ordu arasında yakalanan Kılıç adında bir İran casusunu, eline verdiği ilk savaş ilânı ve uyarı mektubu ile birlikte Şah’a gönderdi. Şahın düşmanı Akkoyunlu Ferahşah Beye name göndererek onun ittifakını garantiye aldı. 24.Nisan.1514’de Maltepeden hareket etti. Çağırdığı güçlerle Yenişehir Ovasında buluştu. Yirmi bin zeametçi sipahiden oluşan öncü ordusuna Vezir Dükagin-zâde Ahmed komuta ediyordu. Yolda Kayseri’de iknaa çalıştığı Dulgadir Emiri Alâeddevle yaşlılığını ileri sürerek ona katılmayı reddettiği gibi düşmanca entrikalara girişmişti. Fakat, sonradan bunun cezasını ağır biçimde ödeyecektir.
![]() |
Safevi döneminde Kızılbaş askeri |
Yavuz, Şah’a gönderdiği ilk mektuba yanıt alamamış; ağır hakaretler içeren iki mektup daha göndermiş; bunların birinin yanında Şah’ın şeyh soyundan geldiğini ima eden hırka, âsâ, misvak ve kuşak yollayarak aşağılamanın dozunu yükseltmişti. Bu mektuplara karşı bir İran Elçisi tarafından ağır ifadeli bir yanıt yazısı ve “senin için geçmiş; bir şey yapamazsın, uyumana devam et” anlamını taşıyan bir afyon kutusu teslim edilmişti. Bu kutuya çok öfkelenen Yavuz Elçiyi parçalattı. Fakat bu tavır kendi zalim yapısından ziyade, Şaha sığınan yeğeni (Şehzade Ahmed’in oğlu) Murat’ın teslimini istemeye aracılık yapan Osmanlı Elçisinin aynı akıbete uğramasına bir mukabele idi.
Gerçekten bir strateji ustası olan Selim, Şah’ın konutu olan Tebriz surlarına kadar güzergâhı kırk konağa bölmüş, nihaî savaş alanının gerisinde, Kayseri’de kırk bin kişilik yedek kuvvet bırakmış; yetersiz görünen erzak ve gereçleri telafi edebilecek mükemmel bir lojistik hattı kurmuştu. Ancak, Şah ilerleyişini durdurmuş; meydanda görünmüyordu. Boz arazide daha ileri gitmenin açlık ve hezimetle sonuçlanmasından endişe eden yeniçeriler kaygılarını vezirlere ilettiler. Karaman Beylerbeyi Hemdem haklı gördüğü bu kaygıları açıkça savunduğu Padişahı gazaba getirmiş; bu cüretinin diyetini başını kaybederek ödemişti. Yavuz askerleri iradeli konuşmaları ile motive etti. Şaha, onu kadın gibi korkak davranmakla itham ve tahrik eden yeni bir mektupla birlikte kadın giysileri yolladı. Gürcistan Prensinden temin edilen bir zahire kervanı da moralleri takviye etmişti. Fakat gerçekten ordu 23.Ağustos’da savaş alanı Çaldıran vadisine eriştiğinde çok yorgundu; 80.000 süvarinin atları beslenme yetersizliğinde çok zayıflamış, takatsiz düşmüşlerdi. İranlıların sayıca eşit askerî varlığı, kendini yormadığı için gücünü korumuştu. Ayrıca Şahın müttefiki Diyarbakır Valisi Ustaçlıoğlunun kuvvetleri de yetişmiş; Acem ordusuna katılmıştı. İlk çatışmada Osmanlı toplarının önüne dizilmiş (eyalet paşaları ve sancak beylerince tedarik edilen öncü piyade yerli kulları olan) “azep”ler dağılıverdiler. Yavuz’un çok akıllı taktiği burada işledi; topların aniden başlayan yaylım ateşi alanı Acem askeri ölüleri ile doldurdu. İki taraf da ağır kayıplar verdi. Şah’ın ondört Türkmen han’ı, Yavuz’un on sancak beyi cenk meydanında kaldılar. Ustaçlıoğlunun ölümü sonucu belirlemiş; Yaralanıp atından düşen Şah İsmail fedailerince zor kurtarılıp kaçırılmıştı. Şah bütün gece at sürüp tanyeri ağarırken Tebriz surlarına vardı; orada kalmayı güvenli bulmadığından Dergezin’e doğru yola devam etti.
Yavuz Tebriz’e kadar girmiş; kenti askerlerine yağmalatmış; büyük bir ganimet kazancı yanında, kaçan Şah’ın en sevgili haremine de el koymuştu. Değerli sanatçıları da İstanbul’a yollamıştı. Kendisi, kışı, Azerbaycan’ın Karabağ ovalarında geçirmek istiyordu. Fakat, daha çok Bektaşî tarikatına bağlı olan yeniçeriler, çektikleri yoksunluğu ve lime lime olmuş elbiselerini gerekçe göstererek bir an önce Rumeli’ne dönme arzusunu ifade edip isyankâr davranmağa başlayınca deli bozuk padişah bu hareketin faturasını komutanlara çıkardı. Mustafa adındaki veziri, at üstünde iken eğer kolanını kestirerek, zavallının, yeniçerilerin kahkahaları arasında yere düşmesine neden olarak onu aşağıladı. Fakat çaresiz yol üstünde bazı kent ve kaleleri Osmanlıya kazandırıp; başta Dülkadiroğulları olmak üzere Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki Türkmen Beyliklerine son vererek dönüşe geçti; Ankara’da kışladı.
Bir zamanlar, Özbek Şeybanî Han’ın muhalifi olduğu için Şah İsmail’e sığınmak zorunda kalan (Timur torunlarından) Bediüzzaman Mirzaî’yi de, kendisine çok itibar göstermesine karşılık, İstanbul’a götürmek üzere yanına almıştı. Amasya’ya vardığında, ellerinde Şahın yolladığı değerli hediyelerle gelen İranlı elçiler, onun eşi sultanın iadesi ricasını iletmişlerdi. Ancak, Selim bu isteği reddettiği gibi elçileri de tutuklatıp çeşitli yerlere sürdürdü. Şahın eşi ise Taç-zâde Cafer Çelebi ile evlendirildi. Uluslar arası hukuka aykırı görülen bu tavrı, İslam hukukundaki “elçiye zevâl olmaz” ve “yenilen düşmanın eşi Müslümansa galip tarafından alakonamaz” kurallarını da ihlâl ettiği için Osmanlı tarihçileri tarafından da savunulamamıştır.
İki hükümdar da şahsî ihtiraslarının tatmininde uyruklarını motive etmek için mezhep farklılıkları kozunu oynamışlardır. İki mezhep inancında olanlar arasına sokulan nifak asırlar boyunca oluk oluk kan akmasına yol açacaktır. Bu yara hâlâ kapanmamıştır. Yavuz’un İran’da fethettiği yerler, sonradan Safevîler tarafından savaşsız geri alınacaktır.