EL POTRILLO ROANO - DORU TAY (BENITO LYNCH)
![]() |
Benito Lynch |
İyi tanıdığı ve anlattığı pampalar ve goşolarla* yürekden bir Arjantinli olan Benito Lynch baba tarafından Irlandalı, ana tarafından Fransızdı. Baba ailesi XVIII. Asırda Galway’den göçerek Buenos Aires Eyaletinin henüz inşa edilmiş merkezi La Plata yerleşmişler ve büyük bir kırsal malikâne edinmişlerdi. 1880’de doğan Benito da Eyaletin tam ortasında, pampalar arasında, kendi ranço’su** “El Deseado”da (Dileğim) büyüyüp gelişti.
On yaşında öğrenim için, çok sevdiği ilgi alanları edebiyat ve sporu bol bol bulduğu La Plata’daki Colegio Nacional’a (Ulusal Kolej’e) gönderildi. Futbol ile ilgilenmiş sporcu bir gençti. La Plata’nın olduğu gibi Amerika kıtasının da en eski spor klübü olan, 1887’de tesis edilmiş “Club de Gimnasia y Esgrima La Plata”nın organize ettiği ilk futbol maçında profesyonel olarak yer almıştı.
İlk edebî ürünleri, La Plata’nın sonradan kendi ideresine geçecek olan gazetesi El Día-Gün’de yer almıştı. Biraz zayıf ve acemice olmakla birlikde ilk öyküsü Plata dorada-Altın Yaldızlı Gümüş 1909’da yayınlandı. Belli bir ünü yakalaması ancak 1916’da kaleminin gücünü gösterdiği Los Caranchos de la Florida-La Florida’nın Akbabaları iledir. Uzun fasılarla yayınladığı mizahî etki gücü yüksek El inglés de los güesos (“şurası-burası gibi belirsiz bi kavram olan “El Gueso”nun anlayabileceğimiz tam karşılığı yoktur; eseri “gurbet çocuğu İngiliz” olarak çevirebiliriz. 1924) ve El romance de un gaucho-Bir Goşonun Destanı bir çok eleştirmenlerce edebiyatta onun yüksek başarısı olarak gösterilir. En çoğunu De los campos porteños-Limanlıların Ülkeleri hk.” (“porteño-limanlı”; özel anlamda Arjantine gelen göçmen ailelerin Buenos Aires’de doğan çocuklarına denir) adlı kitabında topladığı yüzden fazla eksantrik kısa hikâyesinde, başka Arjantin yazarları tarafında da ele almış “goşo”lar hakkında “neo-gauchoesque” bir tür yaratmıştır. Bu akım edebî çeşni açısından “büyülü-realizm” diye de adlanrılır.
Lynch’in mütevazı yapısına, popüler olmakdan kaçınmasına, arızî ve kendi keyfine göre yazmasına, sevgili goşolarının ağızlarındaki ancak Arjantinde anlaşılabilen bölgesel dili kullanması da eklenince ünü anavatanını pek aşamamıştır. Tüm bu olumsuz koşullara karşın onun yapıtları düz yazı sanatının büyük ustaları ile kıyaslanıp başa güreşir değerde görülmüştür. Yalnız yerel renkleri betimleyen bir yazar olmakdan öte insan doğasını tanımada ve uslûp yaratmada Thomas Hardy***, Knut Hamsun****, Wladyslaw Reymont***** ve kendi ülkesinin önde gelen yazarları ile aynı olgunlukda kabûl edilir.
![]() |
Arjantin’de “Matadores” eğlencesine hazırlanan goşolar |
*Pampas: Arjantin’in ortasındaki ağaçsız, buğday tarımına elverişli bölgeler. Gaucho: Türkçeye Fransızcadan “goşo” olarak geçmiştir. İspanyolca aslı ve İngilizcesi “Gavço” okunur. Arjantin sığır çobanı; Arjantin kovboyu da diyebiliriz.
**Rancho: küçük çiftlik
***Thomas Hardy: 1840-1928 yılları arasında yaşamış, natüralist akıma bağlı olmakla birlikde önceki romantik ve süper natürel ögeleri sergilemiş İngiliz şair ve romancı.
****Knut Hamsun (1859-1952): Nobel ödüllü “Açlık” adlı romanı ile tanınmış Norveçli yazar.
*****Wladyslaw St. Reymont: 1867-1925 yıları arasında yaşamış, kırsal konuları işlemiş ve hattâ tümüyle köylü lehçesi le yazdığı “Chlopi-Köylüler” romanı ile 1924 Nobel Ödülünü kazanan Polonyalı yazar ve romancı.
Gelelim “Doru Tay” öyküsüne:
Üç büyük erkek kardeşden ikincisi olan Mario, kendi icadı olan bir tür koşturmaca savaşı “Kaplan” oyunundan, konum avantajından yararlanarak cephane olarak çok etkili kullandığı taze incirler sayesinde üstünlüğü yakalayan ağabeyi Leo’nun saldırıları karşısında yılmış, villanın arka kapısından çıkmıştı. Orada, gün ışığında, kameriyenin altında direklere dayanıp sokağı gözleyerek sabırla; hâlâ incir ağacının en tepedeki dalında tüneyen ve giderek zayıflayan bir sesle: “zanahoria!” (ahmak anlamında “havuç”)” ve “mulita” (gene aptal, eşek anlamında “katırcık”) diye bağırarak çatışma inadını sürdüren Leo’nun önüne çıkmasını umarken beklenmedik bir manzara kendisi için çok tatlı bir sürpriz oluşturdu.
Minicik bir tay’ın izlediği şiş göbekli bir kısrağa binmiş bir adam villanın köşesini dönerek sokakda görünmüş, yakınına geliyordu.
“Hey, bana bak!”
Ve, Mario, gözlerinin faltaşı gibi açmış, yüzü ışıldar durumda bu geçenleri daha yakından görmek için yolun kenarına geldi.
“Bir tay!” ... Onu anlayabilenler, kendi boyuna uygun bir tay’a sahip olmanın Mario için bir ata sahip olmak demek olduğunu bilirlerdi.
Bu onun rüyalarından çıkmayan ihtiras derecesindeki merakı idi. Fakat ne yazık ki - kendi deneyimlerinden anladığı kadarı ile - villadaki aile büyükleri asla hayvan istemiyorlardı. Çünkü bu yaratıklar ekinleri yiyor, ağaç kabuklarını sıyırıyorlardı.
Ranço’da (çiftlikde), özellikle küçük, uysal, yetişkin, ağır başlı bir midilliyi çok arzu ederlerdi. Fakat buraya, villaya hiç bir hayvan adım atamazdı.
Bu nedenle her zaman olduğu gibi bu sevdadan vazgeçmiş, bu minik harika şeyin önünden geçişini lâkayd bakışlarla izlemekle yetiniyordu ki olaganüstü bir şey gerçekleşti.
Tam onunla yüzyüze geldiğinde, katırın üstündeki kırmızı bereli, iri yapılı, gürbüz, asık yüzlü adam, hayvanın yürüyüş temposunu azaltmadan ve hattâ başını çocuğun yüzüne bile tam çevirmeksizin, Mario’ya şu harika öneriyi tevcih etti:
“Hey, çocuk! Bu tay’ı istersen sana vereyim. Onu öldürmek üzere açıklara götürüyordum!”
Mario bunun duyduğunda ayaklarının altında zemin sarsılıyormuş gibi geldi; gözleri bulutlandı; kanı beynine hücum etti; fakat, ah! Ailesi kurallarını öylesine iliklerine işletmişti ki, rengi domates gibi kıpkırmızı kesilerek, bir saniye duraksamadan, utanarak:
“Hayır... Teşekkür ederim... hayır!...” dedi.
Adeleli genç adam hafifçe omuzlarını silkeledi, ağzından başka bir sözcük çıkarmadan caddeyi dolduran güneş ışığı altında, katırının bezgin adımlarına uyarak yoluna devam etti. Ardlarından da, kurumuş çamur topakları üzerinde, tüykırpıntıları gibi yumuşak, sarımsı kuyruğu ile sinekleri kovalamaya çalışarak yetişkin bir at gibi kasıla kasıla tırıs gelen o nefis güzellikdeki doru tay onları izliyordu.
“Anne!...”
Mario, hiç bir şeyden haberi olmadığı için, halâ incir ağacının tepesindeki ve üstün durumu ile elindeki mermi gibi kullandığı incirleri atmaya hazır ağabeyine bir açıklama yapma fırsatını bulamadan, başı ilerde, son hızla, yoluna çıkan her şeyi itip devirerek, paldır küldür kameriyenin altından çıkıverdi.
“Ah, Anne! Ah, Anne!”
Taze asma salkımlarının gölgesi altındaki koltuğunda dikiş dikmekde olan annesi oturduğu yerden yaylanmış gibi kalkıverdi.;
“Hayırdır inşaallah, ne oldu evlâd?”
“Önemli bir şey yok, anacığım... sadece adamın biri!”
“Eee, oğul, nedir?”
“Sadece, adamın biri yanında çok güzel küçük bir tay sürüyordu; onu bana vermek istedi...”
Anne gülümsedi: “Allah aşkına, neden benim böyle ödümü patlattın?” Oğlan ona kulak vermeden, heyecan içinde devam etti: “Çok güzel, küçük bir tay, anacığım; mini mini doru bir tay, şu büyüklükde... kimseye veremezse adam onu öldürecekmiş, anacığım!...”
Ve o anda çok şaşırtıcı bir gelişme oldu, tüm tahminleri ve yürüttüğü mantığın tersine, Mario, annesinin yürekden bir ilgi ile: “Sahi mi?... O hâlde!... Onu niye kabûl etmedin, aptal? Tam da, biz, şimdi Çiftliğe hareket etmek üzere iken!” dediğini duydu.
Bu çok sıra dışı, kabûl edilemiyecek gibi görünen, çok sürpriz yaratan öneri karşısında oğlan ağzı açık, kala kaldı; fakat o tayı öylesine deli gibi sevmişti ki, gereksiz sorularla vakit geçirme niyetinde değildi; kişner gibi titreşimli ve tiz bir çığlıkla: “Öyleyse, şimdi çağırayım” diyerek ana kapıya doğru koştu.
Anası: “Dikkat et, oğlum!” diye bağırdı.
Hiç bir şeye dikkat edecek hâli yoktu, Marionun... Öylesine hızla seğirtti ki, önünden geçtiği ağabeyinin salladığı bir tek incir bile ona değemedi.
Kendini caddeye attığına güneş ışınları gözlerini kamaştırdı. Görünürde ne bir tay ne bir kısrak ne de bir âdem vardı... Fakat, az sonra, kaygıdan faltaşı gibi açılmış gözleri, belli bir mesafe açıkda, savrulan toz bulutu içinde, bir teviye alçalıp yükselen kırmızı bere görüntüsünü yakalar gibi oldu.
Üzerinde koşturduğu kurumuş çamur topaklarının oluşturduğu kabarıklar onun tökezlemesine, çoğu defa da yere düşmesine neden oluyor; ne kadar dikkatli olmaya çalışsa, mutlaka karşısına, çamaşrcı kadınların baş belası küçük murdar topaklar selâm verecekmiş gibi dikiliyordu.
İki tarla bloku ötede, mutluluğunun kutsal yaratıcısı tam kulak erimi içinde, gariban, şiş göbekli bir kısrak üzerinde, mahzun, mükedder, tırıs tırıs revan halinde idi.
“Hey! Hey! Bayım, bayım!...”
Gürbüz, genç adam onu işitince binek hayvanının dizginledi ve çatılmış kaşlarla Mario’yu beklemeye koyuldu.
“Ne istiyorsun, bakalım?”
Mario soluk soluğa: “Tay’ı!... Tayı istiyorum!” diyebildi ve kollarını, sanki bakkal dükkânından bir paket alacakmış gibi hayvana doğru uzattı.
Adam, ona kuşkulu ve çapraz bir bakış attı.
“Pek âlâ, al bakalım!” dedi ve onun ellerine bakarak hemen ekledi: “Yanında onu zaptedebilecek bir şey getirdin mi?
Maro’nun yüzü yeniden kızardı: “Hayır... Getirmedim...”
Sanki, çimenlerin içinde bir yerde gizlenmiş bir yular bulmayı umuyormuş gibi, şaşkın şaşkın etrafına bakındı...
Adam atından indi, yüreği heyecan içinde çıpınan çocuğun gözü önünde, dikenli cina-cina* çitinde asılı duran bir tel parçasını çekip çıkardı.
sürecek
*Cina-cina ya da sina-sina: tarlalar ya da bahçeler için engelli sınır yapımında kullanılan, genellikle dikenki telden örülmüş çit malzemesi.