LA FORMA DE LA ESPADA- KILICIN BİÇİMİ (JORGE LUİS BORGES)
![]() |
Charles Steawart Parnell |
Sanırım 1922 yılı ya da o sıralarda idi, Connaught* kentlerinden birinde pek çokları gibi Irlanda bağımsızlığı** uğruna suikast eylemleri içindeydim. Yoldaşlarımdan bazıları kendilerini barışcıl çabalara adadıkları için hayatta kalmış, diğerleri tam tersine İngiliz bayrağı altında denizlerde ve çöllerde savaşmakda, bana göre en iyi olan diğerleri tan vakitleri, bir kışlanın avlusunda gözlerinden uyku akan adamların oluşturduğu bir müfreze tarafından kurşuna dizilerek ölüyorlardı; en bahtsız olan diğerleri, iç savaşın adı konmamış ve hattâ sır kalmış çatışmalarında kaderleri ile karşı karşıya kalıyorlardı. Biz cumhuriyetçiler, Katolikler, evet bizler sanırım romantiklerdik. Irlanda bizim için salt bir Ütopik gelecek ve tahammül edilemez bir hâl-i hazır değil, aynı zamanda ruhun derinliklerinden bir mitoloji aşkı idi; o gözümüzde silindirik kuleler, kızıl bataklıklar idi: Parnell’in baskıya karşı dikilişi idi ve Elen kahramanların tekrar yaşama gelişlerinde yeni Helikon dağlarını, bazen boğaların çalınışını, bazen balık mitlerini yeniden hikâye eden muhteşem destanlardı... Asla unutamayacağım bir akşam, Munster’den* John Vincent Moon adında bir parti üyesi bizi ziyarete geldi.
Bu genç pek yirmi yaşına varmamış ve bir deri bir kemik, sanki omurgasızmış gibi huzursuzluk duygusu veren yumuşak bir yapıda görünüyordu. Büyük bir tutku ve kendini beğenmişlikle Komünist el kitaplarından hangisi ise bunlardan birini satır satır ezberlemişti; onun için dialektik materyalizm tüm tartışmaların yolunu kesecek bir araçtı; insan denen yaratığın hemcinslerini ölesiye sevmek ya da nefret etmek için saysız nedenleri vardı. Moon İnsanlık tarihini sefil ve duygusuz bir ekonomik çatışmaya indirgiyordu. Devrimin kaderinin zafer olduğunu iddia ediyordu. Ben ise ancak bir beyefendinin heder olmuş amaçlarla ilgilenebildiği yanıtını verdim... Artık gece olmuştu; tartışmamızı koridorda, merdivenlerde, dolambaçlı sokaklarda sürdürdük. Moon’un bana açıkladığı fikirleri, bende sesindeki biteviye ve sarsılmaz tonundan daha az etki bırakmıştı. Yeni yoldaş tartışmıyor; hukuku ve yasaları hor görerek, dahası öfke ile yerden yere vuruyordu.
Sokağın sonundaki evin önüne vardığımızda âniden kopan silah sesleri bizi sersemletti. Hatırlamıyorum, hemen mi biraz tereddütten sonra mı, bir fabrika ya da kışlanın pencecesiz duvarının kenarına yapıştık. Sonra taş döşenmemiş bir soğaka döndük; alevler içinde kalmış bir kulübe istikametinden, onun ışığı ile gölgesi iri görünen bir asker bize doğru geldi. Durmamızı emrederek bağırdı. Ben acele ile yürüdüm; benim yoldaş beni izlemiyordu; arkama baktım; John Vincent Moon büyülenmiş, korkudan nutku tutulmuş gibi sessizdi. Ben dönerek askeri bir darbede yere serdim, Moon’u sarsaladım, aşağılayarak beni izlemesini emrettim. İçine düştüğü dehşet onu teslim almıştı; kolundan tutarak sürükledim. Ateşlerle delik deşik olan gecenin içinde kaçtık. Tüfeklerin yaylım ateşi bizi araştırıyordu; bir mermi Moon’un sağ omuzunu sıyırdı. Çam ağaçları arasına dalıp firarı oradan sürdürürken çocuk, güçlükle de olsa biraz soluk alabilmişti.
1922 güzünde, ben General Berkley’in villasında sığınacak yer buldum. (Ömrümde hiç karşılaşmadığım) General o sıralarda Bengal’de yönetsel bir hizmet vermek üzere Hindistana atanmıştı. Bina henüz bir asırlık olmamıştı ama bakımsızlıkdan harap durumda idi ve dolambaçlı ve insana yolunu şaşırtan koridorları, gereksiz salonları ile iyice karanlığa gömülmüştü. Konuları bakımından çok farklı ve birbirleri ile tutarsız, kitaplar barındıran devâsâ kitaplığı ve üzerlerinde iklimin etkisinin ve savaşların şiddetinin izlerini hâlâ taşıyan, kimilerinde bakımla bu izlerin giderilmeye çalışıldığı Nişapur* palalarının sergilendiği, bir ölçüde XIX. asır tarihini temel almış müzesi tüm zemin katı işgâl ediyordu. Hatırladığım kadarı ile, arka kapıdan girmiştik. Moon, kurumuş, titreyen dudakları ile, o gece cereyan eden olayları çok ilginç olduğunu fısıldayabildi. Ona ilk yardım hizmetini verdim ve bir fincan da çay yaptım. Yarasının yüzeysel olduğunu görmüştüm. O hâlâ şok yemiş durumda: “Fakat, sen korkunç bir risk aldın üstüne.” dedi. Canını sıkmamasını söyledim. (İç savaş raconu, bir parti üyesinin davamızı tehlikeye atması hâlinde bile, beni içimden geldiği gibi harekete sevkediyordu.
Ertesi gün Moon kendisini topladı. Benden bir sigara aldı ve “devrimci partimizin ekonomik kaynakları” hakkında bana ahret suâlleri sormaya başladı. Soruları anlaşılabilir ve akıllıca idi; Ona doğru olanı, yâni bu konuda durumun kritik olduğunu söyledim. Bir tüfek patlama sesi güney cephesini çınlattı. Moon’a arkadaşlarımızın bizi beklediğini haber verdim. Palto ve tabancamı almak üzere kendi odama gittim; döndüğümde Moon’u gözleri kapalı kanepenin üzerinde serili buldum. Hararet bastığını ileri sürüyor; omuzunda ızdırap veren bir kasılmadan söz ediyordu.
![]() |
Irlandalı direnişçilere karşı savaşan, Black and Tans denilen özel İngiliz birlikleri arama yapıyorlar. |
Ondaki bu ödlekliğinin tedavi kabûl etmediğinin artık farkına varmışdım. Beceriksiz ve etkisiz bir ifade ile kendine iyi bakması tembihatını yaparak evden çıktım. Yüreğini dehşet salmış bu adamdan, korkak olan sanki Vincent Moon değil benmişim gibi utanıyordum. Bir insanın amelleri tüm insanlığı amellerine benzer. Bu nedenle ortak alandaki münferit bir serkeşliğin ya da hatanın tüm insan ırkına bulaştırılması hakszlık olarak görülemez. Bir tek Yahudinin çarmıha gerilmesi onu kurtarma görevinin tüm ırkdaşlarına ait olduğunu düşünmek bunu haklı bulmaya yeterlidir. Schopenhauer: “Ben diğerleriyim, her hangi bir isan tüm insanlardır” derken belki de haklı idi. Shakespear de, bir bakıma bizim garip John Vincent Moon idi.
General’in koca evinde dokuz gün geçirdik. Savaşın ızdırap verici çatışmaları ve utkuları hakkında hiç bir şey söylemeyeceğim; asıl amacım, beni aşağılanmış hissettiren sekel’in öyküsünü anlatmak. Bu dokuz gün, ikinciden sonuncusuna kadar olanlar dışında, benim belleğimde tek gün oluşturur. O gün, adamlarımız âniden saldırıp kışlaya doluşmuş, Elphinde* onaltı yoldaşımızı makinalı tüfekle taramış olan adamdan intikamımızı almayı başarmıştık. Ben evden şafak vakti kimseye sezdirmeden ayrılacaktım. Gün batışı ile dönecektim. Arkadaşın üst katta*** beni bekliyordu; yarası onu aşağıya, zemin kata inmesini engelliyordu. Onu, elinde, F.N. Maude ya da Clausewitz tarafından yazılmış strateji hakkındaki bir kitapla hatırlıyorum.Bir gece bana: “Tercih ettiğim silâh topçu birlikleridir” itirafında bulundu. Bizim planlarımız hakkında bilgi almaya çalıştı. Onları eleştirdi ve değiştirilmesini istedi. Her zamanki gibi, “ekonomik temelimizin esef verici zaafı”ndan yakındı ve mutad dogmatik ve umutsuzluk mesajı veren uslûbu ile yıkıntıya giden sonumuz hakkında kâhinlik yaptı. “C’est une affaire flambé” diye mırıldandı****. Yapısındaki korkaklığın üstünü örtmek için durumun vahameti hakkında şüphesi olmadığını ileri sürerek zihinsel gururunu abartarak telâfi yoluna gidiyordu. Böylece hayırlı mı, hayırsız mı belli olmayan on gün geçti.
Onuncu gün, kent ilk kez ve nihaî olarak Black and Tan’lerin eline geçti; süvariler gözden ırak, köşe bucak, karanlık sokaklarda sessiz sedasız devriye gezmeye başladılar. Rüzgâr etrafa kül ve duman dağıtıyordu. Bir sokak köşesinde, özellikle oraya dayayıp dikilmiş bir ceset gördüm; beni her hangi bir mankenden daha az etkilemiş olan bu ceset meydanın ortasında toplanmış askerler için nişan talimi yapmada hedef vazifesi görüyordu. Dışarıya şafak vakti çıkmıştım; öğlen olmadan döndüm. Moon’un kitaplıkda birisi ile konuştuğunu duydum; sesinin tonundan telefonu kullanmakda olduğunu anladım. Sonra benim adımdan söz edildiğini işittim; tekrar ayrıldığımda saat yedi olmalıydı; bahçeden geçerken benim tutuklanmam için talimatlar veriliyordu. Benim akl-ı evvel arkadaşım aynı akl-ı evvelliği ile beni satmıştı. Kendi şahsî emniyeti için birilerinden bazı garantiler talep ettiğini de işittim.
İşte, bu andan itibaren benim kaderim daha da karışıp, başım dertten derde girmeye başladı. Evin içinde, jurnalcımın peşine düşüp, mahzene doğru dim dik yüksek merdiven basamaklarında, karanlık, kâbus gibi koridorlarda onu koşarak kovaladığımı hatırlıyorum. Moon evi benden çok daha iyi tanıyordu. Evin müzesindeki generalin zırh takımlarının arasından bir bahriye kılıcı kaptım; bu yarım ay biçimli çelik ile Moon’un yüzünde hiç giderilemeyecek yarım ay biçiminde kanlı bir iz bıraktım. Borges, sana, mertliğine emin olduğum yetkin bir yabancıya bu itirafı yapıyorum. Senin beni kınaman, benim kâlbimi fazla incitmez.
Öyküyü burada kesti. Ellerinin titremesine gözlerim takıldı: “Peki, ya Moon ne oldu?” diye sordum.
“O Yahuda rüşvetini alarak Brezilyaya kaçtı. Bugün, öğleden sonra, meydanda bir ayyaş çetesinin bir mankene ateş etmelerini seyrediyordu...”
Bir süre, onun konuşmayı sürdürmesini boşu boşuna bekledikden sonra öyküsünü bitirmesini istedim.
Derin bir “Ahhh!” çektikden sonra, çok yumuşak bir zerafetle, yay biçiminde, beyazımsı yarasını işaret etti. “Bana inanmıyor musun?” diye kekeledi. “Yüzümde taşıdığım utanç izini görmüyor musun? Ben sana öyküyü bu tarzda anlattım ki sonuna kadar dinleyesin.
“Canımı korumak için bana kucak açan adamı ihbar ve ona ihanet eden benim – Vincent Moon benim. Şimdi, artık beni bir alçak olarak görebilirsin!”
*Connaught: Irlandanın batısındaki; Munster güney batısındaki vilâyetler. Nişapur: İranın bir kenti. Elphin: Irlandada bir köy.
**Irlanda bağımsızlık savaşı 1917-1921 yılları arasında verilmiş; 1921’de Irlanda Serbest Eyaleti Brtitanya Commonwealth’inin (ekonomik anlamda “Ortak Varlık”, fakat bir anlamda da siyasal ortaklık) bir dominyon’u oldu. 1922’de iç savaş yeniden başlayıp, aynı yıl bitti. 1949’da, bağımsızlık mücahilerinin kendi mitolojilerinden gelen “Eire” adı ile andıkları Irlanda mutlak bağımsızlığını ilân etti (Şimdi merkezi Belfast olan ve hâlâ bağımsızlık mücadelesi veren Kuzey Irlanda hariç).
Charles Stewart Parnell: 1846-1891 yılları arasında yaşamış ve İngiliz toprak lordlarına karşı direniş hareketini başlatan Irlandalı (fakat “Anglikan” mezhebinden) öncü. Britanyanın Avam Kamarası üyesi olarak, zamanın başbakanı Gladstone’la Irlanda Toprak Reformu üzerine anlaşmaya varmıştı.
Black and Tans (Irlanda dilinde “Dúchrónaigh”): “Siyah ve kahverengiler” Irlandalı yurtseverlerin kendilerine karşı savaşan özel üniforma giymiş İngiliz birlikleri askerlerine verdikleri isim (bu isimde kahverenkli benekli siyah bir köpek cinsi vardır).
***metnin orijinalinde: “en el primer piso=birinci katta” deyimi vardır. İspanyollar da giriş katına “planta baja” (zemin kat-aşağı kat) derler
**** C’est une affaire flambé: Fransızca “Bu tutuşmuş bir sorun” (kaybedilmiş dava anlamında)
*****Yahuda, İsa’nın, ona son anda Romalılara ihbar ederek ihaneti karşılığı rüşvet almış havarîsidir.
Teoman Ağabeyim Merhaba.Uzun zaman oldu size yorum yazamadım. Ama Yorumdan Önce Size Sağlık ve Güzellikler diliyorum. Sizin Gibi Dehanın Ellerinden Öpüyorum. Allaha Emanet Olun. Sevgilerimle Cemail Yenigün